-Sular Tutuştuğunda öykücülüğünüzde bir aşama. Evrensel bir soluk. Yoğunluğu olan kuşatıcı bir evren.Biraz bunun sizdeki yoğunlaşma/damıtılma sürecine, bunun kaynaklarına dönelim. Dokusunu irdeleyelim, ne dersiniz?
-Öncelikle gönül okşayıcı sözleriniz için teşekkür ederim. Kur’an’da kırk yaş, kemal yaşı olarak beyan edilir. Bende eğer böyle bir yoğunlaşma/damıtılma varsa, bunun kırk yaşı aşmakla bir ilgisi var gibi. Çünkü düşünsel serüvenim oldukça sancılı, kanamalı geçti; düştüm, kalktım; yıkıldım, yapıldım… ateizmden bugünlere.Aslında söze dökmek kolay,işte kırk yıllık düşmelerimi, sürçmelerimi iki cümleye sığdırıverdim. Ama böyle değil, yaşadığım manevi süreçleri, ödediğim bedelleri bir Allah bilir, bir de ben.
Yeri geldikçe söylemiştim; ben neredeysem öyküm de orada olsun isterim diye. Çünkü yazı hayatımda gözettiğimin önemli ilkelerden biri samimiyet oldu; nefsim için istemediğimi, başkalarına reva görmedim. Yazdıklarımı ailem, oğullarım okusa ne hissederim diye hep düşündüm, yarın beni utandıracak, aman bizimkiler okumasa bari diyecek cümlelerim olmasın istedim. Bu bağlamda başta öykülerim olmak üzere yazdığım her ne varsa bu sancılı, kanamalı sürecin arıtıla, damıtıla, ‘ben’den soyutlayarak dışlaşması diyebiliriz.
-Öykülerin toplamı bir dönem panoraması çiziyor. Ağırlıklı olarak doksanların sonu ve iki binli yıllar. Bunu özellikle mi istediniz?
-Aslında ben öykülerimi genellikle tek tek düşünür ve yazarım. Kitaplık proje yapmam, bu bakımdan tematik bir bütünlük filan da gözetmem. Tespitiniz doğru, ama baştan böyle düşüncem yoktu. Şimdi geriye dönüp bakınca böylesi bir tablo görüyoruz, bir inşa yani yaptığımız. Ancak Müslümanlar açısından son yirmi yıl oldukça ağır geçti, geçiyor. Ben de bu şartlar altında yaşadım. Hani fiyakalı bir söz vardır: Yazar çağının tanığı olmalı diye, benimkisi böyle bir şey demek iddialı olur, ama en iyi bildiğim, en iyi gözlemlediğim bir vasattı son yirmi yıl, belki bu yüzdendir öykülerimin o yılları anlatması.
-Burada biraz öykü dışına da çıkarak şunu sormak istiyorum: Yenilerde bir çalışma yayımlandı: Müslümanların dünya düzenine ilişkin muhalefetinin sönümlenmesi üzerine. Aynı şekilde Abdurrahman Arslan’ın, Atasoy Müftüoğlu’nun vb isimlerin bu konularda yazdıkları var. Son yirmi yılın ağırlığı genel olarak Müslümanlarım muhalefetini nasıl etkiledi?
-Aslında Müslümanların dünya düzenine yönelik muhalefeti derken bir yanılsama yaşadığımızı düşünüyorum. Mezkur yıllarda yükselen muhalefet, Müslümanların özgül dinamiklerinden kalkarak tertip ettiği bir hareket değildi. Daha çok dünyada dalga dalga yayılan 68 hareketinden çokça etkilenmiş bir söylemdi. Bütün Müslüman dünyada bir heyecan dalgası göründü; daha çok Marksist kavramlarla düşünülmüş bu dalgalanma hiçbir zaman sahih bir içeriğe sahip olamadı, dolayısıyla derinleşip kök salamadı. Bir muhalefet hareketini ideolojiler, izm’ler tertipler, bu bağlamda İslamcılığın Akif’in sonrası macerasıyla ilgili daha önce yazdığım için tekrar etmek istemiyorum. 70’li yıllarda İsmet Özel’i önemli buluyorum; Üç Mesele yeni bir dalga yarattı, ama bu dalga da Frankfurt Okulundan mülhemdi. Sonrası malum İran Devrimi... 80’lerden sonrada yaşanan ideolojik değişim, dönüşüm filan…
Dürüst olmak lazım, İslamcılık düşüncesi sistematik bir eleştiri ortaya koyamadı. Zaten tarihsel olarak da Müslümanlar hiçbir zaman devlete karşı radikal bir eleştiri, radikal bir mesafe koyamadılar. Özellikle Hicri I. yüzyılda başlayan muhalif hareketler, malum çok kanlı bir biçimde bastırıldı. Müslümanlar birbirlerine karşı ibaheler ilan ettiler, Kabe yakılıp yıkıldı. Sonra yaşananların dehşetinden olmalı, Emir münafık bile olsa itaat edilmeli diye bir siyaset felsefesi geliştirildi. İslamcılık düşüncesi bu geleneği tevarüs etti ve düşük yoğunlukta da olsa statükodan yana olmak, muhafazakarlık ve milliyetçilik bu damarda alttan alta sürdü. 70’li yıllardaki parlamanın belki bu etkilerin dozunu düşürmek ya da sıfırlamak gibi bir yararı oldu.
Bu bir heyecandı, ama aynı heyecan ortaya ne bir ekonomi-politik koyabildi, ne bir devlet görüşü, ne de bunca fıkıh birikiminde bir hukuk nosyonu üretebildi. Modernizme yönelik eleştiriler bile postmodernistlerden devşirilerek yapıldı. Eğer dediğiniz gibi dünya düzenini yönelik eleştirilerimiz, muhalefetimiz var idiyse ne oldu, buharlaştı mı? Biz henüz rasyonel bilgiyle, bilimle, teknolojiyle bile yüzleşemedik: ne yapacağız bu seküler, pozitivist bilimle; iman işinde akla yer yoktur, aklı terk etmeden iman olmaz demeye devam mı edeceğiz; ya da ilimle bilim birbirinden farklıdır deyip şark kurnazlıklarına devam mı edeceğiz? Adama sormazlar mı seküler, pozitivist olduğu gerekçesiyle sırt döndüğünüz bilim karşısında; irfanı da ıskalamayan ilimle ne yaptınız, hangi derde şifa oldunuz diye?
-Başka öyküler de örnek verilebilir belki ama Muntazar üzerinden yol alarak şunu sormak istiyorum: Öyküde, yaşayan bir karakter üzerinden yola çıkmak daha mı zor?
-Elbette daha zor. Çünkü yaşayan ve bilinen birini yazıyorsanız ister istemez öykünüz onunla kıyaslanacaktır. Ancak benim için şöyle bir durum var. Öykülerimde genellikle bir ânı, bir durumu anlattığım için seçtiğim tipler daha çok bir simgeye ya da imgeye dönüşüyor. Örneğin Muntazar el Zeydi hakkında hiçbir bilgiye sahip değilim. Ne dünyagörüşünü bilirim ne de özel hayatını. Evli midir, bekar mıdır; çoluğu-çocuğu var mıdır; Sünni midir Şii midir?... filan. Muntazar benim için çağın Firavunun yüzüne tükürebilmiş, onu aşağılayabilmiş biridir. Adının Muntazar, soyadının Zeydi olması öykümü yazarken benim için başka tutamaklar oldu ve ben onlara da hep bir anlam yüklemeye çalıştım. Eğer Muntazar Müslüman biriyse yazdığım öyküden memnun olabilir; ama Marksist biriyse çok da hoşuna gitmeyebilir. Yani anlattığım, yazdığım benim Muntazar’ım.
-Öyküler bağımsız anlatılar gibi görülseler de, birbirine bağlı izlekler, geçiş ve süreklilik sağlayan motiflerle bir bütünlük sağlandığı gözleniyor. Öykülerdeki bu bütünlüğü kurma düşüncesinde, insan/lar daha çok hangi boyutlarıyla ilgilendirdi sizi?
-Eğer Sular Tutuştuğunda bağlamında konuşacaksak, öykülere bakıldığında da açıkça görüleceği üzre daha çok baskılara, zulümlere, kıyımlara maruz kalmış insanların yaşadığı maddi ve manevi tahribatlar herhalde öne çıkıyordur; bir de insanın daha çok varoluşsal açmazları, açarları. Özellikle Har adlı öykümü de dikkate alırsak; günümüzde yaşanan bu tür tahribatların aslında tarihsel olarak insan macerasının hep merkezinde olduğunu görebiliriz. Zulüm tuhaf bir şekilde insanın ve toplumların hep gündeminde olmuş ve insanları inim inim inletmiş. Belki de insanlık tarihi için, adaletin ve zulmün sürekli olarak çatışma halinde olduğu bir süreçtir desek çok da yanılmış olmayız herhalde.
-Öykülerde ağırlıklı olarak yakınımızdaki yıkımları konu ediniyorsunuz. Bunlarla dünyada yaşananlardan belli bir kısmına ışık tutarken, içerdeki insanların trajik yaşamlarının boyutlarını yansıtarak, bir döneme de ışık tutuyorsunuz? Bu tanıklık nasıl oldu?
-Kendiliğinden oldu diyelim; zira ben de aynı zaman diliminde yaşayan, aynı baskılara maruz kalan biriyim. İnsanların trajik yaşamlarının onlardaki yansımalarını yazdığımı söylüyorsunuz; haklısınız. Bu durum daha çok öyküye bakışımla ilgili. Bir öyküde, örneğin Irak’taki yıllara şayi zulmü, kıyımı efradını cami olarak anlatmak muhaldir. Hatta roman, film filan olsa da yine anlatılamaz; zorunlu olarak bir kesitleme yapmak zorundasınız. Doğrusu ben yaşananların insan üzerindeki psikolojik etkilerini; bir de psikolojik etkilerden yola çıkarak bir anlamda geri dönüşlü olarak yaşananları anlatmayı tercih ediyorum. Bu tercihim sizin tespit ettiğiniz anlamda bir tanıklığa tekabül ediyor mu, etmiyor mu ben karar veremem; elbette etsin isterim, zaten böyle istediğim için yazıyorum, ama takdir okurların ve eleştirmenlerindir.
-“Gerçeklik algımızı kelimeler aracılığıyla ifade edebiliriz” diyordunuz bir söyleşinizde. Yazarların dünya gerçekliğinin bir parçası olarak, bu gerçekliği öyküsel planda dışlaştırmada gerekli perspektifi sağlayamama olumsuzluğuna yuvarlanmaları durumu var. Öykü yazarlarının dünya gerçekliğine bir yazar olarak bakabilmelerinin ve onu temelden kavrayabilmelerinin gereklilikleri nelerdir?
-Bu çok zor bir soru, cevabı bu söyleşinin hacmini aşar. Gerçekliğin ne olduğu, sanat eserlerinde gerçekliğin temsili gibi sorular hep tartışılageldi ve devam edecektir. Ben bu tür sorulara dünyagörüşü merkezli bakan biriyim, hatta ideolojik bakarım. Zaten aksini iddia edenlere, nesnel cevaplar aradıklarını söyleyenlere de inanmam, itibar etmem. Mesele gerçekliğe, öykü yazarı olarak bakmak değildir; mesele öncelikle kendine dünyada bir yer arayan, konumunu belirlemeye çalışan insanın meselesidir. Varlığını anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak insani bir zorunluluktur; bu zorunluluğun peşinden koşarsanız, var olanlar içinde kendi yerinizi tayin edersiniz. Bu size dünyayı gördüğünüz, görebileceğiniz bir bakış açısı sunar. Olan-bitenleri bu bakış açısı içinden değerlendirirsiniz. Öykü tüm bu değerlendirmelerden sonra insanın kullanabileceği bir enstrümandır, bir araçtır. Bu noktadan sonra önemli olan bu aracı iyi kullanıp kullanamadığınızdır.
-Dünyagörüşü ile ideoloji arasında nasıl bir ayrım yapıyorsunuz?
-İdeoloji ve Sanat diye bir yazı yazmıştım, sözü o yazıya bırakalım isterseniz: “Abdülkerim Sürûş da, dünyagörüşü ile ideoloji ayrımına gider ve şu saptamayı yapar: "dünya-görüşünü nitelemelere, ideolojiyi ise görevlere bağlamamız; dünya-görüşünü, var olanlar bütünü olarak, ideolojiyi ise gerekirler ve gerekmezler bütünü olarak kabul etmemizdir” İdeolojiyle, öğretinin kimi popüler yazılarda eşanlamlı kullanılması ona göre kafa karışıklığıdır. Bir öğreti, dünyagörüşü ve ideolojiden meydana gelir. İdeolojilerin, dünyagörüşlerinden doğduğu fikrine şiddetle karşı çıkar ve aralarındaki ilişkiyi şöyle belirler: “Dünya-görüşü, davranış şeklini ve ideolojik alanı sınırlar. İdeolojiyi doğurmaz ama onu sınırlar. Başka bir söyleyişle, eğer belirli bir dünya-görüşünüz varsa artık canınızın istediği her ideolojiyi benimseyemezsiniz”
-Öykülerinizde beliren bir başka yan da şu: Dipten dibe eleştirellik söz konusu. Tüm bu yaşanılanlar karşısındaki yazarlık tavrınızdan söz edelim biraz da.
-Aslında bu durum yazarlık tavrımla ilgili değil. Bir insan olarak, benim yaşadığım zamanda olup-bitenler var; onayladıklarım var, reddettiklerim var. Eleştirel tutum bu durumla ilgili. İsmet Özel’in bana rehberlik yapan bir dizesi var: “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar.” İnsana müthiş bir sorumluluk yüklüyor bu dize, bir de her daim bilinç halinde olunması gerektiğini. Yine aynı şiirde: “oyundan çıkmıyorum” diyor şair; bu bağlamda eleştirel tavrım biraz da oyundan çıkmamamla ilgili. Buradayım, şimdide ve ben yaşarken kötü şeyler oluyor. Olan biten kötü şeylere karşı nasıl tavır almamız gerektiği Hz. Peygamberin ortaya koyduğu ilkeler ışığında bakıldığında oldukça net. Her zaman şu soruyu sormaktan yanayımdır: Şimdi değilse ne zaman?
Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı adlı romanında bir sahne vardır, Moğolların Bağdat’a girişini anlatır: “Bütün şehrin yağmalanışını ve yıkılışını, yüz binlerce insanın kılıçtan geçirilişini, beş yüz yıldır Bağdat’a hükmeden İslam halifelerinin sonuncusunun öldürülüşünü, kadınların ırzına geçilişini, kütüphanelerin yakılışını, on binlerce kitabın Dicle’ye atılışını gördü. İki gün sonra, ceset kokuları ve ölüm çığlıkları içerisinde, atılan kitaplardan çıkan mürekkebin rengiyle kırmızıya kesen Dicle’nin akışını seyrederken, güzel yazıyla yazdığı ve şimdi yok olmuş onca cildin bu korkunç katliam ve tahribatın durdurulmasına hiç yaramadığını düşündü ve bir daha yazı yazmamaya yemin etti.” Böylesi bir eşikte sürüyor benim yazı hayatım. Bazen umutsuzluğa kapılıp kör bir kuyuyu taşladığımı düşünüyorum.
-Öykü ve yazarlık tavrınızda beliren en önemli yan, bu kitabınızda da ön plana çıkıyor: Tanıklık... Bununla birlikte anlattıklarınıza ağan diğer öğelerden de söz edebiliriz: İnsanın soyluluğu, soysuzluğu, aşağılanması, direnme ve alışma gücü; değişimi karşılama, yaşama durumu... Kendinizi, bu öykülerin yazarı ve yaşanılanların tanığı olarak, nasıl yükümlü kılıyorsunuz?
-Allah’la insan arasında bir misak var, biliyoruz. Her misak yükümlülükleri de beraberinde getirir. Ben durduk yere kendimi yükümlü kılmak istemem, ama eğer Allah’la bir misakımız olduğuna inanıyorsak, o vakit gereğini yerine getirmek yükümlülüğündeyiz. İnsanın soyluluğu, soysuzluğu meselesi onun mayasıyla ilgili. Doğrusu ben, insanın doğuştan eşrefi mahlukat olduğunu düşünmüyorum. İnsan eşrefi mahlukat olabilecek bir potansiyelle yaratılmıştır; yani onda bu bilkuvve olarak vardır. Ömrü boyunca ortaya koyacağı amellerle ya eşrefi mahlukat olacaktır ya da belhümedal. İşte yükümlülük tam da bu noktada başlıyor; ya amellerinizle şeref, izzet sahibi olacaksınız ya da hayvanlardan da daha düşük bir derekeye yuvarlanacaksınız. Öykü yazarlığım da elbette bu seçimlerimden uzak, beri değil; ben neredeysem onlarda orada olmalı, demiştim.
-Çok kollu bir yönelimle gerçekliği dışlaştırıyorsunuz. Öykülerinizde iyiden iyiye belirginleşen bir çizginin varlığını gözlemek mümkün. Sadece olanı, olay/durum gerçekliği bağlamında yansıtmanın ötesinde, insanın içsel gerçekliğiyle iç içe veriyorsunuz. Adeta iç coğrafyasını ötelerle olan ilişkisini, yaşamsal kavga düzleminde yansıtıyorsunuz. Bu anlatım üzerinde duralım biraz.
-Az önce de söylediğim gibi, öykülerimde insanın yaşadığı halleri anlatmanın peşindeyim. Bu haller elbette çok yönlü bakmayı gerektiriyor. Öncelikle dikkatinizi dışarıya, hayata yöneltmeniz icap ediyor; yani orada neler oluyor da insan bazı halleri yaşıyor. Çünkü insan durduk yere halden hale girmez; onun yaşadığı dalgalanmalar genellikle çevreyle alakalıdır.
Benim de mensubu bulunduğum 80 Kuşağı öykücüleri, öykümüze içe kapanma diyebileceğimiz bir hastalığı taşıdılar/taşıdık. Elbette bu içe kapanma kendiliğinden olmadı; ama sosyolojik ve psikolojik sebepleri üzerinde durmanın şimdi bir anlamı yok. Andığım hastalık sonraki yıllarda yoğunlaşarak devam etti ve gelecek kuşakları da derinden etkiledi. Tuhaf bir şekilde, mır mır, dır dır konuşan bir çenebaza dönüştü öykümüz. Örneğin öyküde, içini döküp duran şu meşhur I. tekille ilgili hiçbir bilgiye sahip olamıyorsunuz, hatta kimi zaman cinsiyetine ilişkin bir bilgi bile yer almıyor. O, durmadan içini döküyor; iç dökme çoğu zaman bir ifrazata ya da kusmuğa dönüşüyor. Bu iç dökme örneğin hatıra defterlerinde ya da mektuplar da yer alabilir, ama bunları öykü diye takdim etmek insafsızlıktır. Bunun başka bir boyutu daha var. Özellikle İslami kesimde yaygın bir anlayış; tasavvufun zengin simge dünyasına sırtını yaslayıp orasını talan etmek. Herhangi bir çileci pratiği deneyimlemeden, tasavvufun gereklerinin en küçüğüne bile talip olmadan, onun simgelerini devşirip durmak. Elbette bu tür bir öykü anlayışı yazarını rahatlatıyor; yüksek, ulvi işlerin peşinde koştuğunu sanmak ya da iddia etmekle hayata dair sorumluluklarından kurtulmuş oluyor. Evet, dünyada kötü şeyler oluyor, ama onun derdi çok daha ulvi!
Bu iç dökme keyfiyeti tuhaf, acayip, garaip bir ara tür, melez, hünsa metinler doğurdu. Eğer bunlara öykü diyeceksek, öykü o zaman tam anlamıyla bir çuvala dönmüş oluyor. İçine ne atsanız oluyor ya da ne çıkarsanız yine oluyor; ne eksiklik duygusu yaşıyorsunuz ne de fazlalık. Hüzünlendikçe yaz; yazdıkça hüzünlen. Tamamlanmışlık ve final duygusu yaşamadığınız için metinler bir atmosfer de yaratamıyor; bütün gücünü söylemekten, iç dökmekten alıyor. Kelimelerin, cümlelerin herhangi bir delaleti de olmuyor; hep kendini gösteriyor, hep kendine dönüyor. Egoyu müthiş şişiren söyleyiş biçimleri bunlar; tam bir söyleme şehveti. Hayat yok, insan yok. Kimse durup insansız edebiyat olur mu diye düşünmüyor. Aslında bu tür metin söyleyicilerinin kendileri için ürettiği teselliler de var: böyle yapmakla insanın özüne indiğini; insanın özünü yakaladığında bütün insanları da yakalayacağını kendine sufle eden tuhaf bir evrenselci düşünce. Allah kolaylık versin diyelim!
-“Har”ın ve “Bir Derginin Fenomenolojisi” öykülerinin son kısımları birbirine benziyor. İlkinde Taberi topladığı rivayetleri tarihine almıyor. İkincisinde ise doçentliğe hazırlanan akademisyen topladıklarını çöpe atıyor. Biri oldukça eski diğeri oldukça yeni bir dönemi anlatan bu iki durum üzerinden bir zihniyet çözümlemesi yapılabilir mi?
-Zihniyet çözümlemesi bir söyleşi için fazla iddialı olur. Biliyorsunuz ben yazının gizlediklerinin de peşinde olan biriyim. Çünkü yazar, yazdıkları kadar yazmadıklarıyla da yazardır. Bir yazar neleri yazabileceğini, neleri de yazamayacağını hesabına mutlaka dahil etmelidir. Zira bu durum imanla da ilgilidir. Çünkü imanımız bizim neleri yapabileceğimizi belirlerken, aynı zamanda neleri de yapamayacağımızı belirler ve müminlerin emin insan olmaları da imanlarıyla ilgilidir; yani yapabilecekleri kadar, yapamayacakları da belli olan insanlardır.
Andığınız öykülerimdeki kahramanlar, muhtemelen elde ettikleri bulgulara bakarak, bunları yayınlamama, yaymama kararı vermiş olabilirler; yani yazmadıklarıyla da yazarlık tavırlarını ortaya koymuş olabilirler.
-Düşünsel ama aynı zamanda yaşantısal bir altyapıdan da hareket ediyor öyküleriniz. İstikamet bulmaya yönelik “Tekasür” sizin anlatıcı kimliğinizi sergileyen bir öykü olmanın yanında okuma anlama çabalarınızı da ortaya koyuyor. Böylece Cemal Şakar öykücülüğünün temellenme noktalarını da gösteriyor bize. Bu konumunuz üzerinde duralım: Tekasür olarak anılabilecek olan dönemin, günün, eğilimlerinin yazarı olmaktan uzaksınız. Esaslı/temel bir kaynakla yola çıktınız, bir yere doğru ilerliyorsunuz. Günümüz yazarının bu yanı, edebiyat ortamındaki yeri üzerinde de duralım derim...
-Kendi hakkımda konuşurken, kendi üzerimden konuşurken, kendimi hırpalarken rahatım ve genellikle de kendi üzerimden konuşmaktan yanayım. Dolayısıyla günümüz yazarına bir rol biçecek durumda değilim. Mal meydanda, yapılan işler ortada; bu bakımdan sözlerin çok bir anlamı yok; lafa bakılmaz işe bakılır. Önceliğimiz iyi bir insan olmak olmalı, diye düşünüyorum. Biliyorum bu çok ortalama bir laf, kimse hayır diyemez. Ben iyi bir insan olmak lazım derken; iyi insanın, erdemlilerin, ahlaklılar, yoksulu yetimi gözetenlerin, öncülerin hangi nitelikleri haiz olması gerektiği konusunda Kur’an’ın beyanlarına bakılması gerektiğini düşünüyorum. Öyle indî değerlerle ya da evrensel değerler düzmecesiyle yola çıkanlar yaya kalır. Biz bir gün hesap vereceğimize inanıyoruz, şakası yok, numara çekmenin de bir anlamı yok. Çünkü Hesap Günü şapka düşecek, kel görünecek.
Günümüz yazarı, şapka henüz başındayken gereğini yapmalıdır. Sırat Köprüsünden şu an ve her an geçiyoruz. Bu bilinç her daim hazır ve nazır olmalıdır. İkinci bir şansımız olmayacak.
-Ülkenin bazı gerçeklerini, çelişkilerini anlatırken ironik bir dil takındığınız da oluyor, eleştirel bir dil de. Öyküde ironi hakkında neler söylersiniz?
-İroni, öykünün imkanlarından biri. Özellikle zıtlıkların, çatışmaların, değişmelerin, dönüşmelerin oldukça net bir biçimde ortaya konulması için bıçak gibi keskin bir imkan.
-Son dönemlerdeki edebiyat-medya ilişkileri için ne diyorsunuz?
-Bu çok yönlü bir ilişki; yıllar önce rahmetli Ramazan Dikmen gazetelerin edebiyata yaptığı kötülüğe dair güzel bir yazı yazmıştı. Daha çok gazetelerin edebiyatçıları kendi alanına çekerek, edebiyat ortamını zayıflattığını vurgulamıştı. Bugünlerde sosyal medya bağlamında internetin olumsuz etkilerini gözlemlemek mümkün. Öncelikle ürünlerini herhangi bir denetime tabi tutmadan, hatta denetimden kaçırarak ya da dergilerde yayınlatamayınca internette bir sitede ya da kendi bloğunda yayınlamanın kolaycılığı üzerinde düşünülmeli. İşin bir diğer boyutu da internet entelektüelliği, sanal entelektüeller diyebileceğimiz yeni bir güruhun ortaya çıkmasıdır. Hayatı boyunca hiçbir eser yayınlamamış, bir anlamda pehlivan meydanına çıkmamış bazı kişilerin, facebook ve twitter gibi sosyal ağlarda sabahlara kadar yorumculuk yapmaları bana ilginç geliyor. Bir de site genel yayın yönetmenliği diye bir şey var; üç-beş kuruş verip bir alan adı alıyorsun, etrafından dört-beş arkadaşla kafa kafaya verip bir site kuruyorsun, sonrası oldukça keyifli, oluyorsun genel yayın yönetmeni, müthiş cakalı bir etiket. Okumadan yazmadan yayın yönetmeni olanlar, sitesine gelen yazılara vaziyet edebiliyorlar; müthiş bir fiyaka! Bu durum bana Mevlânâ'nın anlattığı; eşeğin idrarında yüzen saman çöpüne konmuş sineğin, kendini kaptan-ı derya sanmasını hatırlatıyor.
-Buradan bir önceki kitabınız Hikâyât'a gelelim. Sadece bir kısa öykü yer alıyor Sular Tutuştuğunda kitabınızda. Hikâyât ise baştan sona kısa öykü. Burada yer alan öyküler hem biçim olarak hem de konusu bakımından öykü türü açısından ne ifade ediyor?
-Başka bir söyleşide de söylemiştim: öykünün kısası, uzunu olmaz diye, öykü öyküdür. Ancak yazarken, konuşurken kendimizi daha rahat ifade edebilmek, hatta olgu ve olayları anlamak konusunda daha rahat edebilmek için kategorize ediyoruz. Yoksa kısanın, uzunun bir ölçüsü yok. Özellikle Amerikalı öykücüler bir kıstas belirlemek için epey tartışmışlar; üç bin kelimeden otuz bine kadar çıkanlar olmuş. Bence ele aldığımız metne bakmalıyız, öykü mü değil mi diye; çünkü bir metni öyküye çeviren ya da öyküyü öykü yapan unsurlar bellidir.
-Ahmed Zerrûk, hikâyelerin ve kıssaların Allah’ın ordularından bir ordu olduğunu belirtiyordu Tasavvufun Esasları'nda. Bu çerçevede Hikâyât’ı nasıl yorumlamak gerekir?
-Güzel bir belirleme; ama benim için fazla iddialı olur. Yazdıklarım ortada, başka ne diyebilirim ki. Yazı hayatım boyunca şöyle bir sağlamam hep oldu: Hz. Peygamber hayatta olsa, acaba yazdıklarımı ona okutabilir miyim, ya da okusa memnun olur muyum, yoksa aman görmese, okumasa bari diye utanır mıyım? Bir öykücü arkadaşıma yıllar önce şöyle demiştim: Bir öyküyü bitirince acaba Allah bundan razı olmuş mudur, diye sorar mısın?
Aslında pek de edebiyatın içinden konuşmadığım, edebiyatın dilini kullanmadığım söylenebilir. Yıllar önce bir arkadaşım; bir sanatçı gibi değil, vaiz gibi konuşuyorsun demişti, yarı şaka-yarı ciddi. Haksız sayılmazdı. Çünkü alışılageldiği gibi konuşmuyordum. Ama az önce de söylediğim gibi, ben her şeye ideolojik bakan, bakmaya çalışan biriyim. Düşüncelerimin merkezinde hep inançlarım olsun istiyorum. Zaten öykünün de bir kıymeti varsa bu merkeze göre, inançlarıma göre belirlenmeli; onun kıymetini inançlarım ölçüp tartabilmelidir.
-Öykülerin, keskin ifadelerle örülü olması bakımından Hikâyât ile Sular Tutuştuğunda arasında süreklilik var diyebilir miyiz?
-Takdir sizin. Söyleşi boyunca anlatmaya çalıştığım hassasiyetlerim her zaman öykülerimi de belirledi, ya da benim gönlümden öyle geçti. Eğer bir süreklilik görüyorsanız bu durum, andığım hassasiyetlerimle ilgili olmalı, diye düşünüyorum.