Menu
mehmet narlı ile söyleşi
Haberler • mehmet narlı ile söyleşi

mehmet narlı ile söyleşi



Mehmet Narlı tarafından kaleme alınmış akademik anlamda bir çözümleme kitabı Şiir ve Mekân. Hece Yayınları'ndan çıkan kitap, edebiyat tarihçilerimizin tek parti dönemiyle sınırladığı Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı'nda mekân algısını, kullandığı edebi sanatlar, yazıldığı dönem, anlatım özellikleri ve yansıttığı psikoloji gibi çeşitli açılardan irdeliyor. Narlı ile kitabını konuştuk.

-Nasıl ortaya çıktı bu inceleme; nereden düştü aklınıza?

-Genel olarak şiir eleştirimiz fazla siyasal fazla resmi ve fazlaca açıklama ağırlıklı olmuştur. Yapı, dil düzeyleri ve anlam alanları çevresinde yapılan eleştiriler de vardır ama mekanla şairin (şiirin) ilişkisini sistematik bir şekilde çözümleyen çalışma pek yoktur. Halbuki mekanla ilişkimiz, aslında kültürel bir yurt tutabilmenin imkanlarını gösterir. Başka bir deyişle kendine özgü olan ve sonsuz yenilenen insanın birikimi mekânların hafızasında durmaktadır. Şiir ve Mekân çalışmasıyla, şairin bu hafızaya bağlılığının niteliklerini ya da bu hafızaya olan kayıtsızlığını görmek ve göstermek istedim.

-Kitapta kaç şair var? Şairleri neye göre seçiyordunuz?

-Çalışmanın oluşabilmesi için 1920 ile 1950 arasında 85 şair 250 şiir kitabı tarandı. Anacak bu şair ve ya kitapların tamamı çözümlemeye malzeme olmadı. Şiirin mekanla ilişkisini çözümleme çalışmayı düşününce birbirinden farklı poetik, ideolojik, kişisel arka planları olan bir dönemi ve bu dönemin içindeki şairleri ele almak istedim. Şu bir gerçektir ki poetik eğilimlerin, tematik dağılma ve yoğunlaşmaların, ideolojik ve bireysel şiirin, olgucu ve soyut şiirin, birlikte göründüğü ve her eksenin önemli şairler yetiştirdiği tek dönem Cumhuriyet dönemidir. Bu dönemin estetik, kültürel, politik ve kişisel arka planı, şairin ve şiirin mekânla ilişkilerini etkilemiştir. Yahya Kemal’lerin, Hâşim’lerin, Necip Fazıl’ların, Nazım Hikmetler’in Asaf Halet’lerin yaşadığı bu yıllar bu yıllardır. Şiir muhatapları, bir taraftan Yahya Kemal’in kolektif ruhu plastikleştiren şiirini; bir taraftan Hâşim’in muhayyel ve muğber şiirini; bir taraftan da Necip Fazıl’ın modern/sembolik ve bunaltılı bireyini hazmetmeye çalışır. Aynı yıllar içinde, Garip Hareketi’nin geleneği yakıp yıkmak isteyen şiiri; Nazım Hikmet’in serbest ritimli, akışkan ve sosyal nitelikli şiiri; tasavvuf disiplinini ve mistik Budist anlayışı şiirlerine yediren Asaf Halet şiiri de görülür. Daha önce Mehmet Emin ve Ziya Gökalp’le uç veren “milli şiir”, “ulusal” bir içerik, iddia ile ideoloji ve edebiyatı başka bir şekilde birleştirmeye çalışır. Şairlerin mekân algısında, bu poetik, ideolojik ve tematik etkilerin izleri olduğu açıktır

-Edebiyat ve mekân ilişkisi denildiğinde modern çağlarla geleneksel çağlar arasında temelden bir farklılık var mı?

-Evet bazı temel farklılıklar var. Bilgi kuramsal taban, insanın mekanla ilişkilerinin anlamını düz anlamda da simgesel düzeylerde de etkiliyor. Eski metinlerde tanrısal erkin alındığı dağlar, sular, insan korkusunun, şükrünün izhar edildiği sunaklar kutsal mekanlardır. Türk halk şiirinin, en temel çıkış yeri doğal çevredir ve her anonim eser, her âşık, içinde yaşadığı doğal mekânın paydaşı ya da deyim yerindeyse kardeşi ve çocuğudur. Örneğin Karacaoğlan’ın şirini lirikleştiren en güçlü duygu olan gurbet, sadece sevgililerinden ayrılmanın doğurduğu bir duygu değil; içinde yaşadığı, halleştiği doğal çevreden ayrılmanın da büyüttüğü bir hüzündür. Türküler, maniler, aşık şiirleri, insanı, doğayı ve kozmik olanı bütünlük içinde algılayan kültürün bilgi kuramsal tabanını gösterir. Divan şiirinde, toprağı, suyu, dağı, bitkileri ile doğal çevrenin algılanışı, Divan şairi de doğal olanı, bütüncül varlığın bir parçası olarak görür. Belki bu yüzden onun kendinden ya da Allahtan ayrı bir parça olarak görüp ayrıntılı biçimde işlemez. Divan şiirinde doğal ya da suni mekanın olmadığına dair yorum, onun mekanı, daha çok bir bütünü yansıtmanın fonu olarak yansıtmasına bağlıdır. Doğuşu Tanzimat yılları sayılan Yeni Türk edebiyatının doğal mekânlarla ilişkisi, kuşkusuz Halk ve Divan Edebiyatlarının izlerini bir parça taşır. Fakat Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadarki edebiyatta mekân algısı, esas olarak, modern Batı edebiyatlarının ve düşüncelerinin izinde değişmeye başlar. Tanpınar, Yeni Türk Edebiyatının, Divan Edebiyatının, mazmunlara vesile olmak için kullandığı gazel ve minyatür estetiğinden çıkarak, geniş ve canlı tabiata ulaştığını söyler. Bu yenileşmenin tarihsel gelişimini “romantik mekan algısı”, “realist mekan algısı” modernist mekan algısı olarak sıralamak mümkün. Örneğin Hamit’te görülen şehir ile doğal mekanlar çatışması, doğal mekanların tanırsal anlamlar taşıması, romantik mekan algısının izinden doğar. Yahya Kemal’le şehir, bir hafıza, bir medeniyet olarak şehir girer şiire. Yahya Kemal, İstanbul’u artık divan şairleri gibi sadece Allahın lütfu olan en güzel şehir olarak değil, kolektif ruhun bütün iradesini, sanatını, zevkini içinde tutan bir var oluş mekanı olur görür. Bu algı ise mekanların medeniyet bağlamında algılanmasıdır. Modernist dönem insanın mekanla daha karmaşık ilişkiler kurduğu dönemdir. Kaçma, mahkum olma, sızlanma, teslim olma duyguları içinde görünür evler, şehirler, odalar vs.

-Giriş bölümünde Michel Foucault, Marchal Berman, Walter Benjamin gibi modern düşünürlerin mekânla ilgili yaklaşımlarından yola çıkarak bir çerçeve çiziyorsunuz. Ele aldığınız dönemle ilgili olarak bu düşünürler nasıl bir teorik katkı sunuyor?

-Adını andığınız düşünürler, modern insanın dille, anlamla, ideolojiyle, insanın kavramsal varlığıyla ve mekanıyla ilişkisini, çatışmasını tartışırlar. Örneğin Benjamin’in Paris pasajlarındaki düşünsel ve imgesel dolaşmaları, Berman’ın Petersburg modernliğini Yer Altından Notlar üzerinden anlatması, Faucault’nun insan ve mekan ilişkilerinde kurulmuş anlamları yeniden çözümlemesi, metin ve mekan ilişkisine yönelen bir çözümleme için oldukça modern bir çerçeve sunar.

-Bir düşüncenin başkalaşma, yeni bir biçim alması sanıldığı gibi keskin kopuşlarla gerçekleşmiyor; uzun bir zaman, gizliden gizliye içerilerde bir yerlerde bir dönüşüm süreci işliyor, bu süreç tamamlanıyor da yeni bir hal o zaman görünür oluyor. 1920 ile 1950 arasında mekansal bakımdan yaşanan değişmeler şairi ve şiiri hangi yönde etkiliyor?


-Evet dediğiniz gibi her yeni durum ya da hareket geçmişin içinde büyüyor. Mekansal değişmeler içinde aynı gerçeklik söz konusudur. Fakat bütün değişim ve dönüşüm süreçlerinde her öge salt kendi şartları içinde ve kendi diyalektiğine bağlı olarak değişmiyor. Toplumlar yer değiştirdiğinde, insanlar ev değiştirdiğinde ya da kültürel temas ve yitimlerde, hatta sosyal ve siyasal hayata yön veren devletler, devlet anlayışları değiştiğinde, hayatın ana damarlarını besleyen ihtiyaçlar, bakış açıları ve çatışmalar değişiyor. Bunun böyle olması insanla mekan ilişkisinin niteliklerini belirliyor. Mekanın kendi şartları içinde değişmesi ile insanın algıları arasında bir ilişki var tabi. Örneğin farklı mevsimlerde yaşanan dağlar, bahçeler, sokaklar insanlar üzerinde farklı etkiler yapar. Ama asıl belirleyici olan insanın değişmesidir. Örneğin dağların, suların, yapıların, şehirlerin kutsallıkları, insanların tanrılarına yakınlık kurma isteklerinden doğar. Yakınlık kurma isteğinden vazgeçen ya da yakınlığı, bazı bireylerin metafizik ihtiyaçları olarak yeniden tanımlayan modern insan için dağlar, sular, şehirler, “gelişme” için bir şeyi mümkün kılan veya engelleyen unsurlardır. Modern dönemin bir özelliği eskisinden farklı merkez mekanlar üretmesidir. Tarihi merkezler, iktisadi merkezler, siyasal merkezler, eğlence merkezleri, mimari merkezler gibi. Taşralardan da merkezlere bakıp kendilerini konumlandırmaları istenir. Halbuki küreselleşme ya da postmodern simülasyon merkezleri yıkmakta ya da istenildiği kadar ve istenildiği oranda merkezler inşa edebilmektedir.

Sorunuzun ikinci kısmına bu bağlamda değinebilirim. Önce şunu belirtelim: 1920 – 1950 arasında Türkiye’de toplumun ve tek tek bireylerin mekansal algılarını etkileyecek, mekanlar çevresinde yeni simgesel ve imgesel anlamaların oluşmasını sağlayacak önemli değişmeler olmuştur. Örneğin İstanbul’un sadece siyasal olarak değil kültürel olarak da terk edilişi. Ankara’nın siyasal merkez olarak ve modern kentleşmenin örneği olarak inşa edilmesi. Milli Mücadele’yi gerçekleştiren Anadolu’nun hamasi ve ideolojik duyguların en önemli kaynağı haline gelişi. İktisadi, sosyal ve kültürel yapıların da bir göstergesi olan konak, köşk, yalı, ev şeklindeki yurtların apartmana, villaya, yazlığa, daireye, gecekonduya dönüşmesi. Köy ve şehrin birbiriyle daha çok ve daha hızlı tanışması. Kent imajının parklarla, sinemalarla ve meyhanelerle çizilmesi. Çoğaltmaya gerek yok. Bütün bu değişmeler, şairlerin kültürel, ideolojik, kişisel tercih ve özelliklerine göre yeni anlamlar kazanırlar. Sadece şehir ve ev dolayında bir örnek vermek yeterli olabilir sanırım: Yahya Kemal için İstanbul, Müslüman Türk medeniyetinin bütün asabiyetini, idrakini, sanatını ve zevkini hafızasında saklayan bir şehirdir. Orhan Veli’nin İstanbul’u, içindeki her türlü çatışmaya rağmen büyük bir ritme ve enerjiye sahip olan bir yaşama merkezidir. İlhan Berk’in İstanbul’u ise, çok kültürlü, çok inançlı tarihsel bir süreçten geçerek modernleşme uğrayan vazgeçilmez bir kaostur. Orhan Veli evin dışına Behçet Necatigil evin içine yönelir.

-"Önce biz yapılarımızı şekillendiriyoruz, daha sonra onlar da bizi şekillendiriyor." “Bana yaşadığın yeri söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” diyebilir miyiz?

-Evet çıkarsamanız doğru. Genel bir yaklaşımla, yaşadığımız yerle “kim”liğimiz arasında doğrudan bir ilişkinin varlığından söz edebiliriz: Bütün hayatınız otelde geçiyorsa aileniz yok demektir. Bütün evlerin ve daha hacimli yapıların aynı şekilde inşa edildiği bir yerde yaşıyorsanız, mimari algınız ya yoktur ya da kitabidir. Bütün ömrünüz apartmanlarda ve kalabalık caddelerde geçiyorsa bedenen çok yakın durmayı ama ruhsal olarak uzak olmayı öğrenmişsiniz demektir. “mezarlığa nazır bir eve taşındıysanız” aklınızda ölüm var demektir. Fakat şair ve şiir için bu doğru orantı daima geçerli değildir. Yani şair, durmadan kırdan söz ediyor diye kırda yaşıyor değildir ya da şehirden kaçmaktan söz ediyorsa şehirden çıkmış değildir.

-Ne zaman kentler üstüne bir şiir okusam Kavafis'in 1910'da yazdığı o ünlü "Kent" şiirini anımsarım hemen. En çok da "Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler./ Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent" dizeleri etkiler beni. Yıllar bir başka kentte, bir başka ülkede, bir başka dilin içinde geçse de insanı yoğuran, etkileyen, besleyen asıl kent her zaman kendini anımsatmanın bir yolunu bulur yaşamda. Ne kadar çok kent gezilirse gezilsin, ne kadar çok yer görülürse görülsün 'Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın" diyor Kavafis. Şunu sormak istiyorum: Şairler kenti doya doya yaşadılar mı?

-Sorunuz aklıma Yahya Kemal’in ve Tanpınar’ın şehirle ilgili görüşlerini getirdi. Yahya Kemal’e göre Türk şehri, eski edebiyatta yoktur; yeni edebiyatta ise çok soluk bir durumdadır. Hiçbir Türk şairi mesela İstanbul’un Eyub’ünü Henri de Regnier’nin sonelerindeki gibi teganni etmemiştir. Tanpınar ise yaşadığımız şehirlerle bir aitlik ve sahiplik ilişkisi kuramadığımızı hepimizin belediyenin kiracıları gibi olduğumuz söyler. Buradan bakınca şairlerimizin şehirlerini sizin deyiminizle “doya doya” yaşamadıkları ortaya çıkar. Halk şiiri, kısalın şiiriydi zaten. Divan şiiri şehrin şiiriydi ama o şiirde de şehir bir saray istiaresi içinde vardı ve dünyanın merkezi olan en mükemmel şehirdi. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e daha doğrusu Yahya Kemal’e kadar olan dönemde Türk şairinin, içinde doğduğu şehre açıldığı; şehri, kendisini oluşturan, tamamlayan ve dönüştüren sürecin merkezi olarak algılayabildiği söylenemez. Böyle de olsa, şiirlerde şehir, bazen Divan Şiirindekine benzer, bir kültür ve iktidar merkezi, yüce duygular uyandıran manzaralar ve İstanbul insanının yaşama zevkini tasvir eden mesire yerleri olarak vardır. Bunun yanında Batıdaki romantikler gibi şehirden doğal mekânlara kaçma isteği, şehri kalabalık, kaba ve duygusuz görme eğilimi, Hamit’ten başlayarak Servet-i Fünûn’a uzanır. İstanbul’un uğradığı felaketlerin açtığı derin acılar, ekonomik ve sosyal değişmelerin değiştirdiği İstanbul’un doğurduğu eski İstanbul özlemiyle birleşir. Çok az da olsa Batılı şairin, modern şehirler karşısında duyduğu mahkumluk, isyan ve kaos, özellikle Fikret’le kendini gösterir. Şehri, yaşayan daha doğrusu şehri şiirinden şiirini de şehrinden çıkaran ilk şair Yahya Kemal’dir. Onun için İstanbul, sonsuza kadar sevilecek aziz bir sevgilidir; çünkü, ruhsal, estetik ve kültürel olgunluğunu tamamlamış bütün bir Türk-İslam medeniyetinin birleştiği, hayat bulduğu yerdir. Yahya Kemal için ferahlık da hüzün de İstanbuldan gelir çünkü onun her hali vatanın ruhunu aksettirir. Tanpınar, şairin İstanbul’a bakarken kendi iç aydınlığına daldığını söyler. Şehri doya doya yaşayan bir şar de Orhan Veli’dir. “İstanbul’u Dinliyorum” şiiri, aynı zamanda bir iç yaşantının dile dökülmesidir. Şiirdeki özne önceki yaşantıların ve deneyimlerin oluşturduğu şehir imgeleri içinde dolaşır. Kevin Lynch’in dediği gibi çevresel imgeler, zihninde kendilerini taşıyan kişiye bir güvenlik ve uyum duygusu verirler. Orhan Veli’nin İstanbul’u, içindeki her türlü çatışmaya rağmen büyük bir ritme ve enerjiye sahip olan bir yaşama merkezidir.

-Evin, barınak sağlamasının yanı sıra simgesel bir temsil olduğunu da unutmamamız gerekir diyorsunuz. Niçin?

-Ömer Naci Soykan, “Ev Üstüne Felsefece Bir Deneme” adlı yazısında, “ev dolayımında oluşan anlam alanlarını ayrıntılarıyla çepeçevre kuşatmak olanaklı olsaydı, sanırım ortaya evin içine aldığı bir evren resmi çıkardı der ve O zaman insanın sorası gelirdi: Ev mi büyük, evren mi?. İnsanoğlu, ev denilebilecek ilk özel çevresini kurarken, bir taraftan rakip güçlerin tehditlerinden korunmayı öğrenir; diğer taraftan, başka insan ve varlıkların girmeyeceği bir özel alan oluşturur; bir taraftan da yaşadığı doğal ortamdan farklılaşmaya başlar. Bu da gösterir ki, ilk evlerin de güvenliğin yanında, sınır çizme, yurt edinme ve gelişmelere açılma gibi anlam ve işlevleri vardır. Mustafa Armağan da, evi, hakikate temas etmiş bir iç dünyanın dışarıya taşmış bir tefekkür ve estetik izharı olarak görür. Dil ve düşünce arasındaki derin ilişki, insanla ev arasında da vardır. Bunlardan sonra söylenecek şey şudur: Ev, İnsanın ruhsal, bedensel, düşünsel varlığının bütün hallerini, bütün çelişki ve çatışmalarını, umut ve korkularını, iyilik ve kötülüklerini bilen ve hafızasına kaydeden mikro evrendir. İnsanlar ilk olarak dürtülerini orada tanırlar, anlam oluşturma sürecine orada başlarlar; özel ve genel sınırları orada çizerler. Bir bakıma zihin ve ruh evle birlikte yapılanır gelir. Elbette tersi de doğru olan bir gerçekliktir bu; evler de insanlara göre biçimlenir, yenilenir, hatırlar veya unuturlar. Ev, insanları, topluma hazırlar; aynı zamanda toplumdan ayırıp bir anne gibi korur onları.

Ev-insan ilişkilerindeki anlam alanları, edebiyatta, düz anlatımdan imgesel anlatıma kadar çok çeşitli biçimlerde görünür. Edebiyatta evin ilkel barınma ve korunma işlevleri silinir; edebiyatçı evden ya da evin bölümlerinden söz ettiğinde artık ev, orijinal olanı ve sonsuz yenileneni hafızasında saklayan bir varlığa dönüşür. Edebiyat metinlerinde ev, yalnızlığı ve çaresizliği barındıran bir kabuk olarak göründüğü gibi, görkemin ve nobranlığın sembolü olarak da görünebilir. Yine metinlerde ev, aile dediğimiz içindeki ilişkiler ağı ile sevgiyi örerken; mülkiyet dediğimiz sahiplenme duygusunu da besler. Edebiyatçıların özellikle şairlerin, dil içinde kendilerine özgü bir ev kurmak isteyişleri, ruhlarının aradığı evin imgesidir çoğu zaman. Dili içinde bir yabancı gibi, bir misafir gibi duran şair, ihtimal dünya içinde de evsiz barksızdır. Şiirdeki ev imgelerini fenomonolojik bir temele oturtan Bachelard, çok farklı kuramsal ufuklar çerçevesinde incelense bile ev imgesinin, insanın öz varlığının topografyasına dönüştüğünü söyler.

Bütün bu anlam birimlerinin aslında Türkçe’de ev kelimesinden türeyen isimlerde, fillerde, sıfat ve zarflarda ev kelimesinin el vermesiyle kurulan deyim ve atasözlerinde uç verdiğini hatırlatmak gerekir: “Evli”lerin bir evi vardır ve bu ev, yeni insanların doğup büyüyeceği bir mekândır. Evlilerin evleri, kendi içine kapanan, daralan bir yaşama alanı üretmez; tersine evin kapıları komşulara açılır; dışarı açılır, dünyaya açılır. Büyük küçük evden çıkan herkes de, dönüp gelirken, dünyadan bir şeyler getirir eve; böylece ev, giderek dünyalaşır. “Evlenmek”, hem ev sahibi olmak, hem de çoğalmak, evrenin çeşitli yerlerinde yerini almak demektir. Evlenenler, kendi evlerine çekilirken, aslında evrene doğru açılan bir üretime geçerler. Ev, evrenin direği, merkezidir; “dünyada mekân”sız (evsiz) ve ahrette iman”sız olmak, insanoğlunun fizik ve metafizik âlemde anlamsız ve işlevsiz kalmasıdır. Sadece dünyayı çoğaltmaz evler; âhireti de doldururlar insanla; çünkü “düğünsüz ev olsa da ölümsüz ev olmaz”. “Ev yıkanın evi olmaz” diyen kültür, evin, varlığı, canlılığı, çoğalma ve gelişmeyi, hafıza ve hayali içine aldığını, bir mikro kozmos olduğunu bilir. Böyle olunca da insan, eve girerken de evden çıkarken de aslında evrenin içine doğru ilerler. “Evsiz barksız” olmak, evrenin içinde bir yer edinememek, kendini var kılamamak ve üretememektir. Böyle bir insan için dünya anlamsız ve korku vericidir. “Evde olmak”, aklı ve ruhu yanında olmak, bilinci faal olmak demektir.

-Söyleşi için teşekkür ederim.

MEHMET NARLI: 1963’te Kahramanmaraş’ta doğdu. İl, Orta ve Lise öğrenimini bu şehirde gördü. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Bir süre edebiyat öğretmeni, araştırma görevlisi ve okutman olarak çalıştı.1996’da Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’nde, 1950 Sonrası Türk Şiirinde Bahattin Karakoç adlı teziyle yüksek lisansını, 2000’de Hacettepe Üniversitesi’nde Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme adlı teziyle doktorasını tamamladı. Halen Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Bazı akademik ve kültürel dergilerde özellikle roman - şiir eleştirileri/incelemeleri, şiir ve denemeler yayımlıyor.

Bilimsel Kitapları

Şiir ve Mekan, Hece Yayınları, 2007 Ankara

Roman Ne Anlatır, Akçağ Yayınları, 2007, Ankara

Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, 2006, Balıkesir

Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı yayınları 2002, Ankara

Şiir Kitapları:

Ruhumun Evvelyazıları, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1998, Ankara

Çiçekler Satılmasın, Dolunay Yayınları, 1988, Kahramanmaraş

(BU SÖYLEŞİ www.timeturk.com 'dan ALINMIŞTIR)