Kerem’in “Destursuz”, fütursuz gidişi onu üzüyordu. Eve haciz gelmesi ne demekti. Öz evlâdı tarafından hem de? Nazire’nin yüreğine inecekti. Eş dost, konu komşuya karşı utancı ise hiç sormamalıydı…
Aynı konuya defalarca dönüp gelse de; üniversiteyi kazandıktan sonra Kerem değişmişti. Sorumsuz, haylaz, aymaz, utanmaz...
Sülâlede böyle mümtaz bir örnek yoktu. Nasıl birden bu biçime girmişti, sessiz mahcup uslu genç; öfkeli, aldırışsız, hiçbir hareketi önceden kestirilemez, fikirsiz zikirsiz zembereksiz biri olup çıkmıştı. Anlayamıyordu.
Şimdi de evi terk etmişti. Annesiyle gizliden gizliye konuşsa da, ne halt ettiği belirsizdi.
Herhalde önceden de vardı belirtiler ama görmemiş; daha kötüsü bir ihtimal, göz yummuştu. Belki oğlan, büyük şehre varıp, özgürlüğüne kavuşunca, babası Samet dâhil kimseyi iplemez olmuştu.
Çok lâf vardı söylenecek. Ama uzatmak, kendini fazla üzmek istemiyordu. Yeterince yorulmuştu. Her zamanki dertti işte!
Yeni olan, bazen içinin boşalıverdiğini, âdeta elinin ayağının birden kötürümleşip, garip bir hassasiyetle tükendiğini hissetmesiydi. Sanki o mutmain, bütün gelmişine geleceğine meydan okuyan, “dünyanın en kuvvetlisi, bahtiyarı, en zengin adamı” hissettiren kalbine yabancılaşıyor; hayalleri, uzak yakın hedefleri silikleşip, donuklaşıyordu.
Bereket versin, yine de çok uzun sürmüyordu hâli. Herhalde sıkıntılarıyla birlikte, “Hayatımın en güzel yılları!” dediği, Necdet Efendi ve yakınlarıyla, sevenleriyle birlikte geçirdiği seneler gayriihtiyarî gönlüne doluyor. Bir iç sesi “Sen ağlama!” diye teselliye girişiyor. O zaman kalbin feveranları, koyulmaya başlayan bir ıstırap susup, mûnis bir yelin şefkatiyle huzura kavuşuyor, vaatkâr serin bir bahar fısıldayarak: “Bekle!” diyordu.
Hayır, hüzne izin yoktu. İçindeki darlık, kasvet yumuşatılıyordu resmen.
Necdet Efendinin ruhuna bir Fatiha okudu. Esasen hiç unutmamıştı ki…
Muhabbetin sindirdiği bir kederin; gelen günler bastırsa da aniden neşet ediveren bir inceliğin, süzülmüş bir zarafetin, lâtif bağra basılası bir atmosferin içinde hep onu “hatırlıyordu”.
…
Görünmez bir çağlayanın sesi kulağına geliyordu. Artık pek yakındaydı. Çoktan beri aradığı bir şeyin, bir özün, nirengi noktasının habercisiydi.
Güneşi, ışığı, geleceği, aşkı içmiş kelimelerle konuşuyordu. Söylediklerine olan derin inancı, çevresine dinleyicilerine aksediyor, yüzü bir eski zaman cazibesiyle kamaştırıyor, gözlerinde kerim adamlar ordusu resmigeçit yapıyordu.
Varlığından kesintisiz bir güzellik yayılıyordu. Ayak bastığı toprak güzeldi; bedeninin yardığı hava, nesneler, en küçük en önemsiz gözüken ayrıntı… O’nun mevcudiyetinin potasında eriyen, bir aşk mührü gibi damgasıyla sildiği, uğruna tükenen her şey eşsizdi.
Necdet Efendi’yi görür görmez, “İşte insan!” demişti. Bir ruhî uyanışın şevkiyle silkinmişti.
Hâlbuki yakın arkadaşı Recep için “Orta yaşlı, müzik gibi bir takım hobileri olan, becerikli, misafirperver, sıradan, modası geçmiş adamlardan biriydi. Fazla k(abartmaya) gerek yoktu. Samet’i inciten, manidar, ucu açık bir gülüşle: “Uçurup durmayın canım!” diye takılıyordu. Nitekim “Mekâna” birkaç defa gelmiş; ondan sonra ayağını kesmişti.
Doğru değildi gelgitleri, tereddütleri.. Hayat devam ediyordu ama “Keşke, burada olsaydı” diye düşündü. “Hayatı sil baştan yaşasaydım; daha(bu dahanın içine, ne kadar eklense yetmeyecek; daimî sevgi, daha fazla uyanış, hizmet, mutluluk mahsulü doluşuyordu.) şuurlu olsaydım”.
O günlere gittiğinde derin bir zevk kaplıyordu içini. Hayatı daha iyi kavrıyor, anlamlandırıyor gibiydi.
İlk başta hayretlere gark olmuştu. Şaşılacak işti. Önündeki dünyayı, kâinatı, eşyayı, akrabayı, çevreyi, hülâsayı evvelce de görmüştü. Benzer kapılardan kaç kere geçmiş, aynı pencerelerin önünden ayrılmamış, bildik arkadaşlarla görüşmüş, yemek yemiş, aynı gök kubbe altında yürümüş; artık ezberlediği, bundan böyle makyajlanamayan hayatı, muttasıl kaç kere tekrarlamıştı. Rolünde, yerinde bir farklılık da yoktu.
Ama Necdet Efendi’den sonra…
Bütün bu sade, hatta banal, belki fuzulî; tecessüsünü çoktan yitirdiği, cazibesini muhtemelen kaybetmiş, kimi zaman gerilimli ilişkiler, yerler, gözünün çarptığı, hayalinin değdiği, varlığının tükettiği “şey”; tuhaf bir çekicilikle, hatta aşk lisanıyla parlıyor. Bedbin küskün, hazin yeknesak zamanlarda, ani bir kıvılcımla ışıkla ân tutuşuyor; ya sevince, ya teselli veya sükûnete, dilsiz bir huzura, tazime, ruha kondurulacak taze buselere dönüşüyordu.
Gönlünde sanki ekilip biçiliyor, bir “Bahçıvan’ın” yılmaz, şen sesini işitiyordu.
Bir emsalsiz nazar, nefes vardı orada. Bir posta otururdu, sevgi deren serpen birileri. Çiçeklerin açılışını, tohumların çatlayışını izlerdi. Toprak tozuna bulanmış Kâinatın yüzüyle selâmlaşır, halleşirdi. Düşünürdü ki, bir mânâ mirasını kim yağmalar, mezcederdi.
Yeryüzü büyümüş büyümüş.. Ve daima yere kapanık, secdedeydi. Başını yere değdirmenin erinci, burnunu sürtmenin hafifliği, bir derinlik, sonsuzluk kokusuyla demlenirdi.Kutsal diyarlara doğru, bir turna, zümrüdü anka kafilesi yola çıkmaya hazırlandı. “Küheylana” binmiş nikaplı bir “Arslan”; zamanları yırtarak, açarak havalandı.
İçte.. bir hurma dalı titrek, tutmasını beklermiş gibi önünde uzandı. Göğe asılmış salıncaklarda nevcivanlar sallanırdı. Üstündeki köpükleri silmiş, duru ışıktan incili denizler, dalışlara; derinlerdeki, ezeldeki maviliklerin, “güllü bağlardaki” sayısız kutlu yüreğin dizlerinin dibine çağırırdı. Kulağı ezel nağmeleriyle çevrelenir; ruh ruha sarmaş dolaş sarılır, arınırdı.
Gördüklerinin mânâsı, şuuru açılıyor, bir sis perdesi, zamanın yığdığı tozlar sıyrılıyor; bambaşka bir haletin, vaziyetin göstergesi, remzi oluyordu.
Sıcacık, kanılmaz Allah anışları başlıyordu kalbinde. Ki bir lahza unuttuğunda neler doluyordu sînesine.
Necdet Bey gibilerin kıymeti, buradan geliyordu işte.
…
Fakat bu zevk; bu tarifsiz, ömre bedel, köşesiz dipsiz, tüm hayatı, âlemi içine alan lahûti tad.
Dünyanın insana karşı saygısızlığına, cengâverliğine direnen; tabiri caizse “duruşu”, adı sanı, anayasası, herhalde kanunsuzluğu olan bir öte zevki…
Hele belli bir kıvamı bulunca, ayılması ne uzun sürerdi; hiç doyulmaz, kıyılmaz, kanılmaz…
Bu zevke kavuşmuşken Tanrı’nın izniyle, kim karşısında durabilirdi. Lâkin önündeki mesele de sarih ve netti.
Bir enerji, bir iç odu kalbini yaktı. Necdet Efendi, olanlara ne derdi? Danışacağı, istişare edeceği kimse yoktu ki… Hâlbuki bir kerecik bakışıvermeleri bile kâfiydi.
Sızlanan, meyus kalbine sordu. Cevabını dinlemeye koyuldu.
“Necdet Efendi havası” hızlandı. Çok şirin, hep hissetmeyi görmeyi istediği hayat dolu, ziyalı bir ağırlık, itirazsız hemen teslim olduğu bir basınç tekrar gönlünü kapladı.
Derhal ölmeyi ve “mesut kalbine” gömülmeyi diledi. Mezar değildi orası, sulh ve sükûnun, Cennet’in ebedî yeriydi.
Belli belirsiz bir yel esti; sanki yücelerin bağışlayıcı dudaklarından çıkmış gibiydi… Sakinleşti. Şimdi müsterihti.
Bir müddet düşündü. Sonra karar verdi.
Anlamsız bir şikâyettense, harekete geçecek; Kerem’e “Gel” deyip, konuşmayı yeniden deneyecekti.