Menu
AYKUT ERTUĞRUL İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • AYKUT ERTUĞRUL İLE SÖYLEŞİ

AYKUT ERTUĞRUL İLE SÖYLEŞİ

“Evrenin Yatışmaz Yapısı” Abdülkerim Süruş’un kitabının ismi. Bu seçimin hikâyesi nedir?

Kitabın adıyla, Süruş’un kitabının adı arasında doğrudan bir bağ ya da bağlantı olduğunu söylersem, Molla Sadra’ya da Abdulkerim Süruş’a da haksızlık, dahası edepsizlik etmiş olurum. Mevzubahis öyküyle didiştiğim sıralar, kim bilir ne zaman alıp kitaplığıma koyduğum bu kitap kendini bana gösteriverdi. Karıştırdım, sonra biraz daha, sonra biraz daha. İtiraf edeyim, pek çok bölümünü anlamadım, atıf yapılan, işaret edilen pek çok kavrama hâkim bile değildim. Molla Sadra’nın “hareket- i cevherî” teorisine nüfuz etmenin kıyısında bile değildim. Anlamanın kıyısında avare dolaşırken çok etkilendiğim pasajlara rastladım. Şöyle diyordu mesela: “Hareketi çok sayıda sükunlardan (hareket zerreleri, hareket atomları) cismani boyutsuz zerrelerden yahut zamanı süreksiz kesintili anlardan (zaman atomları) oluşmuş sayan feylesoflar gelip geçmiştir. Fakat hareketin, cismin ve zamanın sürekli ve kesintisiz oluşu bu şeylerin bizzat, kendi özlerinde sürekliliğe, ulamalı bir uzantılılığa sahip olduğunu gösterir. (…) Cismi zamanı veya hareketi bölüp parçalarsak boyutsuz parçacıklar asla elde edemeyiz.” Bu cümlelerin zamana ve evrene bakışındaki bütünlük, anlatmaya çalıştığım hikâyeye ve karakterimin dünyasına uygun gibi geldi.  Ya da şöyle: “Bir şeyin başka bir şeye dönüşümünde gerçekte ne olmaktadır?” Bu ilham verici, üzerinde düşündükçe açılıp genişleyen soruyu dünyada ilk defa Molla Sadra ya da Süruş sormadı tabii. Ama ben cümleyi okuduğum sırada, öykümdeki anlatıcılardan biri de şöyle diyordu: “Şeyler, birbiriyle ilişkiye geçtiğinde, vuku bulan nedir? Anlat onlara anlat ama anlarlar mı?”

Galiba kitabı anlayamadıkça, öyküyü yazmaya çalışırken kendi zihnimde uçuşan fikirlerle ortaklıklar aradım, bulduğumu sandım. Tam burada Adorno’nun yazmak üzerine söylediği şu müthiş sözleri hatırlatmak istiyorum. “Gerektiği gibi yazılmış metin örümcek ağına benzer: Gergin, eşmerkezli, saydam, sıkı örgülü. Uçuşan her şeyi kendine çeker. Arasından geçmeye çalışırken ağa yapışıp kalan metaforlar, onu besleyen avlardır. Konu ve malzeme kendiliğinden ona doğru kanat çırpıyordur.” Kendi öykümü, “gergin, eş merkezli, gerektiği gibi yazılmış” olmakla övmeye çalışmıyorum ama Süruş’un “Evrenin Yatışmaz Yapısı” öyle veya böyle iri eşsiz cüssesiyle bu ağa takıldı. Ben de hoşnutlukla bunu izledim. Bir türlü yatışmayan karakterlerin ve yatışmayacak bir Hikâye’nin olduğu bu öyküye isim olarak “Evrenin Yatışmaz Yapısı”nı kullanma hakkını kazanmış mıydım? Umarım. Sonuçta her şeyi, bu üç kelimenin bir araya gelişindeki şiirsel ahengin parlaklığı başlattı.

Kitaba ismini veren “Evrenin Yatışmaz Yapısı” öyküsü bağımsız bir novella yahut roman olmaya ramak kala öykü olarak bırakılmış gibi. Bu “ramak kala” mevzuunda siz ne dersiniz? 

İlk defa hacimce bu kadar uzun bir metin yazdım. Kısa denilecek bir öykü yazmak üzere oturmuştum masa başına. Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’indeki Ubor Metenga’yı ve Borges’in Kongre’siyle bilhassa Otuzlar Mezhebi’ni oldum olası çok sever ve kıskanırım. Kurmaca dünyaya bir örgüt de ben neden katmayacaktım ki? Adı bile belliydi: Bir hikâyenin peşine düşmüş, adlarını da bu tutkularından alan “Esatiriler”in. (Yoksa hikâyelerin peşinde ömür tüketen okurlar ve yazarlar olarak hepimiz bir parça Esatiri’miyiz?) Yani masum niyetim, kendine ait bir odaya sahip olmak isteyen yazarlardan birazcık fazlasıydı; “kendime ait bir örgüt” kurmaktı. Dört beş sayfada bu işin altından kalkabileceğimi düşündüm önce. Her ne olduysa, yazmaya başlar başlamaz kendimi metinlerarası bir cehennemin içinde buldum; her zamankinden daha mütecaviz ve hükmeden bir baskıydı zihnimdeki. Öykü ve örgüt ve mezarlıktakiler ve Korkut Molla ve elbette bugüne kadar okuyup sevdiğim bütün metinler, karakterler, yazarlar bir türlü ehlileşmeyen bir aygır gibi zihnimde ve kâğıt üzerinde tepişip duruyorlardı.

Kendimi savunmak üzere sahneye hemen “şen anlatıcı”yı çağırdım. Karakter Aykut Ertuğrul’un sesi, elimi bir nebze güçlendirmişti. Peki madem bir metinlerarası saldırı altındaydım, bunu neden bugüne kadar bana kendini dayatan metinlerle yazarlarla bir cenge, aynı anda hem neşe hem rekabet içeren bir gösteri maçına dönüştürmeyecektim ki? Meydan ortaya çıktığında modern edebiyatın ustaları yetmiyormuş gibi Korkut Molla kılığında bütün bir anlatıcılar geleneği de dahil oldu işe. Bunca ustayı, bunca sesi, bunca hesaplaşmayı, tek bir katman ve olaylar zinciriyle öyküleştiremezdim. Hikâyenin uzama teklifini kabul ettim ve benim için aylar hatta yıllar süren bir maraton başladı. Ne zaman öykünün bittiğini düşünsem kurguda yeni bir açık ortaya çıktı, ne zaman az kaldı desem, kurgu bir açmaza saplandı; böylece uzadı gitti öykü. Evet öykü. Ne novella ne de romandı yazdığım. Çünkü tam da bu uzun metin yazma deneyimi sırasında anladım ki roman bir açılma formu. Karakterlerin geçmişine, ruh hallerine, mekanların ayrıntılarına kadar genişleyen dört başı mamur bir “itiraf”lar silsilesi. Aralıklarla, ayrıntılarla, mesafe ayarlarıyla, tasvirlerle, boşluk ve doluluk alanlarıyla bir dünya tasarımı. Düşününce yazdığım öykü, bir romancının bakış ve iş yapış biçimiyle ortaya çıkmadı; böylelikle olup olabileceği şey ancak uzun öykü. Bu onu basit ya da alelade kılmaz; güçlü bir eser hangi formda olursa olsun gücünü muhafaza edebilir. Evrenin Yatışmaz Yapısı’nın iyi düşünülmemiş, savruk bir roman olarak görülmesindense sınırları genişleyen bir dünyanın öyküsü olarak görülmesini yeğlerim. Bu yüzden de kitabın kapağında öykü yazıyor.

“Adem’den Önce” yapay zeka temalı distopik yönleri de bulunan bir bilimkurgu. Daha da ilginci bu tema tamamen doğanın hâkim olduğu bir mekânda geçiyor. Bu öyküyü size yazdıran motivasyondan biraz bahseder misiniz?

Ekrem Demirli Hoca’nın Klasik Düşünce Okulu’nda gerçekleştirdiği Füsus’ül Hikem Okumaları’nda dinlemiştim. Anlayabildiğim kadarıyla, Şeyh-ül Ekber, insanın yaratılışını ve yaratılışındaki gayeyi hatta mahlukatlar arasındaki yerini ifade ederken yeryüzü ve insanın birbirinden bağımsız yaratılmadığını, yeryüzünün bizzat insan için yaratıldığını vurguluyor. Bu, insanın eşref-i mahlukat oluşu bilgisini daha derinleştiren bir hikmet. Nesneler, şeyler yaratılmış da bunların arasında bir hiyerarşiden bahsediliyormuş gibi düşünmeye meyilliyiz; oysa dünyanın bizatihi insan için yaratılmış olması fikri bize bambaşka şeyler de söylüyor. Bildiğimiz bilim kurgu öykü roman ve filmlerinde insanın varlığı, pamuk ipliğiyle bağlıdır hayata. Bu kurgular, ondan üstün bir varlık dünyaya geldiğinde insanı yok olma tehlikesi içinde görmeyi severler. Saylonlar, yapay zekalar, uzaylılara karşı insan. “Varlığını ve dünyayı korumak için savaşan insanlık” fikrinin asil bir tarafı da var elbette. Adem’den Önce’de, insanı yeryüzünün gerek şartı olarak düşünmeyi yeğledim. Nasıl ruh olmadığında beden bir cesede dönüşüyorsa, insan olmadığında da yeryüzü çürümeye yok olmaya yazgılı bir cesettir fikri çıkış noktamdı.

“Adem’den Önce” öyküsünde “Bir adım var, öyleyse varım.” cümlesi dikkatimi çekti. Bağlamından koparıp buraya alıverdim. Edebiyat da biraz da adlandırma yoluyla var etme sanatı gibi değil mi? Cervantes, Don Kişot adını verince de Don Kişot’u var etmedi mi? Ejderha hikâyeleri o varlığı gerçek hayatta olmasa da kültürde var kılmıyor mu? Bir yazar olarak ne dersiniz?

Evet evet, tam da söylediğin gibi abi. İnsanı eşref-i mahlukat yapan şeylerden biri de bu değil mi zaten, ad verme kabiliyeti. Ad vermek, var etmek haddimi aşmak istemiyorum ama yaratma eyleminin cüzlerinden biri olsa gerek. Allah’ın bizi yaratırken ve yeryüzündeki halifesi kılarken ruhumuza üflediği nefesin bir parçası… İnsanı, keşfeden, icat eden, isim veren eyleyen bu lütfun kendisini gösterdiği alanlardan birisi de haliyle edebiyat.

“ 1001 Cevapsız Çağrı” ve Şehrazat deyip sussam. Yok susmayıp bu öykünün anlatıcısı kim desem?

Öykünün anlatıcısı becerebildiysem İshak Karınca ve son bölümde de Terzi Yakup. Aslında kim diyorsun, anlıyorum. Bu soruyu kendime sormamışım hiç, şimdi fark ediyorum; kaçınılmaz bir şekilde bugünün edebiyatçısı. Şöyle soruyor: “Ne umdum da devam ettim onca yıl? Beğenilme arzusu mu? Toplasan üç beş yüz kişinin yarım ağız ilgisine, o butik, iddiasız popülerliğe ihtiyacım mı vardı?” 

Anlatıcı (ve belki de biz) o kaçınılmaz ve bir o kadar zor soruyla boğuşuyor-uz tam da burada. Uğruna, dünyaya dair pek çok şeyden vazgeçen yazar, dört duvar arasında bir kâğıt faresi olarak ömür sürdükten sonra bir gün ansızın edebiyatın, hikâyenin tüm bu fedaya değip değmediğini sorguladığında ne ile karşılaşmış olur? Bu an, bir aydınlanma anı mıdır, hastalık belirtisi mi? Yani hakikatle karşılaştığın an mı yoksa ömrünü adadığın bir hakikatin seni terk ettiği bir an mı?

Başka bir soru daha var: Yazdıklarımız bizim mi? Üzerlerinde ne kadar hakkımız var?

“Benim olmayan bir şey hakkında konuşmaya, üretmediğim bir malın satıcısı kurnaz bir tüccar olmaya neden gönül indirdim? İlk defa sormuyorum ki bu soruyu kendime!” 

Bin bir cevapsız çağrı aslında yazma eyleminin doğasını; yazar ve ilham yazar ve gelenek arasındaki bağı sorgulayan bir öykü desek herhalde abartmış olmayız. 

Son öyküdeki “usta” için ne demek istersin? “Kimi temsil ediyor?” sorusu abes mi mesela? Abesse niçin? Abes değilse kim?

Bilmem ki, bu öyküdeki ustaya özel bir anlam yüklemedim aslında. Tam olarak bütün bir edebiyat geleneğimizde “usta” kimse o da o. Ama “Kuyularda Dolaşan” öyküsünü benim için ayrıcalıklı kılan ustanın kimliği değil, zamanın kuşatılamaz, ele geçirilemez göreceliliği. Bir anın genişleyip sonsuzluğa doğru açılabilmesindeki muhteşem sır. Dünyada olup biten değiştiremediğim bütün zulümlere, haksızlıklara karşı Allah’ın adaletine duyduğum sonsuz iman.

İçine cennetin ya da cehennemin sığabileceği, adaletin silahı olarak zaman, belki de öyküdeki ve hayattaki en büyük ustamızdır bizim. Bütün ustalardan daha adil, daha öğretici, daha sabırlı daha yüce bir usta. Abes olan zamanın karşısındaki cahilane küstahlığımız değil mi?

Yakın zamanda Son Oyuncak Mağarası adıyla bir de çocuk kitabı çıkardın. Çocuklar için yazmak sana yazmakla ilgili neler öğretti?

Yetişkinler için yazarken ister istemez, rasyonel aklın gölgesinde, onun kesin inançlarıyla bir ateşkes anlaşması imzalamış gibi tedirgin yazmaya meylediyoruz. Hayatın alelade akışını bozan her bir şey için “mantıklı” açıklamalar üretmek zorunda hissediyoruz. Onu davet ettiğimiz oyunda tutabilmenin, itici olmadan hikâyemizi ona aktarabilmenin yolu “nedensellik” ilkesine sadakatten geçiyormuş gibi davranmaya meyilliyiz. Oysa çocuklar için yazarken bahsettiğim gölgenin boyu hayli kısalıyor ve boşalan yeri hayal gücü, muhayyile, hikâye anlatma coşkusu dolduruyor. Okurla yazar, dinleyiciyle anlatıcı arasında sürüp  giden bu hikâye oyununa çocuklar daima daha büyük bir istek ve şevkle katılıyorlar. Bu şevk yazara da bulaşıyor. Öğrenmek denir mi buna bilemem ama hikâye anlatmaya duyduğum coşkulu sevgi “Son Oyuncak Mağarası”nı yazarken daha da arttı. Yazarken sık sık kendi kendime güldüm, eğlendim… Cevap şu olabilir evet, hikâye anlatmanın ne kadar keyifli bir şey olduğunu yeniden hatırladım. Öğrendiğim şey kesinlikle buydu.

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları