- Okurlar sizi Refia Sultan isimli romanınız ile tanıdılar. Tabi bu arada yazdığınız öyküler de var. Romana uzanan süreç nasıl gelişti? Refia Sultan’ı okura böylesine sevdiren neydi?
- Saltanatın, Erkin, acz, aşk ve ölümle karşılaşmasıydı Refia Sultan’da anlatılan. Gücün, acze yenik düştüğünü görmüştük. Tanzimat dönemine; tam da büyük bir kırılma noktasına denk düşüyordu hikaye. Refia da tüm bunları üzerinde gördüğümüz bir kişilikti. Ve o kitaptaki karakterlerimiz de “tarihi” olmalarına rağmen sanki günümüzde de yaşayan canlı karakterler gibiydiler. Evet öyküler de var ve en az büyük hikâyeler kadar önemliler benim için.
-İkinci romanınız yayımlandı, Lâl düşlerin, düş kırıklıklarının, insana özgü gelgitlerin, arayışların, seçimlerin sergilenmesi sanki. 'Derin' çıkmazlar, 'umut' arayışları… İlk anda ismi dikkat çekiyor/merak uyandırıyor. Neden Lâl? Lâl sizin için neyi ifade ediyor?
-Lâl uzun sancılı bir sürecin sonucu. Galiba ben bu süreçte İbn-i Arabi’ nin “Tanrı Musa’ya ateş olarak göründü” sözü misali varlığın özünü ateş olarak hissettim. Ve bu da romana yansıdı; zarf mazruf durumundan ismi ateş renkli cevher anlamındaki Lâl oldu. Dört unsurdan Ateş’in temsilidir belki. Şimdi dönüp baktığımda, ilk çalışmam Ebruli, Toprak’mış. Bulanık Sular da Su. Erkin, iktidarın anlatıldığı Refia Sultan’da Hava’ydı belki... Aynı zaman da “dilsiz” anlamı ile de Nergis’in susuşunu ifade ediyor Lâl.
-Genelde romanlarınızın tasarım ve oluşum süreçlerinden özelde ise Lâl’in nasıl ortaya çıktığından söz eder misiniz?
-Elbette böylesi büyük hikâyeler planlamadan, tasarlamadan yazılamaz. Fakat benim için yazıda en mühimi duygudur. Önce hikâyenin bende doğması; kendilerini anlatmaya mecbur etmesi gerek. Yani önce su; “duygu” gelir. Sonra “dil” “düşünce.” Daha sonra suyun kıyısına kervanlar, yolcular -karakterler ve malzeme- gelir ve şehri kurarlar. Bu safhada, öz, biçimi doğurmuş, hikâye artık kuşanacağı formu, konuşacağı dili bulmuş; kendi iç gerçekliğini kurmuştur.
Sonra artık anlatmak istediğim her şeyi metnin, karakterlerin üzerinden düşünmeye başlarım. Onlara bende heyecan uyandıracak mekânlar, kisveler seçerim. Onları çeşitli hal, düşünce ve eylemleriyle birlikte hayal ederim. Onları gerçeklerden beslenen olaylarla, durumlarla (şu durum, şu karaktere uygundur, şu diğerini çok iyi ifade eder gibi) muhkemleştiririm. Karanlık odam –zihnim- artık onlara aittir. Onlar orada yaşarlar. Otururlar konuşurlar, yemek yerler, birbirleri ile karşılaşırlar. Bende varlık kazanırlar.
Fakat bazen bir nokta gelir, öyle bir gerçeklik kazanırlar ki istiklallerini deklare eder, istikameti onlar belirlerler. Korkunç bir çekişme olur aramızda. Bu biraz fantastik gelebilir, ama böyle olur. Benim karakterlerim zorbadırlar- kendilerini yazara rağmen yazdırırlar. Aynı zamanda iyi bir yanı da vardır bu durumun; sanki sorumluluk üzerinizden kalkar. Çekinceleriniz azalır. “Canınız nasıl isterse, nasıl isterseniz ben de sizi öyle yazarım.” dersiniz.
Özel de Lâl’e gelirsek: Lâl’in nüvesi, “aidiyet”, “gerçekliğin göreceliği”, “zemin kayması” olarak düşmüştü içime. Sonra dallandı budaklandı, beni de gölgesine altına alan kocaman bir çınar oldu. Bugünden geriye dönüşle anlatılan, İstanbul merkezli bir coğrafya romanı doğdu.
-Romanınızın konusunu tarihsel bir çerçeve içine oturtmuşsunuz. Romanı üstüne kurmuş olduğunuz aile nasıl bir aile?
-Şehirli ve geleneği temsil misyonu yüklenmiş bir aile. Romanın esas kişileri seksen kuşağından Nergis, Fatih ve Fuad. Bugünden geriye gidiyor, ailenin tarihi üzerinden dünyalarına ve yakın tarihe; devrimlerin Fatihli muhafazakârlar üzerinde yarattığı travmaya şahit oluyoruz.
Türkçe ezan ilk kez Fatih Camii’nde okunuyor, Fatih Camii’nden seferberlik, Fatih Belediyesi’nden Cumhuriyet ilan ediliyor. Küskünlük, Mekke’ye göç ve geri dönüş. Ve kendi içlerinde kırılmalara tanık oluyoruz. Oğulları Fatih’in maddenin nakli üzerinde düşünme çabalarını, kızları Nergis’in yitik eşini beklerken Bosna dolayısıyla kuzeni Fuad’la karşılaşıp aşık olmasını görüyoruz. Genelde coğrafya/ din/dil… özelde bir çocuğun üzerinden aidiyeti sorguluyoruz.
-Romanın belgesel yanını oluşturabilmek için geniş bir araştırma, inceleme yaptınız mı?
-Refia için çok geniş bir okuma yapmıştım, fakat Lâl için belgesel anlamda bir okuma yapmadım. Zaten bildiğim üzerinde düşündüğüm şeylerin sunumu oldu bu roman. (Örneğin Cezeri; ağabey dediğim mühendis bir amca oğlunun yıllardır masasında Arapçadan Türkçeye çevrilmeyi, çizimlerinin yapılmasını bekliyordu. Bunun yanında Fatih’te oturan biri olarak, göç, küskünlük hikâyeleri dinlemiştim. Hicaz Demiryolu’nun yapımı ve yıkımı beni çok etkilemişti.
“Belgesel yanı” sorunuza Hicaz Demiryolunu da kattığınızı var sayarsak, elbette bu konuda yapılmış kıymetli çalışmaları izledim, okudum. Hicaz hattını, tarihi Hicaz trenini görmek için Şam’a gittim. Hicaz treniyle kısa da olsa yolculuk yaptım. Ürdün’de Vadi-i Rum’da çölde çadırda kaldım. Fakat doğrusu döndükten sonra metne birkaç kelime dışında bir şey katmadım. Mehmed Fuad bana ne yaşadığını ne hissettiğini anlatmış meğer. Akif’in “Necit çöllerinden Medine’ye” de çöle dair çok şey söylemişti bana.
-Neden bir muhafazakâr ailenin dünyasını anlatıyorsunuz?
-Onların da herkes gibi hikâye olmaya hakları var. Şayet biri bu romanı yazsaydı ben yazmazdım belki. Birçok yüzü var bunun. Okumak istediğim romanı yazmak durumda kaldım diyelim. Öz eleştiri yapmak istedim, kendimizi tiye almak istedim, diyelim. Muhafazakârları insani yönleri ile anlatmak, kendimizi ifade etmek; başkalarına bir “merhaba” demek istemiş de olabilirim. Bu ne bir savunmadır ne de bir saldırı: “Bu bir arzuhaldir.” İşte üzerinde konuşup durduğunuz, kıyameti kopardığınız muhafazakâr insanlar. Onların da düşleri, düş kırıklıkları, kalpleri, aşkları, arzuları var. İşte size evlerinin, kalplerinin kapısını sonuna kadar açtım. Lütfen içeri buyurun. “Gelin tanış olalım” dedim
-Roman içinde Tanpınar epeyce yer tutuyor…
-Tanpınar evet. Romanın belgesel bir yanı olduğundan tanıklık gibi bir hevesi olduğundan söz etmiştik. Tanpınar Türk edebiyatında ve düşünce hayatında bir fenomen. Öte yandan Tanpınar’da diğer karakterler gibi romana girmek istemiş olabilir, kim bilir.
-Depremi yazmak bunu metafor olarak alıp yazmak zor zanaattır! Pek çok zorlu yollardan gidilir ve en önemlisi duygusal ağırlığı olan metinlerdir, bu bağlamda siz neler yaşadınız?
-Evet çok zor bir çalışma oldu. Gidip gidip depreme geri dönmek. Deprem atmosferi yaratmak… Galiba ben yazarken depremle yüzleştim ve alıştım.
-Konu deprem olunca, çekindiğiniz oldu mu yazarken? Kötü anıların okurların gözünde yeniden depreşerek daha ilk sayfalarda kitabı ellerinden bırakacağı endişesine kapıldınız mı?
-Doğrusunu isterseniz yazarken okur değil de beni yazmaya iten neden etkin oluyor. Yani hazır bir kabule hitap eden bir şeyler yazmayı hedeflemiyorum. Okur, kitap oluştuktan sonra devreye giriyor zihnimde. -Ah acaba nasıl bir şey oldu, ya berbat bir şeyse?-
Deprem; evet hiç sevimli değil. Ama ya kişisel depremler? Hastalıklar, ölümler, yıkımlar, kayıplar… Bunlar hayatın içinde mutlak olarak var. Şunu da görmek gerek ki yer sarsıldığında, insanın üzerinde sonradan olma ne varsa silkeler atar, insanı çırılçıplak bırakır. Doğrusu bu da anlatılmaya çokça değer bir varlık durumu, müthiş bir yüzleşme diye de düşünüyorum. Kaldı ki edebiyat çok da “keyifli” bir şey değildir,
Bunun yanında müsaade eden kısımlarda, -deprem atmosferinden geriye gidilen anlatım tekniğini öteleyerek- deprem geri plana çekildi, hatırlanan zamana bölüm başlarındaki tarihlerle geçildi. Ferihan Hala karakteri de eylemleri ile gerilimi yumuşatmayı üstlendi. Nergis/ Fuad aşkı ise her şeye baskın çıkıp kitaba kendi rengini verdi zaten.
-Kentler barındırdığı insanların ruhunu taşıyorsa yıkık kentin ruhunu nasıl taşıyabilmektedir insanlar?
-Aidiyet duygusuyla sanırım. Toprak çok büyük bir aidiyet. Yıkık kentleri terk edenler o kadar az ki …
-Peki şunu sorayım: İstanbul’un romanın ana mekânı seçilmesindeki sebepleriniz neler? Ele aldığınız/değindiğiniz konu dağarcığına uygun kent olarak mı gördünüz İstanbul’u?
-Elbette İstanbul’un mekân olarak seçilmesi bilinçli bir tercihti. Yalnızca kent tarihinden yola çıkılmış olsa bile İstanbul üzerinden Türkiye tarihini okumamız mümkündür. Özel de Fatih’e gelirsek Fatih mekân olarak Sezai Karakoç’un dediği gibi “Şehir içinde şehir”dir. Bizans’tan beri, tekfur sarayı, imparatorluk kiliseleri, dünyanın ilk Kapalıçarşı’sı gibi yapılanmalarıyla olduğu gibi… daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu üzerinde etkin bir konumdadır.
Süleymaniye, Fatih külliyeleri, su kemerlerinden su verilen evlerde ilim adamalarının oturmaları gibi nedenlerle de yön verici, belirleyici bir konumda olmuştur. Bu yalnızca geçmişte kalan bir şey değildir. Geleneğe yaslanan önemli simalara bakıldığında bugün Türk düşünce, siyaset, devlet adamlarını etkilemiş bir mahaldir ki hâlen de öyledir. Mesela Bilim Sanat Vakfı. Şu anda dışişleri bakanımız vasıtası ile dünyada etkin olan bir kuruluştur.
Fakat bu meselenin bir yüzü. Ben de İstanbul’u romandaki karakterler gibi aşk derecesinde seviyorum. İstanbul güzelliği ile dev bir organizma imiş gibi hareketliliği, karmaşası, kaosu ile beni de büyülüyor. Ben de onda kaybolmak, erimek yitmek istiyorum. Bazen şöyle düşünüyorum, acaba bütün bu hikâyeleri İstanbul’dan bahsetmek için mi yazıyorum. Refia da İstanbul romanıydı. Lâl de. Bundan sonra gelecek iki metin, “Şehir ve Düşler” ismi altında denemeler de İstanbullular.
-Tanıklıklar kimi zaman hoşumuza gider kimi zaman üzer bizleri, ama tanıklık inkâra gelmez. Tanıklıkların kaydını düşen bir yanı da var romanınızın. Romanınız kaynağını güncel olaylardan alıyor. Oysa edebiyatta güncel olanı küçümseme eğilimi vardır. Bu noktada ne/ler söylersiniz? Düşlerle gerçeklerin iç içe geçtiği diyaloglar, iç monologlar ve zamanda geriye dönüşler ile örülmüş Lâl’da yaşanmış olayların ya da gazete haberlerinin rolü ne kadar? Romandaki kişiler çok canlı, hareketli, renkli. Sanki romandan fırlayıp günlük hayata karışacakmış gibiler. Bu karakterleri tanıdığınız kişilerden mi oluşturdunuz?
- “…kitaptan fırlayacaklarmış gibiler.” Bunu iltifat olarak kabul ediyorum. Bu yukarıda bahsettiğim karanlık odada onlarla çok uzun zamanlar geçirmiş olmamdan kaynaklanıyor sanırım. Nedense gelecek zamanlarda bizi tanımak isteyen insanlar beni çok heyecanlandırıyor. Bu bağlamda “tanıklığı” çok önemsiyorum. “Biz; sizden öncekiler böyle bulunduk yeryüzünde. Böyle durduk. Böyle yaşadık.” Gazete haberleri ve televizyon, metnin içeriği için gerekliydi bu romanda. Edebiyat ve güncele gelirsek..
Benim romanım nasıl olmalı, hikâyesini nasıl anlatmalı, sorusuna kafa yorarken, “ insan gibi hayat gibi olsun” diye karar vermiştim. Dili duru, düşüncesi derin. Hem münzevi, hem curcunayı seven. Karakterler fildişi kulede yaşasa bile dışarıda gündelik hayatın sıcaklığı akmalı. Yani bilinçli bir tercih bu. Hem kadim kültürden, hem sokaktan, hayattan beslenen bir roman.
Tanıklığa gelince evet kesinlikle ama bu şunun gibi bir şey; bir yapı, demir, çimento taş, v.s den oluştuğu halde o yapıya baktığımızda saydığımız malzemeyi değil de estetik bir tasarım görmeniz gibi… Ve ya insanın bedeni çeşitli gıdalarla oluştuğu halde kendisine bakanın; “ıspanak, tavuk, elma” diyemeyeceği gibi dönüşen, başkalaşan bir tanıklık bu.
Buradan hareketle romandaki hiçbir karakter gerçek hayattan değil. Ali, Halide İzzetbegoviç’i karakter olarak saymalı mıyız bilemiyorum, ama biriktirdiğim gözlediğim tiye aldığım bir çok durumu, olayı yeri geldikçe kullanıyorum elbette. Mesela, “şu durum, Nergis’in şu olayını fevkalade iyi ortaya koyar, şu iş Ferihan’a çok yakışır, Fuad tam da böyle davranırdı .”gibi.
-Kaybolan eşini, iki çocuğuyla senelerce bekleyen Nergis'in, Bosna Dayanışma Grubu'nda yıllar sonra karşılaştığı kuzeni Fuad'la yaşadıkları üzerinden işleme düşüncesi ve bu noktada yaşanan içsel sorgulamalarla toplumsal hayatta yaşanan aşikar gizlilikleri paralel anlattığınız görülüyor. Niçin?
-Fert ve toplum birbirinden ayrılamaz. Fakat Nergis’in paradoksu, her an dönmesi muhtemel eşi ve babalarını bekleyen çocukları. Yani Nergis’in anne kadın oluşundan ötürü hikâye saklı bir aşka dönüşüyor. Bosna, Nergis’i, Fuad’ı ve ailenin hikâyesini fevkalade bir düzlemde buluşturuyor. Bunun yanında Bosna/İstanbul/Mekke bu coğrafyanın eskimez bağlarını, Sirebrenitsa katliamı da dünyanın bu coğrafyaya halen nasıl baktığını gösteriyor.
-Özellikle kadın-erkek ilişkilerinde cins ayrımı gözetmeksizin kahramanlarının içinde bulunduğu insanlık durumunu gözler önüne seriyorsunuz. Okura bir çözüm sunmuyor, sadece gösteriyorsunuz… Bu çerçevede mahremiyet algısı/nın dönüşümüne ilişkin de önemli çıkarımlar yapılabilir romanın kimi bölümlerinden hareketle. Bunları yazarken çekince duyduğunuz oldu mu hiç?
-Yazmak noktasında değil ama açık konuşmak gerekirse yayınlamak noktasında evet. Ama bunu, bir kısır döngüyü aşmak, muhafazakâr yazarların pasifize edilmiş; rahipleştirilmiş, rahibeleştirilmiş karakterlerini kırmak için bilhassa yaptım. -Zaten başka türlü yazmak bence metni eksik, nakıs kılardı.- Hatta erkek karakterleri biraz da bu çizgi üzerinden; eril duygularla sağlamlaştırdım. Ama elbette naif ve mesafeliler. Müstehcen ve teşhirci değiller.
-Romanınız eleştirel bakışı yanında, duygu dolu yeni/eski sevilerin ve bundan doğan çaresizliklerin de anlatıldığı bir sanat yapıtı… Lâl’ın dili, duygudan duyguya, bireyselden toplumsala, somuttan soyuta uzanırken kadın bilincine dair neler söylüyor?
-“Sanat yapıtı” olması için kadın bilincine, erkek bilincine değil edebiyat bilincine bakmak bizi daha doğru bir kapıya çıkarır diye düşünüyorum. Teslisi çekerseniz nasıl ki Hıristiyanlık anlayışı çökerse, aşkı çekerseniz gelenek çöker. Tasavvufi şiirler dahi ilâhi aşkı sevgilinin dudağı ile gözü kaşı ile tasvir eder. Buyurun Mesnevi. Baştan sona değin insanlık halleri cismani aşk ile doludur. Kur’an, en güzel kıssa der bir aşk hikâyesine.
Tanpınar’ın “bizim romanlarımızdır” dediği türkülerimiz… kimin annesi, kendisi bir sevda türküsü söylemez ki. Sanırım, aşk başka ellerde abartılınca biz terk ettik. Tıpkı gül medeniyeti iken şimdi elimizde evimize gül getirmeye utanır olmamız gibi.
Fakat şu noktanın üzerinde gerçekten düşünüyorum: Sukût medeniyetinden gelen biri olarak, susmanın o harika lezzetini terk edip neden konuşuyorum, beni buna iten ne? Bir gün sukûtun o büyülü dünyasına dönebilmeyi ümit ediyorum.
-Roman dünyanızın iç dünyasına dair birkaç sorum olacak. İlki aşk üzerinden tasavvuf kültürünün romanınıza fazlaca ağma sebebi?
-Doğası gereği zira bu kült bir roman. Bu coğrafyaya ait; bu medeniyeti anlatan bir şey yazmak istiyorsanız, eserinizin düşünsel nüvesini tasavvufun meydana getirmesi çok olağan bir durum.
Bir roman için bunu söylemek ne kadar doğrudur bilmiyorum ama Lâl’in mimarisi hakkında düşünürken camiyi örnek aldım. Kubbesi; aşk, zemini; aidiyet. Dört ana karakter, Nergis(güzellik ve aşk), Fatih(düşünce), Fuad(hareket) Nilüfer(otorite) kubbeyi tutan dört ayak. Yan karakterleri ve yan öyküleri de kubbeyi destekleyen yarım kubbeler gibi düşündüm. Bunun üzerinde düşünürken gördüm ki İslam sanatının cem’idir camii. Düşüncemizin merkezi olması; ses, musiki, ahenk, kıssa, hikmet gibi soyut kavramların yanında, çini, hat, tezhip, arabesk, kündekari’ye… hatta halıya kadar sanatımızı, zanaatımızı cem ediyor. Bir tek minyatür dışarıda kalıyor. Sanırım minyatürün barındırdığı düşsel düzlemi de mabedin atmosferi veriyor. Ayrıca dikkat edildiğinde görülecektir ki bu kitap ufak tefek değişikliklerle sondan başa doğru da dizilebilir, okunabilir. Tasavvufi bir anlayışla; bir çemberin, bir gerdanlığın iki ucu gibi birleşir başlangıç ve son.
-Seksenli yıllardan sonra tasavvufun değişime dair ipuçları da var romanda. Bu değişimi şeyh, mürit ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
-Benim bir şey söylememle, romanın söylemesinde fark var. Benim söyleyeceğim şudur. Kalbin kapısı kapanmış olamaz… Özü cevher olmak, ilahi bir nefha olmak hasebiyle her zaman güzel insanlar vardır, güzellikleri istismar etmek isteyenler de.
-Özellikle Bosna dramı ve Serebrenitza katliamı tanıklıklar bağlamında yeniden konuşulmalı. Biraz bunu konuşalım diyorum… Sizin yaşamınızda, düşünsel dünyanızda Bosna’nın ve Aliya’nın nasıl bir yeri var? Peki Aliya’yı farklı kılan ne?
-Size bunu uzun uzun anlatmak isterdim ama korkarım ki okur, “Bu söyleşiyi kitap yapsaydınız” diyecek. Aliya’nın, Doğu ve Batı Arasında İslam’ının ben de çok özel bir yeri var. Benim için de o bilge bir kral. Birçok insan gibi ben de Bosna ile ilgilendim. Bu çerçeve de Halide’yi tanıdım. Fuad karakterini doğuran minik bir öykü de dinledim Halide’den. Evinde kalan, ve savaş başladığında Bosna’ya koşan petrodolarları hareketlendiren genç bir adamın öyküsüydü bu. Bu hikâyeyi kurarken esas oğlana çok yakışacağını düşünerek roman kişisi yaptım onu.
-Peki buradan hareketle romanın bazı boyutları Bosna dramının ağır sonuçlarını gerçekliğin somut yüzüyle anlatma kaygısı olarak da nitelenebilir mi?
-Elbette böyle de nitelendirebiliriz bunu.
-Öte yandan genel olarak seksen sonrasında İslamcıların tartıştığı konular, yaşadıkları sıkıntılar yanında dünyada meydana gelen değişmeler, yıkımlar, işgaller de romana dahil oluyor. Romanın coğrafyası nasıl kuruldu? Romanı yazmaya koyulurken böylesine geniş içerikli bir roman planlıyor muydunuz?
-Seksenli yıllar. Evet romanda etkin zaman dilimi seksenli yıllardır. Yirmili yaşları kuşak olarak kabul edersek şimdi ellili yaşlarda olmalı hepsi. Birden bire bir iyileşme, değişme, mucizevi şeyler beklentisi. Marşlar. Heyecanlar. “Ne yapmalı?” Bir İpek Yolu belgeseli bile ne kadar da heyecan vericiydi. Doğru bir yerden bakmışsınız. Seksen kuşağı esas alındığı için bugünden geriye uzandı roman. O noktadan romanın coğrafyası kuruldu.
-Ülkenin (geniş) bir dönemini yansıtırken, aslında o dönem içindeki 'yaralı' insanları anlatmayı mesele ediniyor da diyebilir miyiz bu roman için?
-Kesinlikle. Ben bütün bakmayı seviyorum galiba. Hem dönem var, hem de dönemin içinden insanlar...
-Malzemesi gerçek gerçeklik olup oradan yepyeni bir dünya yaratan kurmaca dünya, yani edebiyat dünyası ile rüya mekanizması arasında bir benzerlik tespit etmek mümkün mü?
-Bu tespiti başta Tanpınar olmak üzere birçok kişi yaptı. Evet “uyanık görülen rüyalar” düş ve gerçeğin, gerçek ötesinin karışımıdır kurmaca. Bilinç tıpkı rüya mekanizmasında olduğu gibi bilinçaltı ve bilinç/üstüyle ilişki kurarak perdeleri aralamak, görünenin ötesini algılamak, varlığı anlamlandırmak istiyor olmalı. Yazar zaten düş yorumcusudur. Düşü gören de kendisidir, düşü yoran da. Düşler… Düşü üzerinde düşünür ve düşünü konuşur.
-Roman kahramanlarının görüşlerinin yazara bağlanmasının ve eserin geri planda kalmasının bir eksiklik olduğu söylenir. Roman kahramanlarının görüşlerinden dolayı yanlış anlaşılmaktan korkar mısınız? Romanınızı bütün olarak yaşanan çürümelere ilişkin bir uyarı olarak da görebilir miyiz?
-Bütün iyi edebiyatçılar bilir ki kim daha ustaca yalan söylerse, o usta edebiyatçıdır. Bu bağlamda karakterlerini konuştururken kendine ait bir fikri vardır elbet. Yanlış anlaşılmak istemem elbette. Ama “benim baktığım yerden bakın” demek gibi bir lüksünüz de yok sanırım. Çürüme, bozulma; artık şöyle düşünüyorum: insanın olduğu her yerde, her zaman bozulma vardır. Bazen yükselir, düşer. Şimdi iletişimin yaygınlığı her şey gibi bozulmayı daha da yaygınlaştırıyor olmalı. Ben başkalarını uyaranlardan hoşlanmıyorum. Herkes kendi kalbini uyarmalı.
-Söyleşimize 'dün'den devam edelim istiyorum. Yazıyla buluşmanızın başlangıcına gidelim; nasıl oldu o an?
-Gerçekten de “o an” müthişti. Yazı tepeme balyozla inmişti.
Doğrusu bunu anlatacağımı hiç düşünmemiştim. Hece de konuşmak, aile içinde konuşmak gibidir belki. Belki de sizin dediğiniz gibi “mahremiyet” algısının dönüşmesidir bu. O halde şöyle:
Yaşıtlarımdan epey önce okumaya başlamıştım. Önümden yazılı hiçbir nesne okunmadan geçmiyordu. Buna ilaç prospektüsleri kullanım kılavuzları, gazete kağıtlarından yapılan kese kağıtları da dahil. On beş yaşında klasikler… çizgi romanlar… sonra dini fikri siyasi eserler… yutar gibi, su içer gibi tılsımlı bir şeyi arar gibi. Fakat tehlikeli bir silahmış gibi kalemle aramda bir uzaklık vardı.
Sonra… belki yüklendiklerim ağırlığı belki de çok safça çocukça bir düşünce ile etrafımda gördüğüm, acılar…adaletsizlikler nedeniyle korkunç bir boşluğa düştüm;anlam kaybına uğradım. Büyük bir kopuş. Kendi çapımda büyük bir çile. İçimde bir kaleye kapanıyordum. Dil alınıyordu benden. (Bu sahneyi Nergis’e ödünç vermiştim romanda)
Fatih’de psikiyatrların hastalarına “kan iğnesi ve sabır” yazdıklarını duymuştum. Sabır kelimesine büyük bir öfke duyuyordum. Bir yabancıya gidip kendimizden şikayet etmek istemiyor, hem de birebir Freud’un takipçisi hekimlere saygı duymuyordum. Fakat bu arada dış dünya ile aramda köprüler kalkıyordu.. O günlerde elime bir kitap geldi, bir kadın psikiyatrın anlatıldığı biyografik bir romandı bu. Ve kitapta aynen benim gibi sukuta bürünen biri vardı. Ve psikiyatr hastalarına dünya görüşlerine göre davranmıyordu. Tam bu sırada bir doktor yakınım, “paraya tapmamak” gibi bir erdemi olan bir hanım psikiyatrdan söz etti bana. “Erdemli biri.” O halde gidilebilinir.
Fakat, anlatmak için gittiğim yerde yine susuyor, yalnızca ağlıyordum. Tam bir karşılaşmaydı bu: Fatih/Taksim. Çamaşırı nasıl gözükmüyor? Diye düşündürecek mini etekli bir kadın, ve ben. Benden resimler yapmamı istemişti. Yeraltı nehirleri çiziyordum; narçiçeği renkli, petrol rengi anaforlar. Birkaç hafta böyle geçti galiba. Ağlamaya ve susmaya devamla. Belki beni konuşturmak için verdiği ilacın etkisiyle oldu bu…Bir akşamüzeri kanepede uzanmış yatarken beynime korkunç bir balyoz darbesi indi sanki. Bu öyle şiddetli bir darbeydi ki fiziki şiddetiyle yere düşerken beynimi ağzımdan burnumdan kustuğumu zannettim. Çıldırdığım düşüncesiyle telefona sarılmış olmalıyım. Herhalde doktora, “Ben çıldırıyorum yardım edin” diyecektim. Fakat “Ben yazmak istiyorum” dediğimi duydum. İşte “o an” böyle bir andı.
-Sizde yazma isteği uyandıran unsur, genellikle bir imge mi, yoksa bir ritim midir?Kolay mı yazıyorsunuz?
-Bazen bir ritim bazen imge. Bu değişiyor. Ama maalesef roman çalışırken bu lükse sahip değilsiniz. Her gün disiplinli bir şekilde çalışıyorum. Şayet sabah biri sevdiğim bir müziği açsa, dosyamı açıp beni başına çağırsa sanırım hemen başlayabilirim. Zira bazen o iki minik dokunuşu yapabilmem bazen saatler alıyor. Oyalanıyorum, kaçıyorum. Bazen de taşıp geliyor. Sıcaklığı kaybolmasın, taşıdığı duygu yitmesin deli gibi yazıyorum, bu defa da düzeltirken çok sıkılıyorum. Burada söylemeyip kendime ayırdığım bazı yazı metotlarım da var tabii.
-Roman yazarken sizin için en büyük zorluk nedir?
-Bilindiği gibi roman mesai isteyen bir tür. Zamanınızı aldığı gibi iç gerçekliği de sizi esir alıyor. Yalnızlık istiyor, hayattan soyutlanmak istiyor. Diğer yanda hayat devam ediyor. Hayatla edebiyat arasında kalıyorsunuz. Bunun yanında heyula bir metni evirip, çevirmek, dallanıp budaklanan hikâyeyi esas döngüsünde tutmak, bölümler, kısımlar halinde çalıştığınız için bütünü gözden kaçırmamak, planladınız metni aşmak, odak noktasından uzaklaşmak gibi zorlukları var.
-Öykü/ler de yazıyorsunuz. Öykü yazmakla roman yazmak arasında ne gibi farklılıklar gördünüz?
-Roman hayatı, insanı daha geniş ve çok katmanlı anlatabileceğimiz bir tür. Romanı bir insan olarak görürsek öyküyü de kalp olarak görebiliriz. Hacmi itibarı ile kurgusu, kotarması kolay. Fakat neredeyse bir şiir gibi çok yoğun ve etkin olması gerekiyor. O nedenle öykü de büyük bir özen, kuyumcu işçiliği istiyor. Bunun yanında söylemek istediklerinizin yanında susmak istediklerinize imkân veren çok naif bir tür.
Söyleşi için teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ediyorum.
(HECE EDEBİYAT, MART 2010)