Şiirin sorunlarını temelde insan oluşumuza ilişkin sorunlar olarak algılamak gerekir. İnsan olma hallerimiz ve kaygılarımızla bağlantısı kurulamayan, yaşama alanından kopuk sorunsallaştırmalar, kanaatimce şiir adına yersiz, zorlama uğraşılar olmaktan öteye pek bir anlam taşımamaktadır. İsterse konuyu daha somut ve açık hale getirmek adına bir adım daha ileri gidelim ve burada savunduğumuz yaklaşımın “şiir insan içindir” ibaresiyle ifade edilebileceğini belirtelim. Bu ibaredeki ‘insan’ vurgusunun içerdiği kaygı ve duyarlıkları şiirle ilgili her türlü kaziye veya iddianın mihenk taşı yapma konusunda bir anlayış ve tavır birlikteliğinin sağlanması, şiirin sağlıklı bir zemine oturtulabilmesi için belki de her şeyden daha önemlidir. Şiir adına yapılması gerekenlerin insan/insanlık adına ne anlam ifade ettiğini mutlaka merak etmek durumundayız. Aksi halde şiir hayattan kopacak, ensest bir yapıya dönüşecektir. Bilindiği gibi Turgut Uyar, şiirin insanla ilişkisini çok vazıh biçimde dile getirerek bize bu meselenin kavranmasında önemli bir referans kaynağı olmuştur: “Bütün şiir yazanlara, edebiyat yazanlara hatırlatmak gerekir: Şiir çıkmazdadır. Çünkü insan çıkmazdadır, sorunlar çıkmazdadır. Toplum değişiyor, insan değişiyor, insanın yeri değişiyor, insanın ilişkileri ve sorunları değişiyor... Şiirin en azından artık bir avunma, oyalanma değil, bir saptama, belki bir önerme olduğu anlaşılıyor.” (Uyar 1985, 154) İnsanın değiştiği yerde şiir de değişmek zorundadır. Dahası insanı değiştirmek için de şiirin değişmesi gerekebilmektedir. Şiir sadece değişime ayak uyduran değil değişimi sağlayan bir güç haline gelebilmek için kendini yenileme ihtiyacı duyar. Çünkü şiirin gücü, büyük ölçüde şaşırtıcılığında, insanın dikkatini ve duyarlıklarını dil yoluyla uyarabilme yeteneğinde saklıdır. Dolayısıyla dilin (şiirsel yapının) klişeleşmesini şiir için bir tehlike saymak gerekir. Fakat burada, klişe sözcüğünün maksadı aşan anlamlar içerdiğini de göz ardı edemeyiz. Zira şiirin biçim dediğimiz yapısını oluşturan unsurlar klişe özelliklerden kolayca ve bütünüyle arındırılamaz. Şiirin klişe dışı diyebileceğimiz başlıca iki unsurundan biri, şiiri şiir yapan şahsi tecrübe (yaşantı), diğeri ise üslup dediğimiz şeydir. Bunun dışında şiirin izleksel unsurlarının da teknik özelliklerinin de bir klişeleşmeye zemin hazırladığını yadsımamız mümkün olmayacaktır. Aslına bakılırsa bu bağlamda meydana gelen klişeleşmeler, şiirin nispeten ortak bir duyarlık ve zevk ekseninde tekamül etmesini temin etmenin bir yolu olarak ortaya çıkarlar. Klasik veya geleneksel şiirin gerek içerik gerekse biçim düzeyinde sahip olduğu klişe unsurlar, böyle bir işlevselliğe sahiptirler. Klişeler, klasik/geleneksel şiirin tarihsel şartları çerçevesinde toplumsal-kültürel bir gerekliliği yerine getirirler. Bu manada klişe, modern zamanların ve modern şiirin bir sorunsalı olarak karşımıza çıkar. Nitekim şiir modernleşme sürecinde retorik bir ifade olmaktan öteye giderek insan oluş hallerinin bir göstergesi, bir varoluş alanı ve ifadesi olarak kendisini göstermiştir. Şiir, artık bu noktaya teksif edildiği ölçüde bir güç ve hayatiyet merkezi olabilmektedir. Şu halde, şiirin meselelerine bakarken Turgut Uyar’ın mezkur cümlelerini kendimize temel almak mecburiyetinde olduğumuz kabul edilmelidir. Bu bakımdan bilhassa biçimci eğilimlere karşı temkinli olmakta yarar vardır. Hem yenilikçilik adına ortaya çıkan biçimci tutumları, hem de klişelerin/kalıpların savunuculuğunu yapan tutucu eğilimleri ‘insan’ meselesi etrafında değerlendirmek gerekir. İnsan oluş hallerimizle güçlü bağlantılar kurabilen bir şiire varmaktır mesele. Bu ister klişeleri kullanarak isterse başka yollarla yapılsın; aslolan şiirin bizdeki karşılıkları, bizi ne eylediği hususudur. Şiire bakışımızda vazgeçilmez kriterimiz bu olmalıdır.
Klişeler kendiliklerinden makbul bir şey olmadığı gibi, klişelere karşı çıkmak da kayıtsız şartsız tasvip edilecek bir tutum olmamalı. Şiirin canlı varlıklar gibi gelişen, organik bir yapı olduğunu gözden kaçırmamak lazım. Bu sebeple şiir kah yıkıcı, kah kurucu, kah tekamül ettirici bir yol içinde olabilir. Hangi yolun tercihe veya takdire şayan olduğu ise şiirin insanla ilişki kurmada hangi imkanları devşirdiğiyle ilişkili bir meseledir. Bu noktayı atlayan her bakış şiiri klişe unsurlara veya dille ilgili biçimci tavırlara indirgemekle maluldür.
Klişelere yönelik sorgulamaların temelinde belli ölçüde gelenek ve modernizm çatışmasının bulunduğu söylenebilir. Bilhassa estetik ve söylemsel düzeyde yıkıcılığın fetişleştirilmesi, modernist bir eğilim olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak klişe sorununu tümüyle modernist bir sorunsallaştırma olarak görmemelidir. Haddizatında klişe sorunu, şiirin bütün tarz ve katmanlarında kendisini gösterebilen, denebilir ki bir banallaşma ve yozlaşma sorunudur. Her tarz şiir bir klişeye dönüşebilir. Bir tarz-ı şiiri tekamül ettirmek yerine onu sadece sömürmeye ve kopyalarını üretmeye dönük şiirsellikler bu klişeleşmenin örneklerini verirler. Özellikle etki gücü yüksek olan şiirlerin klişeleşmesi tabii bir hadise şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda gerek teknik gerekse söylemsel hususiyetleri dolayısıyla bazı şiir tarzlarının klişeleş(tiril)meye elverişli olduklarından söz edilebilir. Sözgelimi Nâzım Hikmet’in, Orhan Veli’nin, Attilâ İlhan’ın şiirleri böyle olmuş, kolayca klişeleşerek banal şiirselliklerle bol bol çoğaltılmıştır. Öbür taraftan İsmet Özel’in şiirine bakıldığında, onun bütün etki gücüne rağmen klişeleştirilemediğini, kopyalanmayı adeta mümkün kılmayacak bir yapıya büründüğünü görürüz.
Poetik bağlamda klişeleşmiş/formel unsurların yol açtığı sorunları, tekdüzeleşme, biçimcilik ve şiirsel algının/söylemin baskılanması şeklinde tespit etmemiz mümkün. Bu çerçevede geleneğin şiirde bir klişeleşme figürü olarak ortaya çıktığı pekâlâ iddia edilebilir. Geleneksel şiir yapıları, bireyi genellikle teksesli, homojen bir anlam dünyası içinde hareket etmeye zorlar. Bu, dilin kullanım biçiminden ileri gelen bir şeydir. Zira geleneksel şiirde dile uygulanan klişeler, sözcük ve imgelerin özgürlük alanını kısıtlamaktadır. Vezin, uyak ve söz sanatları gibi klişeler şair/şiir üzerinde görece bir tahakküme yol açmaktadır. Burada, geleneksel şiirin yapı özellikleriyle (klişeleriyle) anlam dünyası veya şiirsel söylem arasında deterministik bir bağın bulunduğunu söyleme çabasında değiliz. Sadece vakıaya ilişkin bir tespitte bulunmaya çalışıyoruz. Ancak böylesi deterministik bir durumdan söz etmenin pek de yanlış olmayacağını söyleyebiliriz. Geleneksel şiirdeki klişelerin bilhassa öznelleşme süreci önünde ciddi bir ayak bağı olduğu kolay kolay reddedilemez. Bununla beraber, şiirin insan oluşumuzla ilgili boyutları sadece öznellik bağlamında değerlendirilmemeli; gerek toplumsal gerekse evrensel sorunlar veya izlekler etrafında sahip olduğu dinamiklere dikkat kesilmeyi ihmal etmemelidir. Dolayısıyla geleneğin taşıyıcı unsurlarını estetik, kültürel bir imkan, aynı zamanda bir varoluş biçimi ve zemini olarak şiire içselleştirme ihtiyacı gösteren, bunu vazgeçilmez addeden yaklaşımların da doğru değerlendirilmesi gerekir. Hiç kuşkusuz gelenekten yararlanmak için geleneğin klişelerine bağlı kalmak gerekmez. Fakat toptancı ve mutlakçı bir tavır içine girmeden geleneğin klişe/formel unsurlarından yararlanma imkanlarına da kapı kapanmamalıdır. Sezai Karakoç’un, Turgut Uyar’ın, daha yenilerde Süleyman Çobanoğlu’nun şiirlerinde söz konusu klişelerin verimli şekilde kullanılmaya açık nasıl bir potansiyel taşıdığını görebiliyoruz. Bu bağlamda neyin, hangi söyleyiş tekniklerinin, ne düzeyde tekamül ettirileceği meselesi belirleyici nitelik taşır. Belki yıkıcılığın olduğu kadar tekamülün de sınırlarının olduğu düşünülebilir. Bu sınırların farkına varamamak şiirin klişelere boğulmasına sebep olacaktır.
Hece şiirinin aruz şiirinden farklı, yeni bir ruh ve düşünce iklimi içinde yeşermesi veya bu iklimi yaratmış olması anlamlı bir husustur. Hece, aruzun dünyası dışında yeni bir dünyanın şiiri olarak konumlanmış, bu meyanda aruz şiirine karşı konvansiyonel bir işlev görmüştür. Aruzun bir anlamda çoksesli diyebileceğimiz vezin sistemine karşılık, hece şiiri tekil ve homojen bir mısra yapısı getirmiştir. Bu ise özellikle Beş Hececiler yoluyla hecenin cumhuriyetle ve milliyetçi ideolojiyle simetrik bir bağlama taşınmasına yol açmıştır. Ne ki hece şiirinin konvansiyonel niteliğini kaybederek ömrünü doldurması fazla uzun sürmemiştir. Öte taraftan hece şiirinin, sözkonusu konvansiyonel işlevinin ötesinde ortaya koyduğu açılım ve zenginlikler Türk şiiri açısından daha büyük öneme sahiptir. Gerçekten de hece şiiri Beş Hececilerle tema, duyarlık ve söyleyiş biçimi anlamında alabildiğine klişe bir özellik kazanırken, bu klişeleşmeye hapsolmak zorunda bulunmadığını çeşitli örneklerle ortaya koymuştur. Bu açıdan klişeleşme olgusunu biçimsel unsurlara indirgemenin doğru olmadığı iddia edilebilir. Hece şiirindeki klişeleşme, belli bir noktaya kadar teknik sebeplerden çok siyasal ve ideolojik atmosferle ilgili bir mesele olarak gözüküyor. Dolayısıyla Beş Hececiler’i, 70’li yıllar şiirinde görülen ideolojik/siyasal içerikli klişeleşmenin hece versiyonu diye düşünebiliriz. Buradaki klişeleşme olgusu, ideolojik hamasetle birlikte vasatın ve genel geçer duyarlıkların üzerinden kotarılan, benzeşik nitelikteki şiirsellikler şeklinde tezahür etmiştir. Anlam dünyası olarak da, teknik ve anlatımsal özellikleri yönünden de belli bir vasatı/düzeyi aşamamış olmaları sebebiyle klişe bir görünüm kazanmışlardır. Hece şiiri bu klişeleşmenin dışına çıkabildiği ölçüde Türk şiirine besleyici ve önemli katkılarda bulunuştur. Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer, Cahit Sıtkı Tarancı gibi şairler hece şiirini farklı alanlara kanalize ederek imkanlarını genişletmeyi ve etkisini derinleştirmeyi sağlamışlardır. Necip Fazıl ve Ahmet Muhip Dıranas ise hecenin verili, tematik klişelerini iyiden iyiye kırarak onu hem teknik hem içerik bakımından çok farklı ve ileri bir noktaya taşımışlardır. Hece şiiri bu iki şairle en üst seviyesine ulaşmıştır denebilir. Bu şairlerden sonra hece şiirinde ısrar etmenin adeta anlamı kalmamış gibidir. Israrcı olmak için herhalde hece şiiriyle gelen tema ve duyarlıkların daha mütekamil/mükemmel bir anlatıma kavuşturulmasına ihtiyaç duyulmalıdır ki, tarihsel-toplumsal sürecin buna gereken zemini yeterince oluşturmadığı görülür. Hece şiirinin takipçileri genellikle klişe duyarlıkları ve söyleyiş tekniklerini zorlayacak bir yetenek gösterememişlerdir. Hececi şairlerin bugünkü İstiklal Marşı’nın yerine konabilecek bir marşı dahi yazamamış olmaları, onlar adına bir nevi talihsizlik sayılabileceği gibi hececi anlayışa hakim olan klişeciliğin bir sonucu olarak da değerlendirilebilir.
Nâzım Hikmet’in Türk şiirine yaptığı en önemli katkılardan biri, şiiri mısra ve hece vezni klişelerinden kurtarmak olmuştur. Bunun şiire büyük bir söyleyiş rahatlığı ve imkanı kazandırdığından şüphe edilemez. Türk şiiri böylelikle adeta üzerindeki demirden bir gömlekten kurtulmuş, çok daha atak şekilde dinamik ve bireysel kimlikler geliştirmeye başlamıştır. Ancak Nâzım Hikmet şiirini de kısa bir zamanda klişe haline getirmekten geri kalınmamış, toplumcu şiir handiyse bu şiirle özdeşleştirilmiştir. Gerçi toplumcu şiirin Nâzım Hikmet kanalı üzerinden bir gelişme insiyakı içinde olması poetik açıdan belli tutamak noktaları içermektedir. Ancak klişeleştirmeden şiire, şiirin gücüne bir fayda ummak yanlıştır; bu şiirin gücünü artırmaz eksiltir. Belki bu klişecilikten Ahmed Arif gibi şiirsel dolaşım gücü epey yüksek şairler çıkabilmişse bunu da yabana atmamak, şiirin kültürel ve ideolojik işlevini çok da küçümsememek gerektiği ileri sürülebilir. Ne ki ideolojik klişeler gibi şiirin klişeleri de insana ve hayata yabancılaşmaya sebep olurlar. Şair tam da bu yüzden klişeleri kırma ihtiyacıyla her zaman karşı karşıyadır. Nitekim Attilâ İlhan, klişelerin getirdiği ideolojik yabancılaşmanın farkına vararak şiirini daha farklı bir mecrada geliştirme çabasına girmiş, fakat bu defa yağmurdan kaçayım derken doluya tutulmuş, arabesk bir şiirselliğe doğru savrulmaktan kaçınamamıştır. Oysa Nâzım Hikmet’in serbest vezin tekniği başta Sezai Karakoç olmak üzere, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever gibi İkinci Yeni şairleri tarafından ustalıkla kullanılabilmiştir. Serbest veznin Türk şiiri için bugün bile tekamüle açık bir alan, bir potansiyel içerdiğini söyleyebiliriz.
Orhan Veli, Türk şiirinin belki de gelmiş geçmiş en önemli klişe kırıcısı, başka deyişle en devrimci siması durumundadır. Şiir algısına ve anlayışlarına çeşitli şekillerde egemen olan ‘şairanelik’ klişesini yadsıyan Orhan Veli, Garip Şiiri’ni bu klişeyi kırma çabasıyla tebarüz ettirmiştir. Hece ve aruz vezniyle beraber serbest vezin de Garip Şiiri’nin reddiyesinden payını almış, genel anlamda şairanelik (şiirsellik) klişesine bağlı her unsura; imgeye, mısracılığa, müziğe ve söz sanatlarına karşı çıkılmıştır. Garip Şiiri, şairaneliğe karşı şiirde basitlik ve bütünlük ilkesi ile konuşma tekniğini konvansiyonel bir güç, bir yenilik imkanı olarak ortaya koymuştur. Ne ki Garip Şiiri, getirdiği ilkelerin bir klişeye dönüşebilme ihtimali karşısında oldukça savunmasız ve yetersiz kalmıştır. Şiirsel ifadeyi ‘eda’ya indirgeyerek yaptığı şeyin, eskisinin yerine yeni bir klişe koymaktan ibaret olduğu görülebilir. Gerçekte Garip Şiiri’nin en büyük zaafı, bizatihi kendi ilkelerinin bir klişe niteliği taşımasıdır. Çünkü şiiri -ister öz isterse biçimle ilgili olarak- katı çerçeveler ve kurallar içersine sokmak isteyen her ilke veya anlayış klişeci bir yapıyı beraberinde getirir. Garip Şiiri belki de bunun en manidar örneklerindendir. Bu yüzden Garip akımı, ortaya koyduğu ürünlerden çok işleviyle önemli kabul edilmiştir. Klişeci tutum, sanıyorum bu şiirin belli bir büyüklüğe (çokluğa) erişmesinin önündeki en önemli engel olmuştur. Oktay Rifat, Melih Cevdet, Metin Eloğlu Garip Şiiri’nin farklı düzeylerde özgün versiyonlarını/çeşitlemelerini vererek, bir bakıma bu şiiri varabileceği yere kadar götürmüşler, onun sınırlarını belirlemişlerdir. Nitekim hemen sonra bu üç şair de klişelere bağlı kalmak yerine daha açılımlı, daha dinamik bir şiir süreci içine girmekte hiç tereddüt etmemişlerdir.
Garip akımına karşı bir hareket, bir reaksiyon olarak ortaya çıkan İkinci Yeni, şiiri klişelere indirgeyici tutumlara verilmiş çok somut bir cevap niteliğindedir. Garip Şiiri’nin dayandığı ilkeler gerek yaşanan gerçekliği gerekse insan oluş kaygılarını karşılayabilecek esnekliğe ve heterojenliğe imkan vermemekteydi. Garip Şiiri ‘eski’yi yıkma konusunda önemli bir başarı göstermiş, fakat hareket-duyuş alanını kısıtlayan klişeleri sebebiyle yaşayan, somut öznenin ihtiyaçlarına yetmemiştir. İkinci Yeni’nin en ayırt edici özelliklerinden biri, Garip Şiiri’nin klişelerini reddederken, yerine başka klişeler koyma gereği duymamış olmasıdır. Hiç kuşkusuz İkinci Yeni şairlerinin şiirin ne olması gerektiği konusunda belli bazı ortaklıkları vardır. Fakat bunlar şiiri klişelere bağlı kılan şeyler değildir. İkinci Yeni için genel planda yapılabilecek en doğru tanımlamalardan biri, şiir mirasına ve şiirin bütün dilsel imkanlarına açık bir şiir yazma çabası, eğilimi içinde olmaktır denebilir. İkinci Yeni, öz veya biçim anlamında dışlayıcı bir tutum içinde hiç olmamış, geleneğe olduğu kadar avangart çabalara da olumlu bir yaklaşım sergilemiştir. Bu sebeple İkinci Yeni’yi belli bir tekniğin veya özün değil, şiirin insanla ve gerçeklikle sahici ilişkiler kurmasını mesele edinen bir bilincin şiiri kabul edebiliriz. İkinci Yeni’ye yönelik biçimcilik suçlamaları ise bir aymazlığın göstergesi olduğu kadar ona yapılan büyük bir haksızlık olmuştur. İkinci Yeni’nin bütün önemli şairlerinde hayata ve insana ilişkin kaygıların belirleyiciliğini rahatlıkla görmek mümkün. Başka deyişle İkinci Yeni şairleri klişelerle değil, farklı öz ve varoluş kaygılarını farklı biçimlerle yazmışlardır. Bu yüzden İkinci Yeni’yi bir akım olmaktan çok bir ortam olarak görmek gerektiği düşünülmüştür. İkinci Yeni’nin, her biri farklı kişilik ve anlam dünyalarına sahip bir adalar takımı halinde ortaya çıkışı, onun aynı zamanda klişe bir şiir olmadığının en somut göstergelerindendir. Öyle ki İkinci Yeni, şiirin klişelere hatta manifestolara bile mecbur olmadan yenilenebileceğinin en güzel örneği olarak bize bugün ışık tutmaya devam etmektedir.
Şiiri klişeleşmeye maruz bırakan en önemli etkenlerden biri ideolojik-siyasal manipülasyon olmuştur. Özellikle 70’li yıllarda şiiri iyiden iyiye baskı altına alan ideolojik-siyasal ortam, hem öz hem biçim düzeyinde klişeciliğin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Şiir bu dönemde bir propaganda aracı ve yolu gibi görülmeye başlanmış, şiirin gerçekliğini ideolojik gerçeklikle aynılaştırma yanlışına düşülmüştür. Dolayısıyla ideolojik söylem şiirsel söylemi oluşturan/belirleyen bir klişe haline getirilmiş; şematik, şabloncu algılarla şiire bakma marazı güçlenmiştir. 70’li yılların klişeciliği, Beş Hececiler’inkine bazı açılardan benzemekteyse de, gerek ideolojik-toplumcu şiirin gerekse Türk şiirinin genel gelişme süreci çerçevesinden bakıldığında şiirde ciddi bir yozlaşma, bir gerileme anlamı taşır. Bilhassa estetik plandaki düzeysizleşme 70’li yıllardaki şiirin en önemli eleştiri noktalarından biri durumuna gelmiştir. Nitekim 80’li yıllarda ideolojik klişeciliğe ve bunun getirdiği estetik yozlaşmaya karşı anlamlı tepkiler verildiğini görüyoruz. Ancak 80’lerdeki haklı tepki ve eleştiriler, ne yazık ki klişeciliğin anlamını daha derinlemesine sorgulayacak bir bilinç düzeyine erişebilmiştir diyemeyiz. İfrattan tefrite gidiş 80’leri şekillendiren bir çarpıklığa dönüşmüş; estetizm ve imgecilik şiire egemen yeni klişeler olarak kendisini göstermiştir. Ayrıca “şiirin bir dil işi” olduğu kaziyesi, indirgeyici bir yaklaşımla poetik bir klişeye dönüştürülmüştür. Bu bağlamda şiirin bir dil işi olmaktan öte bir yapı ve söylem oluşturma meselesi olduğu gözden uzak tutulmuştur.
Bugünkü şiirin sözünü ettiğimiz klişeler karşısında daha duyarlı ve temkinli durumda bulunduğunu söyleyebilmemiz zor. Poetik çabaların konvansiyonel bir alana sıkıştırılıyor olması burada belirleyici bir önem arz etmektedir. Şiiri imgeciliğin ve estetizmin boğucu etkilerinden kurtarma uğraşları elbette takdire şayan bir durum. Ancak bunu yeni bazı poetik klişeler üretmeden ve şiir-insan ilişkisini göz ardı etmeden yapabilmek gerekiyor. İkinci Yeni, bu hususta esinleyici ve yol gösterici bir tecrübe olarak önümüzde durmaktadır. Bugün, şiiri dile ve biçimsel klişelere indirgemeyen ama dilin imkanlarını zorlayabilecek atılımcı çabalara ihtiyaç vardır. Şiir, gücünü sarsıcılığından alır. Buysa şiirin hem gerçekliği temsil edebilme hem de onu dönüştürebilme yeteneğiyle ilgili bir meseledir. Bunun için şiir, esas itibarıyla insana veya hayata nüfuz eden yanılsamaları ortaya çıkaracak bir söylem ve yapı arayışına sokulmak zorundadır. Dille ilgili tasarruflar da bu eksende değerlendirilmeyi gerektirir. Dili, anti-estetik bir bağlam içine taşıyarak deforme etme çabaları elbette şiirin imkanlarını genişletme açısından önemlidir. Algısal, zihinsel ve estetik koşullanmaları (klişeleri) yıkıcı işlevleri açısından deformasyon tekniklerinin önemi bugün belki daha da artmış olabilir. Deformasyon, dilin verili yapısını ve özelliklerini değiştirmek için uygulanan bir müdahale biçimidir. Dilin yapısında içselleşmiş bulunan klişeleri kırıcı işlevleri vardır. Fakat sözkonusu tekniklerin ancak şiirsel söylemin veya yapının inşasına yaptığı katkı ölçüsünde bir değer taşıdığını unutmamak gerekir. Bu itibarla deformasyonun sınırlarını ve imkanlarını iyi tayin etmeli, 80’lerdeki imgeci saplantıların bir benzerini burada yaşamamalıdır. Başka deyişle, imgecilik 80’lerin şiirini nasıl karanlık ve bulanık bir suya çevirdiyse, deformasyon uygulamalarının da şiiri aynı açmaza sokma ihtimaline karşı uyanık olunmalıdır. Burada aslolan dili sarsıcı ve uyarıcı bir şekilde kullanma becerisini göstermektir. Daha önemlisi, deformasyonun sadece dil ve sözcük düzeyinde ele alınması yanlıştır. Şiir yerleşik/egemen algı yapılarındaki yanılsamalara yönelik bir müdahaleyi, bir tavrı öncelemek zorundadır. Şiiri gerçekten yıkıcı bir güce eriştirmenin asıl yolu, dünyanın veya gündelik hayatın söylemsel düzenine karşı yine söylemsel düzeyde bir deformasyonu gerçekleştirmektir. Buysa şiiri yozlaştırmadan yapılacak bir iştir.
Kaynakça:
Uyar, Turgut (1985) Sonsuz ve Öbürü, Broy Yayınları, 1. basım.
(Hece, Kasım 2007)