“Yapay zekâ”, “büyük veri”, “post-truth”, “post hümanizm” nasıl bir kavram seti olarak gündemimizde yer aldı?
Bu kavramlar artık insanların karşısına çıkınca muhtemelen büyük bir bıkkınlık duyuyorlar. Çünkü son zamanların popüler kavramları. Artık herkes bir şekilde bu kavramları kullanarak bir şeyler yazıyor ya da bu kavramları ilerlemek, kendini göstermek için bir basamak görebiliyor. Ancak bu kavramların birçoğu bugün popüler olsa da, yeni kavramlar değiller. Öncelikle meseleye bu noktadan bakmamız gerekiyor. Özellikle uzayın keşfi, bilgisayar teknoloji alanında yapılan çalışmalarla bu kavramlar bir şekilde insanlığın gündemine girdi. Bu da eşyanın tabiatına uygun olacak şekilde gerçekleşti. Her biri kendi zamanı ve gerçekliği içerisinde kendilerine var ettiler. Bugün 2020 dünyasında değil de 1900’ler dünyasında olsaydık, bu kavramları olmasa da hayatı tamamen dönüştüren, o dönemin yeni kavramları üzerine konuşacaktık. Örneğin Ford Model T, sanayi tesislerinin insanları işsiz bırakması, teknoloji karşıtlığını vb. Bugün bu kavram setleri karşımızda çünkü her biri, gelişen İnternet bant teknolojileri ve güçlenen işlemci kapasitelerimizle bağlantılı. Yapay zekâ teknolojisi 1970’lere kadar geriye gidiyor. O dönem Amerikalı bir grup bilim adamı bir mektupla, insan gibi düşünen ve karar verebilen makinalar geliştirme arzusunda olduklarını ve bunun için bütçe istediklerini meclise sunuyorlar. Bu istekleri kabul edilince çalışmalara başlanıyor. Ancak çalışmalar kısa sürüyor çünkü makinaların öğrenmesi için gerekli olan verileri sağlamak o gün için mümkün değildi. Bunun için her bireyin yazılı izni gerekliydi. Ayrıca bu verileri toplamak da milyar dolarlara mal olacaktı. O günden sonra bu çalışmalar durmadı ama yavaşladı. Yapay zekânın kara kişi denen bir döneme girildi. Ta ki 2008 yılına kadar. 2008’le birlikte 3G bant genişliği teknolojisinin yaygınlaşması, akıllı telefonların piyasaya çıkışı ve buna bağlı olarak sosyal medya ağlarının geniş kitleler tarafından kullanılmasıyla birlikte 1970’lere ihtiyaç duyulan verilerin hepsi kullanıcılar tarafından paylaşılmaya başlandı. Artık yapay zekâları eğitmek için elde milyarlarca fotoğraf, metin, ses ve video vardı. Buna paralel olarak da yapay zeka çalışmalarında patlama yaşandı. Çünkü artık bu teknoloji çok ucuzlamıştı.
Tam olarak burada karşımıza büyük veri çıkıyor. Büyük veri internete bağlı cihazların anlık olarak ürettiği her bir iz için kullanılan bir kavram. İnternette yaptığınız tık, çıktığınız girdiğiniz siteler, hangi videoyu ne kadar izlediğiniz ve benzeri. Şehirlerdeki MOBESE kameraları, internete bağlı araçların konum bilgileri, telefonları vb. Bugün büyük veri petrol kadar değerli çünkü bu veriler yorumlandığında her türlü bilgi elde edilebiliyor. Bu verilerin yorumlanmasıyla birlikte politikalar oluşturulabiliyor. Örneğin sadece İnternette veriler kullanılarak bir bölgedeki yakın zamandaki doğum durumu, satın alınacak ürünlerin mahiyeti, siyasi yönelimin yoğunluğu vb. Bu verilere sahip olmak ve verilerle bir çıkarımda bulunmak yetmiyor. Bu bölgedeki insanları “piyasa”, “küresel sistem”, “yerel politika” üzerinde yönlendirmek için hikâyeler kurgulanmış gerekiyor. Burada da devreye elbette “post-truth” giriyor.
“Post-truth” her ne kadar bire bir Türkçeye çevrilmesi zor bir kavram olsa da, gerçeğin yitimi olarak karşımıza çıkıyor. Aslında gerçek yitmiyor, var olan veriler etrafında kitleyi yönlendirmek için alternatif gerçeklikler yaratılıyor. Hikâyeler kurgulanıyor. Örneğin o bölgedeki siyasi sonuç önemli ise bir grubun sandığa gitmesini engellemek ya da sandığa gitmeyenler sandığa götürmek için sürekli “kişiye hikâyeler” kurgulanıyor. Bu hikâyeler, sosyal ağlar, haber siteleri üzerinden kişilerin ekranlarına düşürülüyor. Bir süre sonra bu “alternatif gerçekler” kitleler tarafından inanılan hakikatler haline geliyor. Bir süre sonra kullanıcılar, kendi fikirleri etrafında değil, kendileri için kurgulanmış alternatif gerçeklikler etrafında düşünmeye başlıyor. Hangi ürünün en iyisi olduğu, neye ihtiyacı olduğu, yatırımını neye yapması gerektiği, oy verme zamanı nasıl bir davranış geliştireceği, toplum içindeki gruplara nasıl bakacağı vb. Bu üç kavram seti birbirine göbekten bağlı kavramlar olarak karşımıza çıkıyor ve insanın gündelik hayatını dönüştüren yegâne araçlar olarak öne çıkıyor.
Post-hümanizm kavramı da yine son yılların popüler bir kavramı. Hümanist düşünce karşısında yer alama tek bir tanım ve yaklaşımı olmayan bir kavram. Bugün kendi içinde ayrılmış birçok post-hümanist görüş var. Ama temelde her biri, insanın dünyanın egemeni olmadığını, insan merkezli bakış yerine evren, doğa, nesne, hayvan vb. gibi doğayı paylaştığımız her şeyin de önemli olduğunu iddia etmekte. Bunların içinde “trans-hümanist” görüşsek teknolojiyle insanlığı ileriye taşımayı, bedensel engellerinden arındırarak daha iyi bir dünya varolacağını iddia ediyor. Post- hümanistlerin bir kısmına göre Post-hümanizm hep vardı. Transhümanizse 1970’lerde yine hayatımıza giren bir kavram. Fazlaca spekülatif ve doğaya teknoloji ile hükmetme gayesinde olan bir düşünce. Bir anlamda Post-hümanizmin tam karşısında, hümanizmin bir devamı olarak kendisini inşa ediyor. Bütün bu kavramlar neden önemli? Çünkü doğayı, insanı, mekânı, eşyaya bakışı şekillendiriyor. Kitleleri yönlendirmek için kullanılıyor.
“Dijital zamanlar”ın sanatı ve öyküsü henüz emekleme aşamasında. Dijital yayınlar, varolan matbu yayınların elektronik bir kopyası gibi henüz. Şu anda “sözlü kültürden” “yazılı döneme” geçtiği zamanki kadar büyük bir dönüşümün arifesinde miyiz?
Öncelikle sözlü kültür hala bitmedi. Özellikle Doğu toplumlarında hala hâkim bir anlatı, anlayış, düşünce yönlendirici. Bugün büyük oranda Batı yazılı kültür üzerinden düşünüyor. Doğu toplumlarında okur-yazarlık oranları, okullaşma fazlasıyla az. Batı kelimelerle, kurallarla düşünüyor, çünkü yazılı kültür oturmuş durumda. Doğuda hala gelenek, görenek, töre, kültür önemli çünkü bilgi hala bir şekilde sözlü kültür etrafında aktarılıyor. Doğuda hala birçok şey sözlerle ve davranış kalıpları içerisinde varlığını sürdürüyor. Bu durumda tedricen, küreselleşmenin etkisiyle, bir dijital kültüre geçiş söz konusu.
Dijital dönem de şüphesiz yazı kadar büyük değişimlere, ama belki yıkıcı, sebep olacak. Özellikle son zamanlarda tartışılan “Metaverse” evreni ile birlikte artık bedenen de sanal dünyada var olma deneyimi yaşayacağız. Dijitallik her şeyi veriler üzerinden kuran, veriler sayesinde sistemdeki kişiyi tanımlayıp, öngörebilen bir kültür olacak. Varlığını, ekonomisini tamamen öngörmek üzerine inşa ediyor. Sürprize yer yok. Kullanıcı ne isterse önüne ona paralel bir şeyler sunuyor çünkü dijital evrende ne kadar süre geçirirsek o evren de o kadar var olabilir. Burada sözlü ve yazılı kültür organikken dijital kültür karşımıza sanal, sahte bir gerçeklik çıkartıyor. Kokusu, şekli, tadı olmayan bir görüntüler yumağı.
Yazılı kültürün en büyük dönüşüm yaptığı yer düşünce şekilleriydi. İnsanlar bir süre sonra paragraflar etrafında düşünmeye başladı. Bu konuşmayı da etkiledi. Yazılı olan bir kültür varsa eğer zamanla ritim, söz, müzik değer kaybeder. Sebebi de elbette artık hatırlamak için belli oyunlara gerek duyulmayışı. Ne de olsa artık söz uçsa da kayıt altına alan bir yazı var. Dijitallik sözlü kültürün bir devamı değil. Aksine yazılı kültürle ortaya çıkan kayıt sisteminin devasa şekilde yeniden var olması. Artık sadece kelimeleri değil, imajları, sesleri, sinyalleri, videoları her şeyi kayıt altına alıyor dijital kültür. Bu elbette büyük bir dönüşümü beraberinde getirecek. Ama sadece düşünceyi değil mekânı, zamanı da dönüştürüyor dijitallik. Yazı ritüelleri değiştirmişti. Öğrenme şekillerini. Devlet sistemlerini, yapılarını. Dijitallik de elbette bunlarda değişime sebep olacak ama en büyük dönüşümü mekanda gerçekleştirecek. Zamanı dönüştürerek gerçekleştirecek.
“Öngörülebilirlik” ne demek? Sanatla ilgisi tam olarak ne?
Öngörülebilirlik, insanın en temel arzusu, dünyanınsa mümkün kılmadığı yegâne arzu. Öngörülebilirlik, yasak meyveden yemeyi meşru kılan bir duygu. Stabilite, istikrar sağlama, sürprizi, yaralanmayı, zararı minimize eden bir kavram. Bu arzu yeni değil. Aslında hep istenen budur. Astroloji, fal okları, bilimsel çalışmalar, günümüz dijital teknolojileri, 1900’lerde öne çıkan işletme fikirleri ve daha nicesi, tek bir şeyi arzuluyorum esasında öngörmek. Neden öngörmek istiyoruz? Çünkü sürprizlere hazır değiliz. Hayatsa tam olarak bunun üzerine varolan bir yapı. Her birimiz fal bakıyoruz çünkü gelecekte başımıza gelecek sürprizlere hazır olmak istiyoruz. Belirsizlik, insanın en büyük korkusu. Piyasanın da. Bugün her yere hâkim olan piyasa, belirsizliğin, öngörülemezliğin olduğu bir yerde işlemez. Mevcut iktisadi yapının sürekli büyümesi, gelişmesi için sürprizin az olması gerekir. İnsan için de bu böyle, şapkadan ne çıkacağını bilmemek insanı yorar. Sanatsa tam olarak öngörülemezliğin üzerinden kurgulanır çünkü istisna anını var eder. Sanatı sanat yapan şey, içerisinde barındırdığı patlama anıdır. Patlamadan sonra artık asla eski kişi değilizdir. Sanatla ilgisi de aslında sanatın öngörülebilirlik dışına çıkan bir üretim olması. Sanat yaralar. Yaralı bir insan öngörülemez. Aşık bir insanın ne yapacağını bilemeyeceğimiz gibi, bir sanat eseri karşısında yaralanan insanın da ne yapacağını bilemeyiz. Çünkü aşkın bir ruh halidir o etkilenme anı. Günümüzde dijital platformlarla birlikte, sanatsal üretimler, bu platformlarda yer almak için belli kalıplara giriyorlar. Platformlar ayakta kalmak için kullanıcıları sürekli sistemde tutacak, her yerde izlenebilecek, her yerde dinlenebilecek, anlamdan çok akışı mümkün kılacak üretimleri zorunlu kılıyor. Sanat, her yerde izleyicisini çarpmaz. Bunun için mekân, zaman çok önemlidir ve sanat metni alıcısını her zaman bekleyebilir ve anlamını yıllar sonraya aktarabilir. Dijitallikle birlikte, veri ekonomisi içerisinde her şeyin hemen şimdi izlenmesi seyredilmesi, beğenilmesi gerekir. Çünkü yeni olana da yer açılmalıdır. Çünkü sürekli yeniler olmazsa akış sağlanamaz ve akışın kesilmesi iktisadi anlamda zarar demektir. Öngörülebilirliğin sanatla alakası tam olarak burada devreye giriyor, artık sanat üretimi ya da paylaşımında eserden çok, kitleler tarafından ne kadar alınacağı önplana çıkmış durumda. Film kültürünü Netflix, müzik kültürünü Spotify, YouTube, TikTok, okuma kültürünü de Wattpad vb. Uygulama yönlendiriyor. İster istemez. Çünkü sürekli onlara maruz kalıyoruz. Belli standart kalıplar içinde üretilen eserlerle besleniyoruz. Her yerde, dilediğimiz zamanda tüketebilme kültürü geliştiriyoruz. Oysa sanat eserleri durmayı, durup seyretmeyi, üzerine düşünmeyi zorunlu tutar. Modern zamandaysa durmak haramdır. Duran kaybeder. O zaman akış içinde tüketilecek şeyler üretmek gerekir. Sanat öngörülemezdir, tıpkı insan gibi. Ama artık insan öngörülmesi kolay bir varlık haline geliyor. Doğal olarak sanat da buna evriliyor.
Transhümanizmin insanlık tarihi kadar eski bir arzu olduğunu söylüyorsunuz. Biraz açıklar mısınız? Nasıl bir arzu? “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” bundan nasıl etkilenecek?
İnsan, cennetten kovulmasına sebep olan kudret ağacından yiyerek hikayesini başlattı. Neydi kudret ağacı meyvesi. Onun içinde bulunduğu bedensel/fiziksel sınırları aşmasını sağlayacak olan özü içinde taşıyan şeyi. O öz şüphesiz ölümsüzlüktü. İslam anlatılarındaki Lokman Hekim, Sümerlerdeki Gılgamış destanı ve daha pek çok anlatı insanın ölümsüzlüğe duyduğu inanç ve bu inanç için giriştiği maceraları anlatıyor. İnsan neden ölümsüz olmak istiyor? Çünkü beden/zaman/mekân insanı kısıtlıyor. Birçok acı, yetişememe, arzu vb. durumları nedeniyle insan dünyadaki gerçekliği aşmaya çabalıyor. Bu çaba da doğal olarak onu teknik ya da felsefi birçok aracı kullanarak ölümsüzlüğü ya da sınırsızlığı araması yolculuğuna çıkartıyor. 1957’lerle birlikte bu çaba ve arayışın aracısı olarak transhümanizm kavramı ortaya çıkıyor. Kavramı ortaya atan kişi Julian Huxley. Huxley kavramı ““insan olarak kalan fakat kendisini aşarak insan doğasının yeni imkânlarını, yine kendi doğası için keşfeden insan” olarak tanımlıyor. Tabii bu kavram tanımı 1957’lerde ortaya atılıyor ancak transhümanizmin köklerini aydınlanmaya kadar götüren tartışmalar da var. 1957 ve sonrasındaki yıllar önemli zira bu yıllar, soğuk savaşın zirve yaptığı her alanda çatışma ve ilerlemenin etkisiyle dünyanın, evrenin, insanın sınırlarının aşılmaya başlandığı zamanlara denk geliyor. Uzaya gönderilen mekikler, yavaş yavaş genişleyecek uydu teknoojileri vb. birçok konuda teknoloji insanın sınırlarını aşmasının bir imkanı olarak karşımıza çıkıyor. 2000’lerle birlikte de yapay zekâ, büyük veri ve ücretsiz internetle birlikte dönüşün dijital dönüşüm süreciyle transhümanizm feslefesi çok fazla tartışmacı ve fanatik kazanıyor.
Transhümanizmin amacı, insan merkezci, insanı teknoloji ile güçlendirerek doğa ve evren karşısında yenilgisiz olmasının hayalini büyütmek ve hatta bunu bir gerçeklik haline getirmek. Bugün başta ABD olmak üzere baktığımızda birçok çip teknolojisi ya da vücuda eklenen araçlarla süper insan yaratma çabasının sürdüğünü görüyoruz. Kahramanın sonsuz yolculuğu kendi içerisinde bir döngüyü içeriyor. Nedir o döngü? Sıradan dünyada yer alan karakter, bir şekilde maceraya çağrılır, bunu reddeder daha sonra yola düşmek zorunda hisseder kendisini, bu sırada bir akıl hocasından akıl alır, yola koyulur, aşması gereken eşikle karşılaşır. O eşiği aşmak isterken aslında sıradan dünyaya geri dönme ihtimali de artık kalmamıştır. Eşikten sonra düşmanlar, dostlar ve maceralarla karşılaşır. Başka bir insan olarak bulur kendisini. Daha sonra bölüm sonu canavarı öncesinde son bir hazırlık safhası vardır. Bu evrede derin bir kuyuya düşer burada hikâyesinin de finaline doğru ilerlemektedir. Bu kuyudaki macerası sonrasında bir ödül kazanır. Ardından sıradan dünyasına geri döner ve son olarak da yeniden doğduğunu fark eder. Trenden indiğinde trene bindiği kişi değildir artık. Transhümanizm tam olarak bu çemberi yok eder. Çünkü transhümanizm dünya sıradan bir dünya değildir. Seçilmiş (çünkü transhüman teknolojilere herkes ulaşamaz) bir grup içerisinde birçok maddesel kısıtı aşmış bir kişidir o artık. Onun için bir maceraya girişmesine gerek yoktur. Kaldı ki ona yol gösterecek bir akıl hocası da olamaz çünkü transhuman birey teknoloji sayesinde ulaşılması en zor noktadadır. Burada zaten çok temel bir soru ortaya çıkıyor, sanala insan neden ilgilenir? Sanat insanı ne yönlerden tamamlar ya da insan sanata neden ihtiyaç duyar. Bu sorulara vereceğimiz cevaplar da zaten transhümanizmin kahramanın sonsuz yolculuğunu neden akamete uğratacağını da bize açıklar.
Hem çocuk edebiyatı ile hem de öykü ile yoğun bir şekilde ilgileniyorsun. “Dijital” çağda bütün bu ilgilerinin anlam ve yerini nasıl buluyorsun?
Öncelikle tüm amacım, yaşadığım çağı anlamak. Bana sunulan yükü, üstelik bu çağda neden yüklendiğime bir cevap arıyorum. Cevap bulma çabamda yazının her şubesi bana bir yol/yöntem gösteriyor. Farklı türler arasında düşünmeye çalışıyor gibi gözüküyorum ama aslında tek bir şeyi düşünüyorum. Bu çağın anlamı/kavgası ne? Ben bu çağda, inandığını iddia eden biri olarak, Allah’ın dinine nasıl yardım edebilirim? Bunu yaparken de kolaya kaçmadan, ezbere cümleler kurmadan, sözün bir etkisi olduğunu unutmadan nasıl çalışabilirim sorusu etrafında ilerliyorum. Çocuk edebiyatı benim bir anda dâhil olduğum bir alan aslında. Neden peki? Çünkü dijitalleşme karşısında en güçsüz ve savunmasız olan çocuklar. Tıpkı 2006 yılından beri internet dünyasında sürekli bir şeyler arayan, bir yerlere giren, birçok tehditle karşı karşıya kalmış ben gibi, bugün de çocuklar dijital dünyada tehlikelerle karşı karşıya. Onlara hem bu dünyayı anlatmak, anlatırken kendim öğrenmek hem de bir bilinç kültür oluşturma idealinin bir yansıması. Ayrıca da yazmanın belki de en eğlenceli olduğu alan çocuk edebiyatı. Yazarken, çocukken oyun oynarken aldığım keyfi alıyorum.
Öykü benim çocukluk idealim. En büyük hayalim ödüllü bir öykücü ve kaymakam olmaktı. Buna da sebep olan Yaşar Kemal’in “Teneke” romanıydı. Lise birde okumuştum ve beni derinden etkilemişti. Sonra okudukça öykü okumanın romandan daha çok keyif verdiğini fark ettim. Öykü, geldiği form itibariyle, aslında dijital dünyada da karşılık bulabilen bir tür. Şüphesiz roman da karşılık buluyor ve bulacak ancak, öyküde bir şeyi kısa bir zaman diliminde hemen anlatma pratiği, öyküyü yazması zor ama anlamlı ve değerli kılıyor. Ne kadar az kelime ne kadar doğru yerde kullanırsa bir sanat eseri ortaya çıkıyor. Dijitalliğin veri bombardımanında yerini koruyabiliyor. Ben her iki alanda ve farklı alanlarda da yazmak gerektiğini düşünüyorum zira her soru aynı yöntemle cevaplanamıyor. Her sorunun kendine has gereklilikleri ve araçları karşımıza çıkıyor. Böyle olunca da dijitalliğin merkezinde her alanda, her mecrada, elbette niteliği kaybetmeden, sözün değerini düşürmeden, seri üretime kaçmadan bir şeyler yapmayı anlamlı buluyorum.
Bir söyleşide “Şayet bir gün başarabilirsem, kullandığımız akıllı cihazlarla uyumlu, okurken sürekli etkileşimi ve deneyimi mümkün kılan bir roman yazma arzum var.” Ne aşamadasın?
Bu alanda üretmek için biraz erken olduğunu fark ettim kendimi. Zira önce bu işle ilgili kavramsal bir çerçeve çizmek gerekiyor. Mekanik üretimle sanatı birbirinden ayırabilmek için. Hele ki yaptığınız üretim görsel değil de metinselse, burada sınırları doğru çizmek, tanımları eksiksiz yapmak zorundasınız. Ama elbette bir yandan ilerleyen teknoloji de hayalleri mümkün kılacak bir noktaya geliyor. Geçtiğimiz aylarda açıklanan metaverse meselesi bir yanıyla üretim süreçlerinde bir şeylere cevap bulmayı ya da bir takım tartışmaları anlamlı kılacak ortam oluşmasını kolaylaştırıyor. Kendi dünyamda bu konuda henüz sorularım ve sorulara vermeye çalıştığım cevaplarım olsa da, bir gün inşallah bu konuda bir üretim yapmak hala en büyük hayalim.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.