Menu
CİHAN AKTAŞ İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • CİHAN AKTAŞ İLE SÖYLEŞİ

CİHAN AKTAŞ İLE SÖYLEŞİ


İlk öykünüz okurla buluşalı 40 yıl oldu. Bu dönemde yazarlığınız açısından neler değişti, neler aynı kaldı?


Geriye doğru baktığımda yazarlığımı üç dönemde değerlendirebilirmişim gibi görünüyor: 80’ler, 90’lar ve 2000’den sonrası. 80’lerde de pek çok öykü yazdım ama bunlardan sadece Üç İhtilal Çocuğu, aynı ismi taşıyan bir kitaba yerleşebildi. 80’ler daha çok bir öğrenme çağıydı, beni hayrete düşüren ve aydınlatan bilgileri hayattan örneklerle harmanlayarak paylaşma hevesiyle, kadın, aile eve kamusal alan temalı kitaplar yazdım o dönemde. Esasında yazma özgürlüğünü kazanma yönünde atılmış adımlardı bunlar. Neyi nasıl yazarım şeklindeki soruyu bir de İslami hassasiyetler açısından cevaplamaya çalışıyordum. 90’ların ortalarına kadar belki de, daktilo başında çalışırken arkamdan binlerce gözün beni izlediği hissine kapıldığımı hatırlıyorum. Okumalarım çok yönlü ilerlediği için, beslendiğim edebi birikimin dilime yansımaları bundan zarar görmedi. Ne hamasete yakınlaştım ne vaaza, başka bir dili de ancak sevdiğim, kıymet verdiğim kitaplardan öğrenebilirdim. 

Her metne ilk metnin heyecanıyla başladım, bu hiç değişmedi. Hemen her gün, evdeysem, sabahları ve öğleden sonra belirli bir saat çalışır, akşamları da okumaya ayırırım; bu düzeni korumaya devam ediyorum. Kurgu konusunda eskisine göre kendimi daha rahat hissettiğimi söyleyebilirim. Yıllar akıp giderken yazacağınız konular birikiyor, kördüğümleri çözmekte daha az zorlanıyorsunuz, bağlantılar kurmakta da öyle; gelgelelim artık eskisi kadar zaman ayıramıyorsunuz yazmaya. Bu yüzden, son on yıldır yazı çalışmalarımda edebiyatın ağırlık kazanmasına çaba gösteriyorum.

Konu açısından bakacak olursak, şehrin hercümerci, apartman dairelerine sıkışan kadınlar, yaşlılar ve çocuklar, sokaktaki hayatın seslerine yansıyan mücadele yolları, mekânlarla insanlar arasındaki bağlar, göçmenler, değerlerini koruma çabası içindeki insanların yalnızlaşması ve giderek daha bir göze görünen şehir düşkünleri kırk yıldan bu yana edebi metinlerimde yer bulur. Çok okunma gayesi güdecek şekilde kitap yazmaktan oldum olası uzak durdum. En başından beri de yazmayı, edebiyatı bana sevdiren yazarlara duyduğum saygı, okuyucu nezdinde tekrara kaçmama kaygısına sevk etmiştir beni. İmza günlerine katılsam da kitabımı satın alacak okur karşısında bir mahcubiyet duymaktan da kendimi alamam hâlâ. En iyi metnim hep daha ileride görünür bana, 40 yıldır bu böyle. 


“Kar Gibi Patiskalar” bir 40. yıl verimi. Pek çok karakteriniz; söyleyemediklerinin, dile

getiremediklerinin sancısını yaşıyor. Bu daha önceki öykülerinizde ve romanlarınızda da işlenen bir tema. Halının altına süpürülmüş kelimeler bir noktadan sonra yürümeyi imkânsızlaştırıyor. Niçin böyle?


‘‘Zamanında söylenmiş söz, zamanında gösterilen vefa gibi yok’’ cümlesini farklı şekillerde çok kurmuşumdur. İnsanların olmadıkları kişiler gibi görünmesine yol açan korkularla dolu bir labirentten geçtiğimiz hissiyle yazdığım birkaç öykü var bu kitapta. 

Bir çocuk öldürüldüğünde, dünyanın neresinde olursa olsun kıyamet kopmalıdır. Onlarca kadın balkondan düşüp ölüyorsa, durup bir düşünmeli. Çıkarla alakalı gerekçelerle sözün yutulması bir alışkanlık hâline geldiğinde, ağulanır varlığımız, üstelik, kelimelerimiz veya geçmişteki masumiyetimiz genç kuşakları etkilemez olur. Onlara nasıl bir dünya bıraktığımız üzerine daha fazla düşünmemiz gerekiyor. Konuşmanın onarıcı gücüne her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Sanat ve edebiyat, konuşulmakta olanın değil de asıl konuşulması gerekenin üzerinde durur, döne döne. Bunu din de yapar. Müslümanlık muhafazakârlığa değil, sanatsal bir hayat tarzına yakın düşer kanımca. İslam gibi sanat da sıradanlığa düşüp, keyif içinde ömür tüketmeye izin vermez, hayatı yüce bir amacın arayışında yaşamaya çağırır. Tökezleme sebepleri de bu kavrayışın yeterince içselleştirilmemesinden ileri geliyor kanımca. ‘’Kelimelerle hakkı hakikileştirmek’’ diye bir düstur yer alıyor Yunus suresinde bir ayette. Halıların altına süpürülmüş kelimelerle bunu yapamazsınız. Tensör Biliyor, Keklik Sesi ve Düğündekiler, bir bakıma bu tür endişelerin sürüklediği öyküler.


Metropol hikâyelerinden örülü “Kar Gibi Patiskalar”. Kentin atardamarlarına dâhil olmayan, varlıkları fark edilmeyen karakterler dikkat çekiyor. Beri yandan bu karakterler için “marjinal” de diyemeyiz. Siz bu karakter paleti için neler demek istersiniz?


Bazen kent düşkünü denilebilir bazen sadece madun bazen de (Baudelaire’den ödünç alıyorum) ‘‘modern şehrin kahramanları.’’ Nitekim ben kitabın adını taşıyan öyküdeki kahramanın hikayeler anlatarak madunluğu aştığını düşünmeden edemiyorum. Meydanı kendine gündüz evi yapmış, meydan parçalarını evinin odaları görüp hale yola koymaya çalışan 76 yaşında bir kadından söz ediyoruz, başına gelenleri türlü türlü anlatırken bir yandan da esnafın işlerine koşuyor. Fakat Bir Dinlenme Anı, Upuzun öyküsündeki bakıcı kadının madun olduğunu söyleyebiliriz. Ekmek parası peşinde sınırları aşmışsa da kendini yeterince ifade edemiyor. Şu var ancak: Bu tür tecrübeler zamanla maduniyetten kurtarabilir kişiyi. Aynı tespit Ürkekliği Onun başlıklı öykünün kahramanı için de geçerli. İhanet acısıyla baş etmeye çalışırken evine kapanmıyor, hayat mücadelesinin zaten içinde, onu kurtaracak olan da çaba göstermeye alışkanlığı. Geyikli Evin Hanımefendisi’nde ise tersine, varlıklı ve rahat bir hayat sürdürürken savaşın İstanbul’un kenar mahallelerine sürüklediği, bir zamanlar edebiyat alanında varlık göstermeye çalışmış bir kadının ekmek ve haysiyet mücadelesini anlatmayı denedim. Ne yazık ki bu konuda esinlenebileceğimiz örnekler haddinden fazla. Bütün imkânlarına rağmen korunaklı bir hayat kırılganlaştırır insanları, bu yüzden de sokakların eğitiminden yoksunluğun büyük bir şanssızlık olduğunu düşünürüm. 


Henüz hiç romanınızın yayınlanmadığı dönemde, Dergâh dergisinde öykünüz yayınlandığında Mustafa Kutlu, sunuş yazısında yazdıklarınız için “ha deyince romana evrilebilecek” tanımlaması yapardı. Yayınlanmış beş romanınız ve ondan fazla öykü kitabınız mevcut. Öykü-roman ayrımı için neler demek istersiniz?


Öykü şimşek misali beliriyor zihninizde, bir imge, bir sahne, bir olay, bazen de bir cümle aracılığıyla. Romanın da elbette tetikleyici bir unsuru var, ancak, uzun vadede oluşuyor planı, en azından benim için öyle. Romana yıllar ayırıyor ve zaman zaman bir öyküyle nefesimi açıyorum. Bir daha öykü yazmam desem de beliriyor birden başka türlü yazılamayacak olan. Öykü kilim, roman halı gibi dokunur sanki. Öykü çevik, hareketli ve neşeli bir tür, içte bir sızıya yol açsa bile; roman için ise durup oturmaya, inzivaya mecbursunuz. Öykü bazen bir romanı hazırlar ama ne eşiktir ne de adımdır, başlı başına sahne olarak sürdürür bunu. Şu da var ki öykü ve roman arasındaki ayrım, tek başına öykü bağımsızlığına sahip ancak metin boyunca akan ince bağlarla başka bir bütüne dönüşen metinlerde iyice eriyebilir. Ben Kızım Olsan Bilirdin ile Fotoğrafta Ayrı Duran öykülerinde bunu yapmayı denemiştim. "Anlatı geleneğimize uymuyor" denilen romanı toplum olarak benimsediğimizi düşünüyorum. Bir de, bir öykü coşkusu dönemini geride bırakıyoruz gibi geliyor bana, roman çağı başlıyor sanki. 


Öykü yazarken aktüel olandan ne derecede besleniyorsunuz? Aktüel olanla aranıza nasıl bir mesafe koyuyorsunuz?


Bilgi her yerden yağıyor üzerimize. Fakat insan unutkandır. Fikrini beslemediği takdirde olağan görmeye başlar dünya hâllerindeki çarpıklıkları. Bir film, bir öykü, bir roman, bir resim hatırlatır

Yalnızca öyküyle anlatılabilecek konu aktüel olandan da gelir, sizde bir karşılığı vardır çünkü. Aktüel olana pek de mesafe koymuyorum, gazete haberinin albenisi kendine hastır, ancak onu öyküde olduğu hâliyle bir yere kadar kullanabilirsiniz. Zaten aktülelde bize çarpan veya bizi çarpan şey, zaten ona açık olduğumuzdur. İşleme süreci de aynı zamanda bir hicap sürecidir. Medyayı her zaman takip etmişimdir, üçüncü sayfa haberlerine de ilgisiz değilim, sosyal medyaya göz atarım. Şu var ki, çok ilginç de olsa bir bilgiyi bir öyküye ancak konu ona açıksa ve edebiyatın filtresinden geçirmek suretiyle yerleştirebilirsiniz. Malumatfuruşluk hoş düşmüyor herhangi bir metinde. 


Bugünlerde neler yazıyorsunuz? Yazı gündeminizde neler var?


Aslında Kamerun’da Bir Mevsim isimli romanımı yayına hazırlamam gerekirdi, ancak Asım Öz okuyacak, onu bekliyorum. Daha sonra son kez ele alacağım. Ben de yaz sonunda kafamda taşıdığım bir başka roman üzerine çalışmaya başladım. Günün büyük bir bölümünü bu romana ayırıyorum. Uzun zaman kafamda taşıdığım için olmalı, akıp gidiyor şimdilik. Yanı sıra aylık rutinlerle yazdığım yazılar var, onlara da belirli bir zaman ayırmak gerekiyor. Esenler Şehir Düşünce Merkezi’nin çatısı altında hazırladığım ikinci kitap olan Sokaklar Unutmuyor şu sıra çıktı çıkacak. Bu kitabı halkla söyleşiler esasında hazırladım, tamamlanması beş yılı buldu. İlk kitap Rüzgârla İyi Geçinmek’le bir kutu içinde yayınlanacak, bu yüzden bir gecikme yaşandı. 

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları