Şiirin kılçıklı bir şey olduğundan bahsediyorsun. Biraz açar mısın? Bütün vitamini kılçığında mı?
Şiirin vitamini var mı bilmiyorum. Ben edebiyatın şifasız birimi olarak şiirle ilgiliyim. Yoksa beyaz yakalıların teslis’i konumuna gelmiş sağlık, başarı ve para üçlemesi ilgi alanım değil. Bu bakımdan şiir şifasız, işe yaramaz bir bilme biçimidir. Size toplum önünde para, sağlık ya da başarı kazandırmaz. Hatta Gazzâli’nin El Mûnkız’daki ifadesiyle mevki kaybettirici bir tarafı var modern şiirin. Benim bildiğim şiir mevki kazandırmaz. Kazandırıyorsa ya o şiir sahtedir ya da mevki. Şiir faydasız olduğu için, yani konvansiyonel dil ve zihin dünyasına îtibar talebiyle yerleşmediği için, müdânâsız olduğu için insanı özgürleştirme potansiyelini de elinde bulundurur.
Şöyle kitap yorumları okursun: “Dizisi ünlü olduğu için kitabını okuyayım dedim; çok güzel ve akıcı.” Kılçıksız kitabın en güzel tarifi. Çok güzel ve akıcı ise neden okuyayım ki? Bana yeni bir boyut, bir değer katmayacaksa bu külfete değer mi? Beni rahatsız etmeyecekse, köşeye sıkıştırmayacaksa? Kitaba başladığımız ve bitirdiğimiz anda aynı kişi olacaksak neden vaktimizi israf edelim? Sektör olarak kitap piyasası (kültür endüstrisi) yazarla okur arasında böyle bir kolaycılık sözleşmesine dayanıyor. “Okur, ‘insanî’ oldukları söylenen yazarların üzerine üşüşür; onlardan çekinecek bir şey olmadığını bilir: Kendisi gibi yarı yolda durmuşlardır,” diyor filozof. Bu insanî yazarlar merkeze alınırken bize birkaç hakikat kırıntısı iletebilecek kılçıklı metinler giderek kıyıya itiliyor. Oysa yeni kıyıdan, dışardan, ötelerden gelir. Şiir de ilkel fenomenolojidir, Bachelard’ın dediği üzere. Hazmı zordur, kılçıklıdır. Öyle olmalıdır. Bir kez hazmedilirse içinde yaşamakta olduğumuz dünya sahte ve sathî gelmeye başlar. Düz insanlardan oluşan bir düz dünyaya dönüşür; vitamini kaçar, iyi de olur.
Gündelik dilden yola çıkan ama onu ters yüz eden bir mısra yapın var. Bu ters yüz etme nasıl bir çabanın ve kaygının ürünü?
Şiir, evet, kaygılı bir çabanın ürünüdür. Daha doğarken zihnimizin hapsedildiği zindanlardan çıkış arayışı. Ama ters olan, normal olmayan şiir değil gündelik hayatın ta kendisi. Meselâ bir kıymeti olmayan kâğıt paranın haksız bir metafor düzeneği ile her şeyi her şeye eşitlemesi, dünyayı hareket ettirmesi normal mi? Bunca yoksulluk, yeryüzünün yakılıp yıkılması normal mi? Markete gidip "güzel gözlerinin hatrı için dilediğini satın almak isteyen" şairin talebi daha normal değil mi? Normal olmayan yani ters olan normalliğin kendisidir bana göre, sırf onlar kalabalık diye normalin sınırlarını belirleme hakları olduğunu zannediyorlar. Yaşadığımız bütün bu yıkımları yaratan “normalin iktidarı” değil mi? Ezra Pound akıl sağlığı yerinde olan hiçbir insan banka sistemini ve mevcut vergi sistemini kabul edemez, demişti. Yani gündelik hayatımıza yön veren, mekânları, anlamları ve ruhları disipline eden modern kurumların ve bilimlerin akıl sağlığı (ahlâk) ölçüsü ile şiirinki farklı oluyor. Bana göre terslik öbür tarafta. Normal dediğimiz ruh hali kişiliğinden ve kendilik bilincinden vazgeçmekle mümkün olan bir hebâ olma biçimidir. Kötülüğün kaynağı da bu normallik daha doğrusu her şeyin normalmiş gibi davranılması. İçi yıkıntılarla dolu gezenler bunu da saldırganlıkla telâfi etmeye çalışıyor.
Özetle bu ters yüz etme meselesi benim şiirime has değil, modern şiirin doğasında var.
“Düşerken Söylenecek Şarkılar”da ironiye özel bir yer veriyorsun. Bu ironinin beslenme kaynaklarında neler var?
Öyle özel bir çabam yok açıkçası. Bazen fotoğrafa girmeyip uzaktan oradaki telâşı, görünmek için verilen itiş kakışı izleyen birilerini görürsünüz. Bu faydasız telâşeyi gülümseyerek izleyen o kişi şairdir işte. Uzaktan bakınca, dışardan her şey gülünçtür. Yakına geldikçe trajediye dönüşür. İroni eleştirel, mesâfeli bakışın bir ürünü olsa gerek. Bilemedim, böyle bir şeyler söylemek geldi içimden, doğrusunu biz bilemeyiz, öyle olsun diye yapmadım belki. Bu sadece acemilikten de kaynaklanmış olabilir; yaşam acemiliği. Dünyaya her şair gibi ben de acemice, alışamadan, olup bitenleri onaylamadan bakıyorum. Bu Prens Mişkin şaşkınlığı, kendini bir bakışa yerleştirememe, bu yaşama beceriksizliği ironi olarak yansımış olabilir.
“Nesne kitabın belki de son demlerini yaşadığımız bu günlerde” şiir “kazazedenin kaderi” olmayı sürdürebilecek mi?
Kitabın değil ama bildiğimiz nesne kitabın, şiirin değil ama bildiğimiz şiirin sonuna geldiğimizi söyleyebilirim. Kitap sadece bir arşiv ya da prestij nesnesi olarak yaşar bundan sonra. Buna bağlı olarak düşünme ve ifâde etme biçimlerinin değişeceği aşikârdır. Marks matbaanın icadından sonra İlyada (destan/epik) yazılamayacağını söylemişti. Matbaa İlyada’yı aldı elimizden ama Dante'yi, İlâhî Komedya’yı, Yunus’u ve Karacaoğlan’ı, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı Destanını verdi. Yani kahraman ortadan kalkmadı, cüsse değiştirdi, ulus/millet olarak geri döndü. Epik şiir ise romanda devam etti. Demek ki tarih Marks'ı tasdik ederken tashih de etti.
Dijitalleşerek –zihni saçaklı, dağınık, yüzeyde tutan hiperbağlantı (hyperlink) üzerinden- devam edecek olan okuma ediminde nesne olan kitap yani mekân algısı olmayınca bir yersiz yurtsuzluk hissiyle okuyacağız sanırım. Hiperbağlantılarla yüzeyde kalarak okuma alışkanlığı, zihin işleyişini, ruh hâllerini ve düşünme biçimlerini; buna bağlı olarak söylem ve elbette edebiyat yapma biçimlerini değiştirecek. Bunu eserin yerini giderek performansa (yüzey hareketlerine) bırakmaya başlamasından anlayabiliriz. Aslında serbest şiir dediğimiz Endüstri devriminin getirdiği bireyleşme, özgürlük, hız ve fragmanlaşmanın doğal bir neticesi idi. Yani mazmunları “öncü” şairler yıkmadı, onlar sadece durumu önceden sezip adını koydular. Mazmunları buhar makinesi buharlaştırdı, diyebiliriz. Biçim içeriği değiştirip dönüştürdü, yeni sınıflar ve hayat biçimleri kendisini anlatacak ifâde kalıpları buldu. vb. Şimdi yazılan şiiri de güvencesiz, geleceksiz ve kaygılı prekarya sınıfından bağımsız düşünemeyiz.
Şiir kazâzedenin kaderidir demişliğim var. Artık böyle iri ve iddialı şeyler söylemek istemiyorum. Dünyaya kazâra gelmiş ve aynı şekilde gidecek olan her insan bir kazâzededir. Dünyada olmak kazâzede olmaktır yani. Şiirin bununla ilgisi nedir, dersen şöyle anlatayım. Bir görüşe göre ilk insanın ilk çığlığı bir şiir idi. Son insanın son çığlığı da öyle olacak gibi. Bir yoğunlaşma (daralma, kabz, dichtung), bir şaşkınlık, bir isyan, bir hayranlık anında tutunduğumuz şeye şiir diyoruz. Bu taşma anı bazen kelimeler ve çizgiler üzerinden sayfaya, hak arayışı üzerinden kavgaya, duâ olarak fizik ötesine, ritim üzerinden dans eden bedene, bedenin henüz tamamlanmamış olduğunun acı sezgisiyle aşka –diğer yarıya/ sılaya doğru yürüyüşe- dönüşür. Kazâ anlarındaki şiir potansiyeline kendimizi açarsak yazgımız da bize kendisini açar. Olmamız gereken insana, kendi masalımızın kahramanına dönüşürüz. İnsan kendisiyle bu kazâ anlarında karşılaşır. Şunu eklemek isterim: Sadece yüzeyde kalmak için değil hakkıyla dibe batmak için de şiire tutunmaya ihtiyacımız vardır. Kazâzedenin şiiri dışında ciddiye alınacak bir şiir yoktur. Gerisi gevezeliktir.
“Buzdokuz”da çeviri editörlüğü yapıyorsun. Çeviri şiirin “imkansızlığı” yargısı kuşaklar boyu konuşulageldi. Bu yargı için neler diyorsun?
Elbette hiçbir çeviri bizi orijinal şiirin tadına, anlam dünyasına ve atmosferine taşıyamaz. Ama bütün dilleri bilme şansımız yok. Bu imkânsızlığın yükünü alarak çeviri metinler okumak durumunda kalıyoruz.
Bütün teorik tartışmaları yaparken ısrarla çeviri yapmak durumundayız. Çeviri vasıtasıyla sadece kaynak dili/ kültürü değil kendi kültürümüzü tanırız. Demek ki çeviri faaliyeti zayıf bir toplum kendisini tanıma ve özne olma fırsatını da kaçırmış bir toplumdur. Kültürel olgunluktan, buna bağlı olarak demokratik ve eleştiriye tahammülü olan bir toplumdan bahsedeceksek bunun çeviriden bağımsız olduğunu iddia edemeyiz. Ötekini tanımadan kendimizi bilemeyiz. Ulusal özne de kaliteli çevirilerden doğan kültürel çatışma içinde doğar. Bizde sağ ve solun vasatlığı yani sağın kendini güncelleyememesi solun ise Batı akademilerinde şıpınişi üretilen moda kavramların kolay müşterisine dönüşmesi ile çeviri çeşitliliği ve kalitesi arasında doğrudan bir bağ görüyorum ben.
Biz çeviri yaparken Agamben’in Hölderlin’in yaptığı Sophokles çevirisi için kullandığı kavramdan cesaret alıyoruz: “Yaratıcı yanlışlık.” (Schiller, Goethe’ye yazdığı bir mektupta Sophokles çevirisindeki tercihlerini Hölderlin’in akıl sağlığını kaybettiğine delil sayarak latîfe yaparken Agamaben bunun aksine Hölderlin’in bilinçli olarak “yaratıcı yanlışlar” yaptığını söyler.
“Buzdokuz” dünyada güncel şiirin nabzını yansıtmasıyla kendini diğer dergilerden ayırıyor. Nasıl bir süreç ve mesai gerektirdi bu ayrım? Dergiye ve Türk şiirine neler kattı sence?
Edebiyat dergilerinde eksikliğini hissettiğimiz şey güncel şiirdi. Hâlâ Rilke, Eliot gibi isimleri çevirmenin güncel şiire doğrudan bir katkısı olmadığını düşündük. Buzdokuz’un en bâriz farklarından birisi doğrudan yaşayan şairlerle temas halinde olması ve ortak projeler yapması. “Esc” dediğimiz ilk bölüm daha riskli bir şiire zemin hazırlamayı hedefledi. Bunu yaparken elimizden geldiği kadar kaynak metnin anlam ve estetik kaygılarını hedef metne taşımak istiyoruz. İşleyen mesaiye gelince oldukça titiz ve dikkatli çalışıyoruz. Şiirde ve teoride öne çıkan isimleri takip ediyoruz. Geçmiş dönemdeki önemli şairler ve eleştirmenlerle bu isimlerin arasındaki bağ bizim için önemli. Yani referans ve sınama yoluyla hareket ediyoruz. Böylece Türk şiirinin geldiği noktayı da test etmiş oluyoruz. Çevirmeye karar verdiğimiz iyi ve güncel metinlerin anlam bütünlüğünü, yerleşik/ genel kabul görmüş kavramların tutarlı bir şekilde Türkçeye aktarılmasını gözetiyoruz. Bu sürecin dergiye çok şey kattığını şahsen tecrübe ediyoruz. Dünyanın her yerinden pek çok şair dostumuz oldu. Yeni şiirleriyle, yazılarıyla, soruşturmalara cevap vererek aktif katkı sunuyorlar. Özellikle Batı şiirinde etkin olan ve eleştirmenlerin ciddiye aldığı pek çok çağdaş isme yer verdik. Christian Bök, Daniel Harris, Charles Bernstein, Anthony Etherin, Ken Hunt… Yaşayan önemli şiir eleştirmenlerinden Morjorie Perloff ile söyleşi yaptık meselâ. Günümüz edebiyatına artık klasikleşmiş Yeni Eleştiri ve Bloom estetiğinden farklı bir gözle bakmak isteyenler için önemli bir kaynaktı bu. Benim şahsen çok önemsediği Sanat Eleştirmeni Boris Groys’la söyleşi yaptık. Bu söyleşi daha sonra Koç Üniversitesi Yayınlarının dijital ve matbû olarak yurt içi ve yurt dışında dağıtımını yaptığı katalogda yer aldı, ülkemizdeki on bin akademisyene posta sistemiyle ulaştırıldı, pek çok kurum ve kuruluşa dağıtıldı. Bunun yazara olan ilgiyi artırdığını da söyledi yayınevi. Sonra Buzdokuz’da yer alan Charles Bernstein’ın bir şiirinin Türkçe çevirisi ABD’nin önemli dijital platformlarından biri olan Jacket2 Magazine’de Fransızca, İspanyolca, Portekizce, Fince çevirileriyle yan yana duruyor. Bunlar ilk aklıma gelenler.
Denemeler yazdın/yazıyorsun, şiir hakkında yazılar yazıyorsun. İki şiir arasında “nesre” tevessül etmenin “motivasyon kaynağı” ne senin için?
Gülten Akın, “şiiri düzde kuşatmak” demişti şiir üzerine yazılarına yer verdiği kitabına. Şiir düzde kuşatılan bir şey, yoksa teslim alamazsınız. Tabiî Fazıl Hüsnü gibi bunun aksini söyleyenler, şiir dilim bozulmasın diye mektup bile yazmaya yanaşmayanlar da var. Turgut Uyar da bu işe sıcak bakmayanlardan. Tam tersini düşünenler de var elbette. Nesir benim için şiir öncesi düz koşu gibi. Motivasyon kaynağıma gelince; yazmak bana göre bir şehri daha iyi tanıyabilmek için adım adım yürüyerek dolaşmak gibidir. Yürümeden tanıyamazsınız, o şehir size sırlarını açmaz, sizinle konuşmaz. Okumak başkasının aklında yapılan gezinti ise yazmak da kendi aklında yapılan bir gezinti sayılır.
Biyografisini yazmak için “Cenap Şahabettin”i niçin seçtin?
Aslında çok özel bir sebebi yok. Servet-i Fünûn dönemini çalışmak istiyordum, o kadar. Cenap Bey’in biyografisine çalışırken bir yıl boyunca onunla yürüdüm, onunla dolaştım sokakları, onunla konuştum. İmparatorluğun, sadece şiirde değil her alanda temel kırılmaların yaşandığı bir dönemi, hâlâ tartışmalı olan –cumbalı odalardaki yaşlı teyzelerin verdiği unvanla- Sultan Hamid zamanı edebiyatını ancak bir şairin rehberliğinde öğrenebilirim, diye düşündüm. Dante’nin İlâhi Komedya’da yolculuğuna Şair Vergilius’la başlayıp sonrasında aşkla devam etmesi gibi, ben de tarihin bu en ilginç dönemlerinden birine Cenap Bey’le indim.
Bugünlerde yazı gündeminde neler var?
Bir süredir düzenli şiiri, yani bir düzeni, Aristo’nun terimiyle prepon’u olan şiiri yazmayı bıraktım. Külçe şiirler bitmek üzere. Deneme kitabı çıkarmayı da iki kitaptan sonra bırakmıştım zaten. Buzdokuz için alternatif şair portreleri bir kitaba dönüşene kadar yazıp bırakacağım. Şifasız Bilgiler Ansiklopedisi yarım kaldı, onu bitirmek istiyorum. Bunca bırakış arasında neye başlayacağıma ise henüz bilmiyorum. Bilmemek erdemdir, demişler. Nereye gideceğimi bilmiyorsam doğru yoldayım, diyorum ben de.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.