-Son dönemde sanat konusunda gazete yazısının sınırları içinde güncel ve sorgulayan yazılar yazıyorsunuz. Bir sinema eleştirmeni eleştirememekten muzdarip olduğunu söylemişti bir söyleşide. Sayfa hali yani yer olmaması dolayısıyla. Oysa eleştirinin yeri genelde dergilerdir. Bu yüzden, dilerseniz söyleşimize şu soruyla başlayalım: Bir kitabı ya da bir konuyu bir köşe yazısında ele almanın güçlükleri neler? Bir sınırlılıktan mı söz etmek daha doğru, yoksa bir yeterlilikten mi?
-Gazete yazılarında vuruş (karakter) sayısı bellidir. Elbette bu bir sınırlanmayı ifade eder. Öte yandan, gazete yazıları zaten bir günlük ya da bir okunmalık yazılardır; deyim yerineyse kısa süreli bir tüketim malzemesidir. Haliyle, söz konusu sınır ve tüketim olgusu yazara söyleyeceğini özlü söylemeyi, ele aldığı konuyu en önemli yanlarıyla işlemeyi dayatmaktadır. Gazete yazılarımla eleştiri yapmıyorum. Ki, ayrıca yapmamam da gerekiyor. Özü itibariyle popülist olan bir düzlemde konuşuyorum çünkü. Popülist olan ciddi olanın düşmanıdır zaten. Bir farkla ki, edebiyat merkezli konuları işlemeyi öncelediğim için, bir kitaptan da bahsediyor olsam neticede bir edebi birikime yaslanarak yazmaya çalıştığım için popülerlik ve ciddiyet çatışmasından mümkün olabildiğinde uzakta durabiliyorum. Leblebiyi anlatıyorum yani, nohutun dikiminden anlatmaya başlayıp, ne kendimi ne de okurumu çarşafa dolaştırmak istemiyorum. Bu manada sınırlandırılmayı da makul görüyorum.
-Bu denemelerin/değinilerin yer yer eleştiri, yer yer tespit içerdiğini söyleyebilir miyiz?
-Avcının avcılık terimleriyle konuşmasındaki doğallığa göre evet, yer yer tespitler de içeriyor. Çünkü, benim işim eleştiri sonuçta; gazete yazısı yazıyor da olsam, eleştirel formasyonum bir şekilde kendini belli ediyor.
-Ömer Lekesiz hangi adlar, hangi konular üzerine yazacağını nasıl belirliyor acaba?
-Tıpkı eleştiride yaptığım gibi, gazete yazılarında da konu, isim belirlerken seçmeci davranıyorum. Bu tam da Tolstoy’un şu meşhur söyleyişine denk düşüyor: “Konuşacağın şey, suskunluğu bozmaya değecekse, konuş.” Gerek bir ismin ya da konunun önemimi söylemek, gerekse önemsizliğine, yanlışlığına vurgu yapmak için, “değerbilirlik” noktasını gözetiyor ve ona göre yazıyor veya yazmıyorum.
-Eleştiri yazılarınız, zaman içinde size birtakım sorumluklar yükledi mi? Böyle bir beklentiyi okurlarda ve yazarlarda algıladınız mı? Bu da sonuçta, içinizden geldiği gibi, içinizden geldiği yazarı/konuyu eleştirmek, tartışmaya açmak yerine, zaman zaman "bunun sırası değil, şimdi şu konuyla ilgili yazmalıyım, bu yazarı ele almalıyım" gibi öncelik değişimlerine yol açtı mı?
-Eleştiriyi benim kendi aklıma, idrakime karşı sorumluluk olarak gördüm hep; kendim için iyi okumak ve iyi anlamak eylemi… “Hakkaniyet” ölçüsünden taviz vermeme durumunu saklı tutarak söyleyecek olursam, dünden bugüne eleştiri yaparken / yazarken “misyon” anlamında bir sorumluluk duygusu içinde olmadım hiç; eserini eleştirdiğim kişi ne der, bu kitabın okuru ne der kaygısı içinde olmadığımı da rahatlıkla söyleyebilirim. Ancak, eleştirmen sayısının bir elin parmak sayısını geçmemesi, eleştirmenin kolay yetişmemesi gibi etkilerle, eleştirinin gerekliliğini idrak edenler tarafından adeta bu işe memur edildiğinizi de zaman içinde anlıyorsunuz. Örneğin, bu manada hassas olan birileri, “sen gazete yazıları yazamazsın, buna hakkın yok, gazete yazısını herkes yazar, sen eleştiri sorumluluğunu sürdürmeli ve sadece eleştiri yazıları yazmalısın” dediler ve demeye de devam ediyorlar. Benim dışımda gelişen bu talepleri de önemsemekle birlikte, ben kendi kararlarımla yürümeyi daha çok tercih ediyorum.
Sorunuzun üçüncü şıkkına gelince: Sanatçı gibi eleştirmen de “kendi zamanının çocuğudur.” Edebi planda tüm zamanları kuşatan bir perspektif geliştirse de öncelikle kendi zamanından yazmayı seçer. Fakat bu seçim öncelikler belirleme anlamına da gelmez.
-Geçerlilik'lerin gerçeklerin önüne geçirildiği; irdeleyici, sorgulayıcı bakışın önemli ölçüde iptal edildiği günümüz toplumunda 'has eleştiri' olanaklı mıdır?
-Kanaatim odur ki, has eleştiri her zaman vardı ve var olmaya da devam edecek… Popülist romancılardan biri, onca kitap yazdığı ve sattığı halde eleştirmenlerin kendisini görmemelerinden, hakkında bir tek satır yazmamalarından şikayet ediyordu bir söyleşisinde. Eleştiriyi hak edenin eleştirisi yapıldığına, eleştiri bekleyenler beklemekle avunduğuna göre demek ki, eleştiri “has” olma ve dolayısıyla “değerli” olma vasfını sürüdürüyor.
-Yazar-eleştirmenler konusunu da açmalıyız. Yazar-eleştirmen olmak, birinin birinden ödün vermek anlamına gelir mi?
-Yazar sözcüğünüzün yerine “sanatçı” sözcüğünü ikame ederek söyleyecek olursam, bu durum bence “ödün vermek”ten daha olumsuz bir duruma neden olabiliyor: Sanatçılıkla eleştirmenliği ortaklaşa sürürden biri, ikisinin birden hakkını veremeyebiliyor. Çünkü sanatçının yaptığı eleştiri doğal olarak kendi sanat anlayışını “had” olarak almasını beraberinde getirdiğinden, eleştirisi çoğu zaman adalet düşüncesi üzerinde yürümediği gibi, gerekli nesnellik şartlarının ihlalini de beraberinde getirebiliyor.
-İdeolojik olana/alana da değindiniz. Nedir ideolojik olan?
-İdeoloji, yaşanabilir dünya yaratmak adına ürettiğimiz felsefenin tümüdür. Bu dünyaya mahsus bir bilgi ve eylemle sınırlı olduğundan hemen her ideoloji özü itibariyle sekülerdir. Eğer seküler bir dünya görüşüne açıksanız, bir ideolojiyi benimsemeye de açıksınız demektir. Seküler olansa semavi olana düşmandır.
-İslamcılıkla sağcılık arasındaki ilişki ne durumda?
-İslamcılık, Meşrutiyet’lerle birlikte Cumhuriyeti de içine alan bir modernleşme projesidir. Ben İslamcılığı, kullanmak gereken yerlerde, bir tanımlama, Müslümanların farkını belirtme zorunluluğuyla kullanıyorum, yani söz konusu modernleşmenin adı olarak kullanmıyorum.
Benim kullandığım manada İslamcılığın, sağcılıkla bir ilişkisi yoktur. Sağcılık tam da modernleşmenin adı olan İslamcılığa tabi olma halidir. Bunun açık anlamı da, kendine mahsus bir hayat biçiminin savunucusu ve yürütücüsü olmak yerine, kendisine dayatılan hayat biçimini, dini renklerle makulleştirerek benimsemedir. Bu nedenle sağcılığın rengi ve ilkesi yoktur.
-Sağcılığın durakladığını, gerilediğini söylüyorsunuz. Bunu nasıl temellendiriyorsunuz?Bu süreçte başka düşünce öbeklerinin de aslında yerinde saydığını ima eden yaklaşıma nasıl bakıyorsunuz?
-Yukarıda zikrettiğim proje bazında bakarsak, aslında sağcılık ne duraklamış ne de gerilemiştir, bilakis daha da azgınlaşmıştır. Fakat, sağcılığın ideoloji olarak gerekli olduğunu söylemek, savunusunu yapmak “insani” değerlerle bağdaşmadığı için sahip çıkanı, üstleneni kalmamıştır. Aslında bu dediğim, sağcılığın temel karakterlerinden de biridir. Her zaman ve zeminde “gemisini kurtaran kaptan olma” niyet ve eylemi, düşünsel planda sağcılığın ifadesinden önce daima önde gelmiştir.
“Başka düşünce öbeklerinin de aslında yerinde saydığını” sağcı bir niyetle söylüyorsak, yine sağcılara mahsus tipik bir numara çekiyoruz demektir. Başkalarının edilgenliğini, kendi edilgenliğine gerekçe olarak almak ve bunu bir savunuya dönüştürmek zaten bir sağcının yapabileceği bir şeydir.
-Polemiklerin katkı sağlayıcı bir yanı olduğunu düşünüyor musunuz?
-Düşünmüyorum. Ancak, bu dille ve maksatlı olarak devrilen çamların yerine yeni çam fidanları dikme açısından küçük bir katkısının olabileceğini düşünüyorum.
-Bir yazınızda kullandığınız bir kavram var: ilgi dilenciliği. O hal bugün de devam ediyor. Daha ne kadar sürecek sizce? Sonu var mı?
-İlgi dilenciliğinin sonu yoktur. Çünkü bu bir karakter(sizlik) biçimidir; hak etmediğini elde etme çabasıdır. Edebiyat ortamında dün de vardı, bugün de var ve sanırım yarın da olacaktır.
-Postmodern darbeden ya da büyük kapatılmadan sonra hem yayın dünyasında hem de edebiyat dünyasında baş gösteren değişimden söz ettiniz. Kırılma noktası 28 Şubat mıydı?
8 Şubat, bence sebep olmaktan çok bir vesileydi. Darbenin biçimi ve mantığı açısından baktığımızda planlanan şey aslında bir imhadır. Etkili de oldu, olabilecek tüm olumsuzlukları üretti. Ancak, sonuçta bir gruptan, cemaatten değil topyekün bir Müslüman varlığından yani bu ülkenin halkından söz ediyoruz. İmha edilmek istenenin, imhasını önleme araçlarını üretmesinin de ötesinde meşruiyet alanını genişletme çabası ortaya koyarak genel bir tepkiyi geliştirmesi, “ötekileştirme” planlarını aşan çoğul bir sahiplenme eylemine yönelmesi doğaldı. Nitekim böyle oldu. Ötekileştirilmek istenilen, bunu talep edeni ötekileştirecek bir dili ve eylemi yüklendi.
-Peki, ana hatlarıyla, o günden bugüne edebiyat dünyamızda neler değişti?
-Öncelikle “hidayet” merkezli yazı çalışmalarının bir geçerliliği kalmadı. İnanç özneli edebiyat istismarı en az seviyeye indi; bunun yerini edebi kalitenin gözetilmesi aldı. “Dini yayın”cılık bir sektöre dönüşerek, edebiyat yayıncılığından ayrıldı. Cemaatlerden, tarikatlardan edebiyatçı yetişmeyeceği aşikar olarak görüldü ve dolayısıyla edebiyat eylemi için gerekli olan özgür düşünme biçiminin değeri pekiştirildi. Moral entelektüelite Müslümanların eline geçtiğinden, edebiyattaki sol hegemonya da büyük ölçüde kırıldı.
-Geç-kapitalizm denen bir süreci yaşıyoruz sosyal bilimcilere göre. Yaygınlaşan kitle kültürünün, çok s(a)tarlığın yaşanılan yozlaşmanın Türkiye'de edebiyatı ve sanatı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
-Edebiyatın hemen her devirde ilgileneni çok ancak edebiyatçı olarak geleceğe kalanı çok az olmuştur. Bence bu durum edebiyatın doğasını da tanımlıyor. Meşrutiyet devrinden kaç kişi kaldı geriye edebiyatçı olarak? Dağılma ve savaş şartlarında duygularını, düşüncelerini dile getiren binlerce isim vardı ve biz bugün onlardan sadece birkaçını hatırlıyoruz. Bu bizim zamanımız için de geçerlidir. Bugünün çok yazan ve çok satanlarından örneğin bir İskender Pala, Elif Şafak… yarın ki edebiyatımızda var olamayacaklar. Kitle kültürü dediğimiz şey yığının talepleriyle, beğenileriyle ilgili bir durumdur. Yığın, kaba gürültüye ve çığlığa değer verir; oysa ki bunların hükmü sabun köpüğününkiyle aynıdır.
-Hatları çok keskin olan yönlendirici yayınların ötesinde farklı düşünsel konumlanıştaki edebiyat dünyasının birbirleriyle ilişkilerinde görece bir diyalog var gibi. Bu süreci nasıl izliyorsunuz?
-Bu bir süreç mi, şartların gerektirdiği bir zorunluluk mu, bundan emim değilim. Ancak görebildiğim şudur ki, edebi kaliteyi nihai bir hat olarak seçtiğinizde ve kimliğinizden taviz vermeksizin edebiyat adına konuştuğunuzda, aynı tutumu benimseyenlerce destek ve saygı görüyorsunuz. Bu manada, solcularla Müslümanlar arasında edebiyat ortak paydasında buluşmanın büyük oranda gerçekleştiğini düşünüyorum.
-Edebiyat dilinin doğal gelişiminden yana olduğunuzu da sezmek mümkün. Ortak bir dilin inşa edilmesinin gerekliliğinden söz ediyorsunuz. 20. yüzyıl hesaplaşması daha bitmedi mi? Bu sorun kapanmadı mı? Önyargıları olabildiğince edebiyatın dışında tutabilmenin güçlüğü üzerinden şunu sormak istiyorum: Bu kolaylıkla kapanabilir mi?
-Dilimiz, haysiyetimizdir; dilimiz kimliğimizdir. Eğer, dilimizi farklı bir yaşama biçiminin adı kılabiliyorsak, kapitalizm ve küreselleşme vahşetine karşı bir duruşun adı kılabiliyorsak değerlidir. Konu, bir hesaplaşmanın bitip bitmemesinden çok, yaşadığımız dünyaya sadece kendimiz için değil herkes için sahip çıkıp çıkmamamızdadır. Bir solcu, yaşadığı dünyayı Müslümansız, bir Müslüman yaşadığı dünyayı solcusuz, düşünmediği gün bitecektir asıl problem. Bunu edebiyata uyguladığımızda has edebiyata sahip çıkmanın mahalle duyarlığını aşan bir eylem olduğunu anladığımız ve uyguladığımız zaman bir çok problem de kendiliğinden halledilmiş olacaktır.
-Sanata dair tartışmalarda görsellik ya da sinema hep ön planda son zamanlarda. Bunu neye bağlıyorsunuz?
-Sinema başlı başına bir dildir. Görünen dünyanın sinema üstünden kutsanması ve görünmeyenin sinema üstünden gösterilmesi iki ayrı tutumdur. Görünenin pornografik bir düzeye taşınması yani teşhircilikte haddin aşılması bence sinema dilinin de tahrif edilmesini beraberinde getirir. Ancak görünenin yaratılana ilişkin “hayret”imizi artırması açısından sinemanın etkisini de yadsımak mümkün değildir. Ben sinemanın etkisine daha çok bu perspektiften bakıyor ve ikinci tutumun hakim olmasını umuyorum.
-Edebiyatımızda yada genel olarak kültürel olarak adlandırılan alanda eleştirmenin niceliği ve niteliği üzerine olumlu, olumsuz yargılar okuyoruz sürekli. Siz bu yargılara ne düzeyde katılıyorsunuz?
-Eleştiri olmasaydı, onun gereksizliğini söyleyenler de olmayacaktı. Demem o ki, antitezin varlğı tezin varlığına bağlıdır. Eleştiriyi gereksiz ya da yetersiz görenler çoğunlukla bekledikleri eleştirilere ulaşamayanlardır. Bu konuda son tahlilde söyleyebileceğim şudur: Var olan, onu inkar edenin varlığından çok çok daha büyüktür. Eleştiri kurumu onca eleştiriye, kuşkuya, reddiyeye muhatap olmasına rağmen halen var ve varolmaya da devam edecek.
-Söyleşi için teşekkür ederim. . . .
-Asıl zahmetleriniz için ben teşekkür ederim.
(UMRAN DERGİSİ, MART 2010)