Menu
HÜSNİYE ÇÖLLERDE...
Öykü • HÜSNİYE ÇÖLLERDE...

HÜSNİYE ÇÖLLERDE...

Sel devri daim halinde dönüyordu.
“Damla” zıplamak, sevdiği yere raptolmak, hesapsız zamanları cebine koyup, atlamak istiyordu ama bir türlü arzusunu gerçekleştiremiyordu.
Sürüklenip duruyordu. Üstelik “iri güçlü damlalar” ikide bir önünü kesiyordu.
(Her yerde mebzul miktarda bunlardan. Suyunu bulandırırlar, manzaranı kapatırlar. Aşamazsın. Ulaşamazsın. İstediğinde ses vermezler, renksizdirler, iplemezler.. “fizik engeli”, mâna engeli. Hep arkalarda kalır, kuyruğa takılırsın, kendini gösteremez yırtılırsın.)
Meydanın tam orta yerinde, odak noktasındaki bir “yetkiliye” vaziyeti bildirdi:
“Polis Bey! Ben var sizin ülkenizde konuk. ‘Tavuk kebab’ hoş güzel.. Burası çok sıcak, kalabalık. Fevkalâde sıkışmak, yazııkk! Şimdi nasıl derler ben var ‘Siyah Taş’ ellemek, öpmeek. Siz var bana yer göstermeek.”
Cevap kestirme ve netti: “Yallah!”
Gecikmeden “Üniformalıya” lâf yetiştirdi:
“Görürsünüz siz! Yakında fetih gerçekleşecek. Anahtarlar bizim elimize geçecek.”
Türbanındaki iğnelerle toraman bazı “beyzadelere” operasyon yapmayı düşündüyse de hiç bir hayır(lı) başlangıç yapamadı.
Cesaretsizliğine fena halde canı sıkıldı. Boşa dönmek, “döner(k)liğin” şanından mıydı. Neredeyse ağlayacaktı.
Aniden Ulu Üstün bir “Otorite” fikri, beyninde çaktı. “Damla” patladı:
(Beni Yaratan beri baksın bakim... Torpiil!”
Akabinde inanılmaz bir hadise gerçekleşti. Yetişildi. Buyruldu da, sanki bir tüp geçit faaliyete geçti; “reklamsız/ duyurusuz” hizmet erişti.
İşte en nihayet karşısındaydı. “Kara taşım! Canım!”
Başını oyuğa gömdü, hiç çıkarası gelmiyordu. Her fırsattan istifadeyle öpüp duruyordu. Sonunda usancından “O”da.. bîçareyi öptü.
Lâkin başkalarının hakkını yemiş gibi utanç duyuyor, lâyık olmadığı bir buse/ mutluluk tadı ciğerlerine yayılıyordu.
En nihayet “canına yetmiş bir dalga” geldi, bağrından attı; “derbeder” harice çıktı. “Merkez” herkes rahatladı, genişleyip ferahlandı.
Şimdi kapıların önündeydi, döndü dolaştı. Ayakları, ruhu bedeni birbirine döndü dolaştı. Ki son dönüşünde artık kendini de bulamadı, “dolaştı”.
...
Aslında.... ıslah olması, uslanması için çöllere sürülmüştü, yani “tutulup” götürülmüştü.
Fakat her nedense “Ali Hoca’ya yazdırdık, daha beter azdırdık” durumu söz konusuydu. Kul ne etsin, iflah olmaz çözümsüzdü.
Derken “Birileri”, “içine” arka arkaya flit yapmaya koyuldu. Genzine yoğun bir ilâç kokusu doldu.
DDT’ mi kestiremedi. Herhalde kuvvetli karma bir “iksirdi”. Yüce Rabbim kimleri tedavi etmezdi.
Yüreğinin kuytu batak bölgelerinde üç beş yüz haşere boğuldu, panikleyen kimileri yüksekten atlayıp, canına kıydu.
Yol(un)dan geçen talihsiz bazı börtü böcek takımıysa; radyasyona kapılıp, mühim zararlara telefata uğradı. Anlaşıldı, afat geliyordu.
Şen şatır üç dört “muzıre” ko(r)kudan “Allahüekber” deyip, namaza dursa da; kafasında şakırdık dümbelekler, envai çeşit uzuun “hava” çalıyordu.
Göğüs kafesi çatırdayıp gümbürdüyordu. Uzaklarda gözden ırak yerlerde dehşetengiz, insan eli değmemiş acayip toplar patlıyordu.
Beti benzi soluk zilzurna güneşler açıyor; süzme (ç)aylar resmi geçit, değme yıldızlarsa kanon yapıyordu. Yer gök tozutup üfürüyordu.
Gevşemeye başlamışken, gaiplerden bilge bir erkek sesi resmiyetle sertçe uyardı:
“Durun! Hemen sevinilmesin! Gaflete kapılınmasın! Rakamda tenzilât yapıldı şımarılmasın.”
Yeraltına inmiş, kalp damarlarında mevzilenmiş, örgütlü bir haşere ordusu kıkır kıkır gülüştü.
...
Gene de az sonra kalbinde yumuşaklık.. dünya peşinen verilmiş de, “varlıklar” onun sevmesi için istihdam edilmiş gibi variyetli bir his doğdu.
Ancak bir türlü kunduralarını bulamıyordu; belki de gözüne kulağına olduğu gibi kum dolmuştu.
Gördüklerinin hepsi sanki sahipliydi. “Hanımsıların” tümü, bir erkek himayesindeydi. Hatta maaileydi.
Sonra dikkatini pek aradığı bir “nesne” çekti. Yeşil 44 numara erkek terliği “sağ’dan”, “Jilet Havva’yı” nanik yaparak süzüyordu.. Az ilerdeyse birkaç numara küçük, ucu yırtık “sol’uk” bir mavi “caponoğlu Tokyo” mahzunca inliyordu.
İki “eşsiz” öksüz.. dertli.. boynu bükük, “cami avlusuna” çöp gibi fırlatılmış yavrucak...
Derin bir anne şefkatiyle onlara atıldı, bağrına bastı... Şimdi nasıl kıyıp, yere basacaktı.
“Cicibicilerine, ganimetlere” minnetle bakıyordu. Yoksa bir kilometreyi, otele kadar çıplak ayakla yürümek de kader icabındandı.
(Komşu komşunun puluna muhtaçmış. Bak Allah razı olmadı. Seni hep atıp tuttuğun “bıyıklı vatandaşlarımız” kurtardı.)
Bir mahcubiyet kuşatmasıyla yutuldu sarıldı.
“Hakkınızı helâl edin, pek kıymetli entarili bacılarım!”
Gerçi farklı renktelerdi. Mamafih bunda da teselli, ağır bir felsefe dersi yakalamakta gecikmedi.
(Hiç sormayın, benim gözlerim gibi.. ‘maneviyat kedisi’ benzeri.. teki dünyaya, beriki öte tarafa.. biri toprağa, diğeri havaya.. gizlisi mürteci ajanlığa, örtülüsü de ‘nevzuhur hocalığa’ bakar.)
Ganimetleriyle bir kaç “estetik artiztik adım” attı. Dengesini kaybetti, düşmesine ramak kalmıştı. Pantolonun paçalarını kıvırdı.
Hayatta her hal ve şartta “ibret” almak gerekirdi. Hikmet belki de burnumuzun dibindeydi.
Demek ki neymiş: (Hayatın en önemli konusu: Muvazeneydi.)
Sırrî ses fısıldadı: “Bizce de muayene! Muayene!”
Aldırmadı.. ruhuna bir erkek azameti, kibri sinmiş gibiydi.
Sonra terlikçikleriyle kırıta kırıta yürümeye başladı.
Hedef az ilerde, “istikbaldeydi”.

Diğer Yazıları