Menu
BAHTİYAR ASLAN İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • BAHTİYAR ASLAN İLE SÖYLEŞİ

BAHTİYAR ASLAN İLE SÖYLEŞİ

“Yazmak yaşamaya, yaşamak yazmaya dâhildir.”

“Kemal, kelamdadır” diyorum. Çünkü Allah, dinini söz üzere tamamlamıştır. Mesele uzun ama şöyle özetleyebilirim; bir şey anlatmaktan, bir şey söylemekten çok söz söylemeye, sözün kemalle ilgili boyutuna dokunmaya çalışıyorum. Yazının kaderi dediğim şey de bu olsa gerek.”

Bahtiyar Aslan, 15.04.1971 tarihinde Kahramanmaraş’ın Elbistan İlçesine bağlı Ortaören köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Elbistan’da, Liseyi Kahramanmaraş’ta tamamladı. (1988). Fırat Üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi (1994). Aynı yıl Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladı. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsünce yürütülen Yüksek Lisans Programı çerçevesinde Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalında, “Sezai Karakoç’un Şiirlerinde Kadın ve Aşk Olgusu” adlı teziyle mezun oldu (1998). Doktora Eğitimini yapmak üzere YÖK Kanununun 35. Maddesiyle, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüne görevlendirildi (2002). “Cumhuriyet Dönemi Roman Kahramanlarında Kültürel Bocalama” başlıklı teziyle Doktorasını tamamladı (2009). Bir süre Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde görev yaptı (2009-2010). Daha sonra Ardahan Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesinde öğretim üyesi olarak çalıştı (2010-2012). Halen İstanbul Kültür Üniversitesi fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğretim üyesidir. Türk Edebiyatı, Yedi İklim, Türk Dili, Dil ve Edebiyat, Bizim Külliye, Dergâh, Yom Sanat, Nilüfer, gibi dergilerde makale, şiir, öykü, röportaj ve denemeleri yayımlandı.

Eserleri:SU (Şiir) 2004, Kalaycının Dediği (Şiir) 2015,Sessiz Hikâyeler-Kentin Haberi Yok (Hikâye) 2012

Sessiz Hikâyeler-Cennetin Son Saatleri (Hikâye) 2015, Kar ve Düğüm (Hikaye) 2018, Günebakan-Yeni Türk Edebiyatı Değerlendirmeleri 2012, Muhan Bali’ye Mektuplar (Araştırma-İnceleme) 2015, Yazının Gölgesinde (deneme) 2018, Bilinmeyen Röportajlar (Söyleşi) 2018

Bahtiyar Bey, ‘Kar ve Düğüm’ kitabınız hayırlı olsun, bahtı açık olsun. İlk sorumu sizin öykünüzden çalarak yine size yöneltmek istiyorum. “Sen “Yaz” Demeseydin” adlı öykünüzün bir yerinde manidar bir halde: “Eğer kadere dokunmayacaksan, kaderi yazmaya cesaret edemeyeceksen neden ve neyi yazıyorsun?” diye soruyor ve yine “yazının da kaderi vardır” diye devam ediyorsunuz. Bu bağlamda soracak olsam, şiir, deneme ve öykü alanında ürünler veriyorsunuz ve aynı zamanda akademisyensiniz siz bu soruyu okuyucularımız için cevaplayabilir misiniz, yazının sizdeki karşılığı nedir, siz neden ve neyi yazıyorsunuz?

Öncelikle “Yazının da kaderi vardır” diyenin hikâye kahramanım olduğunu söylemek isterim. Kahramanın yazarın sözcüsü olduğu durumlar var elbette. Doğrusu, sadece yazıyı değil hayatı kaderle izah etmeyi tercih ediyorum. Kadercilikle değil tabii. Bu tutumumun anlamı hikâye ya da şiirin kendisini yazdırıyor olmasıyla ilgili. Buradan bir mistifikasyon çıkarmak niyetinde de değilim ama böyle bir şey de var. İzahını çok açık bir şekilde yapmak mümkün değil. En hafif ifadeyle hikâye ya da şiirin yazılışında, yazılma sürecinde bir doğallık olmasını önemsiyorum. Mesela kurgunun zihinsel bir şey olmasına pek müsaade etmiyorum hikâyede. Hikâyenin ilk cümlesi sonrakini belirlesin istiyorum. Böylece devam ediyor metin ve aslında ilk cümleyle birlikte hikâyenin kaderi de belirmiş oluyor. Ancak bu beliren kaderin hemen zihnime düşmesi söz konusu değil. Onu ben de hikâye bittiği zaman fark ediyorum.

Çocukluğum sözün kutsandığı bir ortamda geçti. İyi şiirlerin, iyi ağıtların kadınlar, erkekler tarafından yüceltildiğini görerek büyüdüm. Bir de şairlere çok farklı yaklaşılıyordu. Onlardan söz edilirken hürmet ifade eden sözler kullanılıyordu. Bunun bir sonucu olsa gerek; sözün bende her zaman kutsal bir anlamı oldu. Bir de insanlık tarihine baktığımda âdemoğlunun kemalinin söz üzerinden olacağını görüyorum. “Kemal, kelamdadır” diyorum.Çünkü Allah, dinini söz üzere tamamlamıştır. Mesele uzun ama şöyle özetleyebilirim; bir şey anlatmaktan, bir şey söylemekten çok söz söylemeye, sözün kemalle ilgili boyutuna dokunmaya çalışıyorum. Yazının kaderi dediğim şey de bu olsa gerek.

‘Leyla ve Aynada Küçük Fugue’ adlı ilk öykünüzün bir yerinde Hz. Ali’nin benim de çok sevdiğim ve sık sık konuşmalarımda mihmandar eylediğim “İlim bir nokta idi onu cahiller çoğalttı” sözüne yer veriyorsunuz. Son dönemde özellikle öykü alanında ürünler verilmekte. Şiir alanında da aynı durum söz konusu. Genel anlamda edebiyat alanında bir hareketlilik mevcut. Mezkûr sözü bu bereketli ama nitelik açısından düşündüren edebiyat verimliliği konusuna uyarlasak acaba bu konuda bir akademisyen aynı zamanda yazar olarak bize neler söylersiniz?

Özelde edebiyatın, genelde de sanatın metalaşması diye bir şeyden söz ediliyor biliyorsunuz. Edebiyat ve üretim ilişkisi ürkütücü bir duruma geldi. Hatta edebiyat bu ilişkiyi fazla benimsemiş görünüyor. Üretilen bir şeye dönüştü artık. Kitlelerin zevklerini merkeze alan bir yayın faaliyeti revaçta. Gazeteci olmayan gazete patronlarının yaptıklarını, yazar olmayan yayıncılar da yapıyor. Yazar artık yaratıcı değil üretici olmaya zorlanıyor. İşin bu yanıyla ilgili söyleyecek o kadar çok şey var ki…

Şiirin en milli sanat olduğu öteden beri söylenen bir şeydir. Hikâye de bu anlamda şiire yakındır. Bunu sözü bir yere getirmek için söylüyorum. Nitelikli edebiyat yapmaya çalışan bazı yazarların da bakışlarının ülke sınırlarının dışına, bizden olmayana çevirdiklerini görüyorum. Kendini mesela Virginia Woolf gibi düşünmeye, duymaya zorlayan birilerinin varlığı beni rahatsız ediyor. Kendilik bilincini milli kültürden bağımsız kurma çabasını anlayamıyorum. Bu tip eserler dil açısından belli bir niteliğe sahip olsa da yerli olamıyor. Gene de çok ümitsiz değilim. Hikâyede çok ciddi arayışlara şahit oluyoruz. Ama metalaşan edebiyat ve özenti edebiyatın çıkardığı gürültüde nitelikli metinler kaybolup gidiyor. Artık bir şaheser yazsanız da kimsenin umurunda olacağını sanmıyorum.Edebiyatın metalaşması toplumun estetik algısını da epeyce aşağılara çekti. Ümitsiz değilim dedim ama gene de ümitsiz bir tablo çizdim. Nitelikli metinlerin az ama her çağda okuyucusu olacaktır. Gürültü ile ses ayrı şeylerdir. Önemli olan ses bırakmaktır.

Üç öykü kitabınız yayımlandı, son kitapla daha bir yoğunlaşan derinlikli imgesel daha çok örtülü bir anlatımla uzun şiirler okuyor gibi oldum adeta. Şiirselliğe yaslı, bilinç akışının başdöndüren hız ve kıvraklığıyla akan öykülerinizle adeta okuru zorluyorsunuz. İmgesel yoğunluğun şiirsel ironiyle sarmalandığı ve biçimsel anlamda artık yerleşmiş olgun bir dille oluşan öykü dünyanızda arayışlarınız sürüyor mu yoksa artık böyle bir anlatı mıdır tercihiniz?

Her yeni hikâye, bir öncekini aşmak iddiasıyla yazılıyor. Bu kendiliğinden olan bir durum. Yazarken öncekini tekrarladığımı ya da ondan geride kaldığımı hissettiğimde bırakıyorum. Her seferinde bunu başarıyorum diye bir iddiam yok. Hissi bir şey bu. Öyle hissediyorum. Bilinçli bir arayışım olduğunu çok da söyleyemem. Hikâyelerimde olduğunu söylediğiniz imgesel yoğunluk, bilinç akışı filan da bilinçli yapılmış şeyler değil. Daha doğrusu bunlar yazarda zamanla yetiye dönüşen, onun temellük ettiği şeyler oluyor. Yazarken de bilinçten bağımsız olarak açığa çıkmış oluyor. Böyle olması gerektiğini düşünüyorum aslında. Dolayısıyla arayışım bu anlamda devam ediyor. Temellük etme meselesini önemsiyorum. Hikâyelerimdeki imgeler bir anlamda geleneğin içselleştirilmesinin, temellük edilmesinin ifadesidir. Şunu söylemeye çalışıyorum; geleneğin değerlerinin, ilkelerinin bireysel ifadeleridir. Bu bakımdan dikkatli okunduğunda birçoğunun geleneğin mazmunlarıyla buluştuğu görülebilir. Okuru zorlayan tarafı bu. Tabii tamamen bireysel olan imgeler de var. Fakat onları buluşumun arkasında gene geleneğin gücü var. En başta dil sizi buna zorluyor. Esasen bir dilin imkânları içinde yeni imkânlar araştırmaktır yazmak biraz da.

Şair, Paplo Neruda’nın kendisi gibi ünlü bir yazar olan Eliot, has okurudur. Bir gün Eliot, kendisinin de artık şiirler yazdığını ve yazdığı bu şiirleri dinlemesini ister kendisinden. Fakat büyük şair kendisinden uzaklaşır, adeta kaçar. Bu duruma şahitlik eden Fraze: “Neden böyle davranıyorsun Eliot’a” diye sorar. Neruda: “Okurumu yitirmek istemiyorum, ona bunca özen gösterdim… Şiirimin kıvrımlarını bile yakından tanıdı. O resim yapabilir, denemeler yazabilir. Fakat ben okurumu elimde bulundurmak, kendim için alıkoymak istiyorum” diyerek anlamlı bir şekilde cevap verir ve devam eder: “Zira böyle giderse şairler bundan sonra yalnızca öteki şairler için şiir yayımlayacak… Her biri kendi şiir dergiciliğini çıkarıp ötekinin cebine koyacak” (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum - Paplo Neruda) .Siz aynı zamanda bir şairsiniz ve bir edebiyat dergisinin de editörü olarak,  Paplo Neruda’nın has okurunu kaybetme noktasındaki bu endişesi karşısında neler söylersiniz? Yine son dönem yazın dünyasında meydana gelen kamplaşmalar,  adeta ötekini görmezden gelme durumları sözkonusu bu konuda neler düşünüyorsunuz. Okurdan çok yazar adaylarının, şair adaylarının ortalarda olduğu bir ortama dair sizin söylemek istedikleriniz var mıdır?

Kolay okunan metinlerin çağında olduğumuzu iddia eden pek çok yazar, düşünür, eleştirmen var. Fast-food çağı… Tüketimin hızına vurgu yapan, metinlerin kısalması gerektiğini, iki durak arasında okunacak uzunluğun kâfi olduğunu savunanlar çok. Kolay okunmak bir nitelik kaybına işaret ediyorsa, edebiyat açısından durumun çok tehlikeli olduğunu düşünmemiz gerekir. Okur kaybı, öncelikle böyle bir yaklaşımın ya da gerçekliğin sonucu. Nitelikli metin okumaya talip olan insan sayısı gittikçe azalıyor mu? Hep mi böyleydi? Bunu söylerken kendi metinlerimi beğendiğim anlamı çıkmasın. Ama nitelikli metin yazma gibi bir endişem olduğu bilinsin, yeter. Şiirde durum hikâyeden daha kötü görünüyor. Gerçekten bir gürültüye dönüştü. Yaşayan şair sayısı geçen asrın tümünde yaşamış şair sayısından fazla. Bu kalabalığın arasından birilerinin temayüz etmesi çok zor. Temayüz etme endişesine düşenlerden bazıları da tuhaf hatta züppece şeyler yapıyor. Bütün bunlardan sonra şairlerin bile şairleri doğru dürüst okumadığı bir edebiyat ortamı kaçınılmaz oluyor. Zamana inanmak gerek. İyi metinleri yaşatıyor, kötüleri hiç acımadan yok ediyor.

Bir de tröstleşme, kamplaşma var tabii. Kendi onayından geçmeyenin şairliğini ya da yazarlığını yok sayan, görmezden gelen yapılar var Türkiye’de. Bunu itiraf etmek lazım. Kendi cemaatini oluşturan edebiyat şeyhleri var. Müritlerinin bağımsız hareket etmesi mümkün değil. Bu yapılar, müritlerinin metninin niteliğine dikkat etmezler. Etmiyorlar da. Neresinden bakarsanız kirli bir dünya. Editörün ya da genel yayın yönetmeninin; “Bana itaat eder mi?”, yayıncının; “Çok satar mı?” sorusunun arkasından baktığı bu dünyanın temiz kalması pek de mümkün değil esasen. Fakat gene de köşede bucakta bu işi hakikaten dilin haysiyetini düşünerek, kelamın kemalle ilişkisini merkeze alarak yapanlar da yok değil. Daha açık nasıl söyleyebilirim!

‘Rüya Melekleri’ adlı öykünüzü okurken adeta hem şaşırdım hem imrendim diyebilirim. Yıllardır içimde gezdirdiğim ‘harman yeri’ ve ‘mezarlık’ imgesini öylesine anlamlı ve zengin çağrışımlarla bir araya getirmişsiniz ki, doğrusu bu öykü çok özel oldu benim için. Köy kökenli öykülerinizde yine belirli imgesel çağrışımlar yüklü anlatımlarınız bulunmakta. “Ben, insanın yazarak kendi imgesini aradığını, sonra o imgeye dönüştüğünü düşünüyorum. Yazılan her şey artık yaşanan ya da düşünülen şey olmaktan çıkıyor, dönüşüyor. Yazının kendisinin hayatın imgesi olduğunu düşünüyorum” diyorsunuz bir söyleşinizde, ‘hayatın imgesi’  olarak baktığınız ‘yazı’, çocukluğun dünyasındaki imgesel çağrışımlara ne denli yolcu olur, çocukluğun yazar muhayyileye katkısı nasıldır diye sorsam bu bağlamda bize neler söylersiniz?

Zor sorular bunlar. Bu sorularla beni düşünmeye sevk ettiğiniz için ayrıca teşekkür ederim. Çocukluk, eşyayla ve olgularla saf ilişki kurduğumuz tek dönem. Ondan sonra bu ilişki kirlenmeye başlıyor. Olumlu cehalet diye bir şey olmalı bu anlamda. Eğitim, insanın eşyayla ve olgularla kurduğu ilişkiyi kendisi belirlemek istiyor. Uslu çocuklar oluyoruz böylece. Saf ve özgür ilişki biçimi kayboluyor. Bize verilen bir takım kıstasların penceresinden bakmaya başlıyoruz. Biraz da ideolojik bir şey bu. Eğitim bir ideolojik aygıt. İnsanı herkesleştiren bir araç. Herkes aslında hiç kimsedir bu anlamda. Çocuklukta önünüzde hiçbir engel yoktur. Hayaliniz alabildiğine özgürdür. Üstelik çocuğun sanatının önünde bir kıstas da yoktur. Daha doğrusu kıstas bilincinden, sınanma korkusundan uzaktır çocuk. Çağın gerçeklik anlayışıyla buluşmak zorunda değildir. Taşları yere bağlayan bir yasa da yoktur.

Ben, çocukluğunu bir masal gibi yaşayanlardanım. Çocukluğunu böyle yaşayan son kuşaktanım. Benden sonrakiler elektrikli bir dünyaya, televizyonun hayal kurmaya imkân vermediği bir dünyaya doğdular. Gerçeği insanın yüzüne yüzüne çarpan, onu, ona inanmaya, tabi olmaya zorlayan bir dünya var artık. Gerçeğin alanı çok genişledi. Hayale yer bırakmayacak kadar genişledi. Şimdi yazarken bir bakıma bir katarsis/arınma yaşamaya çalışıyoruz. Çocukluktaki saflığa ulaşmak için üzerimizdeki tozları silkelememiz gerekiyor. Bunu da ancak çocukluğun çağrışımlarıyla yapabiliyoruz. Bu yüzden sanatın dönüp dönüp çocukluğun üstüne eğileceğini, düğümleneceğini düşünüyorum. Yaşadığım hayatın, şahit olduğum dünyanın yüzüne çocuk gözlerimle baktığım zaman sanat anlamlı bir hal alıyor.

 “Ay ışığı akıp gidiyor suyla birlikte.” (Nefsinden Başkası Değildir Gömdüğün sf: 42), “Seyrek kırçıl sakallarının ucundan damlayan suları melekler topladı” (Rüya Melekleri, sf: 48), “Kapının dövme demirden zerzesi, olduğu yerde sallandı, kapının döşüne döşüne küt küt vurdu” ( Yay da Bizdik Ok da” Sf: 66) şiirsellikle derinleşmiş imgesel anlatım ve betimlemeler kitabının tüm öykülerine hâkim.“Kapalılık, anlaşılmazlık gibi kaygılar okur merkezli yazarlar içindir. Doğrusu ben yazarken okuru hiç hesaba katmıyorum. Kendim için yazıyorum hikâyelerimi. Hikâyelerimde kendimi arıyorum, sınırlarımı yokluyorum” diyorsunuz bir söyleşinizde. Anlaşılacağı gibi imgesel ve derinlikli tahkiyenin merkezde olduğu kapalı bir anlatım tercihiniz. İlerleyen zamanlarda bu yazım tercihiniz bu şekilde mi devam edecek, “okuru hiç hesaba katmıyorum”derken acaba çok mu iddialı bir söylemde bulunuyorsunuz, ya da şöyle sorsam kendiniz için yazdığınızı ifade etseniz de,siz hangi okura yazıyorsunuz?

İnsan için aslolanın değişmek olduğunu düşünüyorum. Zaman zaman yazdıklarıma, söylediklerime yabancılaşıyorum. Bu anlamda bir tutarsızlıktan da rahatsız değilim doğrusu. Dolayısıyla daha evvel söylediklerim beni bağlamıyor. Tabii işin şaka tarafı bu biraz. Ama şimdi bu söylediklerimi işitince hangi bağlamda söylediğimi düşündüm. İnsanda değişim kaçınılmaz olsa da düşüncenin omurgasında bir tutarlılık oluyor hep. Kendim için yazıyorum, evet. Ama metinlerimi geri dönüp okumuşluğum yoktur. Birileri okusun diye de yazıyorum dolayısıyla. Ama yazarken okuru hiç hesaba katmıyorum. Kendimle başbaşayımdır. Kendi beğenime sunarım. Yazdıklarımdan önce ben hoşnut olmalıyım. Ama yazdıklarım, arayışlarım birilerinin arayışlarına mutlaka denk gelecektir. Dolayısıyla hesaba katmasam da bir yerlerde metinlerimle duygudaşlık kuracak birilerinin olduğunu biliyorum. Okuru hesaba katarsam üreticiye dönüşebilirim diye de bir korkum var. Piyasa yapmak gibi bir şey olur bu. Dedim ya, dilin haysiyeti çok önemli. Dil, büyük bir mucize ve kendi içinde de mucizeler barındıran bir şey. Bizi tutup kaldıracak o. Ona emek verdiğinizde size daima daha fazlasını veriyor. Yazarken hiç hesap etmediğiniz şeylerle buluşuyorsunuz. “İlham kalemin ucundadır” dedikleri bu olmalı. Yazarken bunun hazzını da duyuyorum. Benim aradığım okur, hikâyelerimi okurken dille bu tür bir ilişki kurabilmeli. Böylece benim yolculuğuma eşlik edebilir. Bunu, yaptığım işin önemli olduğuna birilerini ikna etme duygusuyla söylemiyorum. Kendimce bir şey yapıyorum, böyle olduğunu biliyorum. Bazen bütün bunları çok önemsemediğimi de hissediyorum. Yazıyoruz işte. Ne oluyor sanki?

İşin mutfağında bulunmak yazarı ürün verirken nitelik ve nicelik olarak zorlayan bir durum gibi algılanır her zaman. Daha doğrusu akademik dünyada ne yazık ki şiirle, öyküyle uğraşan ve bunları okuyarak ürünler veren yazarlara rastlamak zordur. Sizin akademisyenlikle beraber yürüttüğünüz yazınsal dünyanızda bereketli ve gerçekten alanında özgün, nitelikli eserler ortaya koyduğunuzu görüyoruz. Öykülerinizde biçimsel anlamda rafineleşmiş bir dil, olaylara bakışınızdaki farklılıklar, ayrıntıdaki ustalık dikkat çekici. Bunu nasıl başarıyorsunuz bu anlamlı mesafeyi koruyarak, sanatçı kimliğinizle yoğrulmuş eserleriniz nasıl ortaya çıkıyor bu konuda okurlarımıza neler söylersiniz?

Sorularınızın girizgâhında yazdıklarımla ilgili gönül okşayıcı sözler söylüyorsunuz. Öncelikle teşekkür ederim. Bunun iyi bir taktik olduğunu kabul ediyorum, karşıdakini konuşturmak için. Akademik yanımı önemsiyorum. Ekmeğimi oradan kazanıyorum sonuçta. Ayrıca özellikle akademik çalışma yapmak da çok keyifli bir şey. Hayatımın en güzel anları çalışmaktan bitap düştüğüm anlardır. İyi yazılmış bir akademik metni okumak da çok keyiflidir. Hikâye ya da şiir yazarken de son noktayı koyduğumda benzer bir mutluluk yaşıyorum. Ve hep mesai zorunluluğu olmadan sürekli okuyup yazacak bir hayatı özlüyorum. Hem akademik, hem sanatsal… Hikâye yazarken akademik birikimin belli bir katkısının olduğunu inkâr edemem. Ama aynı zamanda bir o kadar da engelliyor. Çünkü yazdığınız her metnin ne anlama geleceğini, nasıl eleştirileceğini de biliyorsunuz. Bir de mesleğiniz gereği yazdığınız alanla ilgili belli bir birikiminiz oluyor. Hiç hikâye okumamış birinin yazdığı her şeyin hikâye olduğunu düşünmesi ne kadar mutluluk vericidir. Cahillik bu anlamda gerçekten mutluluktur. Türk şiirinin nerede olduğunu bilmeden şiir yazan ve yarım yamalak bir kafiye tutturduğunda başardığını sanan adamın içine düştüğü aldanmaya kim özenmez ki! Modern şiiri bilmediği için aruzla yazdığında hedefe ulaştığını sanan insanlar var mesela. Hedef hiçbir zaman yeni bir şey, ya da yeni bir tarz değil.

Eğer dediğiniz gibi başarabiliyorsam bunun bir tek izahı var: dili, dilin hallerini temellük etmek. Bunu başarabildim mi gerçekten, bilmiyorum. Bunun sonu olup olmadığını da bilmiyorum. Dilin içinde sonsuz bileşenler oluşturmak mümkün olduğuna göre sınırsız bir alanda sona ulaşmak için koşuyorum. Umutsuz bir koşu değil bu. Ama sona varamayacağım da. Dilin hallerini temellük etmek, kültürü de temellük etmeyi gerektiriyor. Bu bir evren algısını ve yorumunu gerekli kılıyor, bir yoruma eklemlenmeyi… Türk milletinin tarih içindeki yorumuna eklemlenmekten bahsediyorum. Şiirin milli oluşu biraz bunlarla ilgilidir. Ortada bir başarı varsa bu dilin başarısıdır. Benim yaptığım bu başarıya ortak olmak olabilir olsa olsa. Bu epeyce uzun bir mesele aslında. Ama bir röportajda daha fazlasını söylemek de caiz olmasa gerek…

 “Ama şiire veda ettim. Bu bir gösterge mi bilmiyorum. Soytarıların sanatı olmaya    başlamıştı. Yaşamadan yazanların, yazmadan yaşayamayanların…” ‘Nefsinden Başkası Değildir Gömdüğün’, adlı öykünün içinde adeta ince bir eleştiri ve manifesto havasındaki cümleler dikkatimi çekti. Öncelikle siz kendinizi hangi türe yakın hissediyorsunuz ve sizde yazıyla yaşamın birbiri ile iletişimi veya hesaplaşması nasıldır?

Başka bir vesileyle de söylemiştim sanırım; şiirin bir hayat tarzı olduğunu söylemiştim gençlik yıllarımda. Şiiri yaşamak diye bir iddiam vardı. Şiir gibi yaşamak değil ama. Bunun cahil cesaretiyle söylenmiş bir şey olduğunu kabul ediyorum. Şiir ya da hikâye yazmalıyım duygusuyla yazmayı kabul edemedim bir türlü. Yani hâlâ o söylediğime yakın duruyorum. Şiirin yeri her zaman başkadır. Söz sanatlarının hepsinin merkezinde şiir durur. Fakat şiir çok kıskançtır. Hikâye yazarken şiire yaklaşırsanız hikâyeyi yükseltir. Ama şiir yazarken hikâyeye yaklaşırsanız şiiri indirger. Hikâyede söylediğim sözle bir yerleri hedeflediğim belli. Şiiri yaşamadan yazanların büyük bir kalabalık oluşturduğu da kesin. Şiire inanmak zorundayız ama yine de. Bunu da öncelikle şairlerin yapması lazım. Şiire inanmadan şiir yazanlara söylenecek çok daha ağır sözler vardır. Bana düşmez. Şiiri çok başardığımı söyleyemem. Hayat tarzı olarak kaldı benim için. Hikâyeyi başardım mı, onu da bilmiyorum.

Yazarken, hayatla, yaşadıklarımla hesaplaştığımı itiraf etmeliyim. Acımasızca eleştirdiğim, saldırdığım kahramanlarım varsa, onlar benim bir yanımdır. Bu bir arınma biçimi midir, bilmiyorum. Yazmak yaşamaya, yaşamak yazmaya dâhildir. Yazmak yaşamaya, yaşamak yazmaya dairdir. Bizim de sloganik laflar etme hakkımız olmalı. İnsanın kendi kendinin Molla Kasım’ı olması lazım sanki. Yaşamadığım, daha doğrusu duymadığım şeyi yazmaktan korkarım.Hele de şiirde. Şiir, abdestle, abdestin arılığıyla yazılması gereken bir tür. Kim ne derse desin. Bunun için hissetmediğiniz, içinizde yaşamadığınız, hayatınıza katmadığınız şeyi yazamazsınız. Yazmamalısınız. Şiirde yalan söylemeye hakkınız yoktur.

Dili, giysinin kolları, yamaları, terlemeleri, kan ve ter lekeleriyle kullanmanın üstesinden bir şair gelebilir ancak. Üslup böylelikle oluşur” diyor yine Paplo Neruda anılarını yazdığı ‘Yaşadığımı İtiraf Ediyorum’ kitabında. Hem şair, hem de öykü ve deneme yazarı bakış açısıyla dilin önemi ve etkisi hakkında bize neler söylersiniz?

Yer yer konuştuk bunları. İnsanın kemalinin kelamla olacağını söyledim. Kelam, bence dilin öznel olanıdır. Yani sözdür. Söz, özneldir, kişiseldir. Söz, üsluptur. Üslup, ne söyleyeceğinizle değil, nasıl söyleyeceğinizle ilgilidir. Yaşamakla söylemek arasında bir paralellik olmalı. Bütün şairler, sevdiğine tek bir mesaj iletmek istiyordur aslında onca şiirde; seni seviyorum. Ne söylediğimiz önemli olsa bu kadar şiir söylenmez, yazılmazdı. “Seni seviyorum”u nasıl söyleyeceğimiz esastır. Bu da nasıl sevdiğimizi gösterir. Yaşamanın üslubuyla söylemenin, sözün üslubunun arasında büyük bir açıklık varsa, orada sanat olmaz. Olsa olsa riya olur.

Önünüzdeki sonsuz imkânlardan size özgü bir bileşen oluşturmaktır söz söylemek. Dil, insana söz için verilmiş bir imkândır. Bu imkânı kullanmak gibi bir ödevimiz var. Şairin dille ilişkisi epeyce farklıdır. Onda mutlaka Allah vergisi bir taraf da vardır. Kelamın kemale doğru olması, şairin -Necip Fazıl’ın deyişiyle- farkında olarak ya da olmayarak Allah’ı aramasına denk geliyor kanımca. Şair, söz söylerken dilin imkânlarını genişletiyor. Şairin bunu yapması ya da hedeflemesi lazım. Yoksa neden şiir yazsın ki! Dilin imkânlarını genişleterek de dili konuşanlara öncülük ediyor aslında. Dilin zenginliği denen şey bu olmalı. Böylece basit bir iletişim aracı olmanın ötesine geçiyor dil. Gene uzun bir meseleyi kısa keselim.

Öncelikle söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum, son olarak çalışmalarınızda bereket ve hayır temenni ederek soruyorum tezgâhta yeni çalışmalar var mı bize neler söylersiniz?

Var elbette. Yazılmayı bekleyen bir roman var. Ama öyle hesaplı kitaplı bir şey değil. Romanın gerektirdiği çapta bir çalışmaya girişmeye vaktim olacak mı, bilmiyorum. Her şiiri, her hikâyeyi son kez yazıyormuş gibi yazdım. Bir daha hikâye yazıp yazmayacağımı hiçbir zaman bilemedim. “Tezgâhta hikâye var mı?” derseniz hemen “evet” diyemem. Şiir için de aynısı gerekli. Roman biraz daha farklı. O tezgâhta olması gereken bir tür. Şiir ve hikâyeyi tezgâhla buluşturamadım hiç. Sanırım kendimi ifade edebildim. Çok teşekkür ediyorum. Böyle bir söyleşiyi düşünmeniz büyük incelik.

(Mahalle Mektebi  - Ocak, Şubat 219Sayı: 45)

SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları