Menu
mihriban inan karatepe'yle söyleşi
Haberler • mihriban inan karatepe'yle söyleşi

mihriban inan karatepe'yle söyleşi



Mihriban İnan Karatepe'nin öyküleri Dergâh, Yedi İklim, Kafdağı, Hece ve Hece Öykü dergilerinde yayımlandı/yayımlanmakta. Karatepe, son kitabı Hacıyatmaz'la da, bu türdeki üretimine devam ediyor. Hacıyatmaz, Karatepe'nin Karanfil Durağı'ndan sonraki ikinci öykü kitabı Karatepe'nin ilk eserinde olduğu gibi, ikinci kitabındaki öykülerinde de, naif ve masalsı bir anlatımın egemen olduğunu görmek mümkün. Yazar, kitaba adını veren Hacıyatmaz isimli öyküsünde ise, yaşlı bir kadının ölüme uzanan, sorgulamalar ve anımsamalarla yüklü son anlarını hikâye ediyor. Hacıyatmaz ile hikâye dalında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ödüllendirilen Mihriban İnan Karatepe ile gecikmiş bir söyleşi yaptık kitabı ve yazarlığı etrafında.

- Hacıyatmaz sizin öykü serüveninizin yeni kitabı… Önce kitabınıza ad olarak seçtiğiniz öyküden başlayalım. Kitabınıza niçin bu adı uygun buldunuz?

-Bir yazar pek çok karakter çizebilir ancak bazı karakterlerle özdeşim kurduğu ve bazı öykülere de bu cihetle özyaşamöyküsü dendiği malumunuz. Kitapta yer alan öyküler içinde benim de favorilerim var. Çünkü kendi öykülerimin de okuruyum. Hacıyatmaz rahmetli anneannemin yaşamından ilhamla yazdığım favori öykülerimden biri olduğu için kitap adı yaparak onu taçlandırmak istedim.

- Hacıyatmaz'da yer alan öyküler dergilerde yayımlandı mı?

-Evet, ikisi hariç tümü yayımlandı.

-Sanırım öykü türü dışında başka türlerde eser vermiyorsunuz. Öykü üzerine de yazmıyorsunuz. Bugüne dek iki öykü kitabı yayımladınız. Kendinizi öncelikli olarak bir ‘yazar’ olarak mı tanımlıyorsunuz yoksa bir ‘öykücü’ olarak mı? Bu bilinçli bir seçim mi?

-Öykü türü dışında daha önce birkaç yazı yazmıştım bunlar edebiyat dergilerinde yayımlandı. Bunlar öykü üzerine inceleme türünde yazılardı.

Kendimi bir 'yazar' olarak tanımlıyorum. Çünkü yazmaya öyküyle başlamadım ve ne hâl üzere bitireceğimi son nefesime kadar bilemem.

Öykücülük adına üç-beş öyküye imza atmış kendi adından önce öyküsünün adı hatırlanan bir yazar olmayı dilerim. Yazarlık bağlamında ise daha gerçekleşmemiş hâyâllerim var.

- Öykünün görece olarak daha kolay okunan bir yazın türü olduğunu varsaydığımızda ve günümüzün hızlı hayat temposunu da dikkate aldığımızda, öykülerin daha çok ilgi görmesini beklerken hâlâ romanlar daha çok tutuluyor. Bu durumda ülkemizde öykünün romana karşı duruşunu tanımlayabilir misiniz?

-Öyküyü, modern şiiri ve romanı da biz tür olarak batıdan aldık. Bir medeniyet krizini idrak etmeye çalıştığımız günlerde romancılar toplumu eğitmeye çalışan misyonerler gibiydi. 1870’li yıllarda batılılar gibi yazmaya çalıştık. 1990’larda ise onlar tarafından ‘kabul edilme’ çabası sergiledik. Batılı roman anlayışının ilk örneği sayılan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat(1872)’tan başlarsak Türk romanının 130 yıllık bir geçmişi var.

Bizde roman, batıda olduğu gibi feodaliteden kapitalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve bireyciliğin gelişimi sırasında ortaya çıkan tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulların etkisiyle gelişen bir anlatı türü olmadı. Önce çevirilerle ardından batı romanlarının taklitleriyle sürdü.

Öykü de romanla beraber Türk Edebiyatı’na kazandırılan yeni bir türdür. Mustafa Nihat Özen gibi araştırmacıların Kerem ile Aslı gibi halk hikayelerini, mesnevileri, Yeniçeri ocaklarında okunan Hamzanameleri Türk romanının kaynakları arasında saymasına bakarsak Türk romanının hikaye üzerinden temellenen 300 yıllık bir geçmişi olduğunu söyleyebiliriz.

Batıda birey ile toplum arasında dengenin kaybolduğu durumlarda roman ortaya çıkmışken, günümüzde roman, hoşça vakit geçirme aracına dönüşmüştür. Medya ve kapital gücü elinde olan hatta bazı mihraklarla bağlantısı olan yazarların çok satan romanları rafları doldurmuş, hafta sonu market alışverişlerinde eve salça, makarna çocuğa bez alırken birkaç reyon ötede bu tip albenili romanlara rastlamak onlardan da sepete atmak mümkün olmuştur.

Öykü adına sevindirici gelişmelere rağmen hala romanın daha çok okunmasında medya ve reklam gücünü aramak lazım… Okunan iyi roman mı yoksa iyi pazarlanan roman mıdır, ayırt etmeli.

- Öykülerinize açık seçik bir kimlik biçmek gerekirse, Müslümanların modern hayat içinde karşılarına çıkan durumlar sanırım bu kimlik biçme sürecinde önemli bir yer tutar. Neden yaşamın bu kesiti? Öyküleriniz ve gündelik hayat ilişkisi noktasında neler söylersiniz?

-Çünkü ben en başta kendi öyküsünü yazan biriyim. Müslümanların modern hayat içinde karşılaştıkları durumları yazarken nasıl bir tutum izledikleri üzerinde durmanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Kişinin ilm-i halini bilmesi vaciptir. Neden yazmayalım ki? Bu yüzden benim öykü karakterlerim billurlaşmış karakterler olmayıp sevap ve günah arasında gidip gelen kire pasa bulanmış, canlı karakterler olmuştur.

- Rasim Özdenören bir konuşmasında öykünün "dişil" bir tür olduğunu ifade etmişti. Kadın öykücü tanımlamasını nasıl bakıyorsunuz?

Kadın yazar ya da kadın öykücü tanımlamasının gerekçelerine bakıyorum önce… Eğer bu tanım feminizm şartlandırmasıyla bir cinsiyet ayrımına çıkmıyor bilakis kadın ve erkeğin farklarını öne alıyorsa sorun yok.

Hikayenin kadın eliyle, diliyle başladığı tezini doğru kabul edersek; anlatma, hikaye etmenin kadına verilmiş bir yetenek olduğu da düşünülebilir. En önemlisi kadının erkeğe göre daha ayrıntıcı bakış açısına sahip olduğudur. Öykü rafine dili, kısalığı ve dört başı ma'mur kurgusuyla, evet, dişil bir tür olmalıdır.

- Mustafa Kutlu ile Rasim Özdenören Müslümanın trajik olup olamayacağı konusunda farklı düşünüyorlar. Kutlu olamaz derken Özdenören olur diyor. Siz ne düşünürsünüz bu konuda?

-Trajik’e yüklenen anlama bağlı bu biraz da… Klasik trajedi kötü, çirkin, bayağı şeyleri tiyatroya taşıyarak bu duygulardan arınmayı hedefliyordu ve daha realistti.

Özdenören seçme hakkına sahip insanoğlunun tarih boyunca bu istem ve istenç özgürlüğü sebebiyle ikileme düşebildiğini, kendisiyle çatıştığını, ihtilafta kalabildiğini ifade eder. Hz. Ali ve Hz. Muaviye’yi karşı karşıya getiren de buydu.

Peygamberlerin hayatına baktığımızda onların bile zaman zaman Hz. Yunus örneğinde olduğu gibi öz nefsleriyle çatışmaya düştükleri görülmüştür. Ancak hiçbir peygamber Allah ve ahiret konusunda kuşkuya kapılmamış, bu konuda sapasağlam bir inanç sergilemiştir.

Ancak nefs vardır, şeytan vardır ve insanoğlu ‘pek cahil’dir. Gerçek müslüman görmediği halde gaybe inanır bu konuda boşluğa düşmez ama zaman zaman şeytan amellerini kirlettiğinde tevbe kapısı açıktır. Zaten amel de imandan bir cüz’ değildir.

- Öykü ile hikâye arasında ayrım yapıyor musunuz?

-Öykü, müstakil bir türün adıdır. Hikaye ise bir formun adı olmaktan çok destan, masal, roman, fıkra hatta senaryoya kadar 'tahkiyeli' metinlerin ortak adıdır. Hikayenin temelinde 'nakletme'nin genişliği vardır. Gerçeği nakleden sireler, kıssalar, meseller öyküden önce gelir. Hikaye genel adı yerine öykü özel adından sözetmenin tarihi de yenidir zaten.

Halk hikayesi dediğimiz zaman bile hikaye formundan değil 'tahkiye edilen' metinden sözederiz. Çünkü öykü bir kez yazılır ve okunmak içindir. Halk hikayesi anlatanın bilgi ve yeteneği doğrultusunda zamana ve zemine göre farklılık arzedecektir. Öykü yazıldıktan sonra okunmayı bekleyen donmuş bir yapıyken, hikaye her daim yeniden doğabilir. Yazıya geçirilse bile birbirinden farklı nice nüshaları vardır. Bu yüzden bir ayrım yapmak zorunludur dersek daha doğru olur.

- Her yazarın yazın yaşamında temel kilometre taşları vardır. Sizin uğrak yerleriniz neler? Yazmak, sizce nedir?

-Yazmak, bir ölümsüzlük arayışıdır bence. Mağara duvarlarına resimler kazıyan insanların da amacı bu olsa gerekti. Belki bedenin faniliğini aşma çabasıydı yaptıkları. Kalıcı olmak, arkanda sustuğunda konuşacak bir şeyler bırakmak iç güdüsü…

Satır altlarını çizerek okuduğum ilk kitap Yusuf Kerimoğlu’nun Kelimeler Kavramlar’ıydı. Onsekiz yaşımda Seyyid Kutub’un Fizılalil-Kur’an’ı edebi yorumuyla dikkatimi çekmişti. Öykü türünü daha çok dergiler vasıtasıyla sevdim. Kayıtlar’da yer alan öyküleri ilgiyle takip ettim. Ramazan Dikmen ve Cemal Şakar atlamadığım öykücülerdi. Gerçek anlamda uğrak yerim Yedi İklim Dergisi editörü Ali Haydar Haksal’ın ofisi oldu. Pek çok yazarla orada tanıştım. Sonra hayatıma Hece girdi. Sanki telefonun ucundaki bir sesti, uzak fakat vazgeçilmez, sevgili bir dost gibiydi. Çünkü ben sokağa yalnız çıkamayacak kadar kalabalık ve eli kolu bağlıydım. Şimdi kitaplardan başka uğrak yeri olmayan biriyim.

- Siz eğitimci bir yazarsınız. Eğitimci olmanın yazarlığa katkısı ya da olumsuz etkileri var mı? Yazma, yaratma yönteminiz üzerinde duralım biraz.

-Eğitimci de yazar da soyut başarılar peşinde koşar. Çünkü muhatabı insandır. Uzun vadeli yatırımdır bir insanı eğitmek… Semeresini ya görürsünüz ya görmezsiniz. Çokça sabır gerektirir her ikisi de… Eğitimci olmak farklı hayatlarla yüzleşme imkanı sağladığından yazar için iyi bir malzemedir. Ancak yazabilecekken anlatıp durduğunuzdan tüketme ve tükenmeyle de yüzyüzesinizdir.

Aslolan bir cümle bırakmaktır hayatta bana göre. İnsana bir bakış açısı kazandırabilecek, hayatında bir dönüm noktası olabilecek, işte bu, dedirtebilecek… O tek cümle de kimbilir nice öyküler, denemeler, oyunlar ya da romanlar içinde gizlidir. 'Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır' prensibi hep aklımın bir köşesindedir. Yazar için de okur için de aslolan aramaktır. İster evde ister okulda olalım hep arıyoruz bu yüzden.

Yazma, yaratma yöntemim sıkıntılı, sancılı bir süreçtir. Günlerce birkaç cümlenin ötesine gitmez. Asla sular seller gibi yazamam. Öykünün kurgusu kafamda tamamlanmış olsa bile konu birimleri parça parça gelir. Önce küçük küçük notlar alırım ve daha sonra her birimi kurgudaki yerine yerleştiririm. Öyküsünü yazacağım 'şey'i bulmuş olmak bile sevinç kaynağıdır benim için. Onu zihnimde günlerce taşırım.

Ve her defasında yazabildiğim için şükrederim.

- Türkçe öykü dünyası 1990'lı yıllardan itibaren önemli bir nicelik artışına paralel olarak edebiyat kamuoyunun giderek artan ilgisiyle karşılaştı. Eskiden şiirle edebiyat yaşamına atılan genç sanatçılar, özellikle kısa öykünün dünyadaki gelişiminden etkilenerek öykü türüne daha çok ilgi gösterdiler. Özellikle kadın yazarların kısa öykü edebiyatına katkıları hiç de görmezden gelinebilecek gibi değil. Öyküye olan bu yönelişi nasıl açıklarsınız?

-Sözün zirvesi şiirdir. Şiirle başlayanlar artık öyküyle yola devam ediyorlarsa bu bir kan kaybının göstergesidir. Demek ki dimağımız biraz karışık ve bu yüzden ağzı kalabalık yazarlara dönüştük. Kısa öykü sanayi devriminin okur-yazar oranını yükseltme ihtiyacına da yardımcı olan bir türdü zaten. Otobüste, dolmuşta, durakta bir kısa öykü okursunuz. Kadın yazarlar da toplumsal değişimleri anne, eş, kardeş kimlikleriyle daha iyi değerlendirdikleri için kısa öykünün de hakkını vermişlerdir.

Öyküye olan bu yöneliş şiire dönükse ‘sadelik en son varılan aşamadır’ sözü yerini bulacak demektir. Şiir yazan öykü de yazar, her öykücünün içinde potansiyel bir romancı vardır yerine tersine bir oluşum daha umut vericidir bana göre.

- Öykü ortamının bu günkü durumuna değin düşünceleriniz neler?

-Oldukça iyi bence… Başka alanlarda popüler olan kişilerin bile son dönemlerde öykü yazmalarına bakılırsa öyküye ciddi rağbet var.

Öykü dergileri yayımlanıyor, yeni kitaplar çıkıyor, öykü yarışmaları düzenleniyor. Bindiğim dalı kesmiş olacağım ama, sen neymişsin, diyesim geliyor. Bu kadar tantana umarım sözün güzelini bulmak içindir.

- Öykü dergileri yayımlanıyor nice zamandır. Kimisi kapandı, bu gelişmelere ne diyorsunuz?

-Bir derginin mutfağında olmadım şimdiye kadar gerçek anlamda ama yayıncıların daha hakkaniyetle cevaplayacağı bu sorunuza zamanı ve zemini iyi takip edememeleri düzgün bir ekiple çalışmamaları, finansman yetersizliği gibi sebeplerin etkili olabileceği şeklinde cevap verebilirim.

- İlk öykünüzün yayımlanışından bu yan yazın anlayışınızda değişmeler / gelişmeler oldu mu?

Konular çeşitlendi belki ama biçimce bir değişiklikten sözedemeyiz.

- Söyleşi için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

(Bu söyleşi haksozhaber.net’ten alınmıştır)