Menu
ZAHRA VAKTİ
Öykü • ZAHRA VAKTİ

ZAHRA VAKTİ

Şu zahra vakti tüm işler üstüne kalmıştı. Kocası da tam yabana gidecek zamanı bulmuştu.
Bir kış evde kös kös otur iş arama, bulgur tarhana zamanı yazıya pamuk suyuna git. Başka elinden ne geldi ki bu güne kadar. Dara düştü mü imdadına pamuk suyu yetişir. Ağaların da çoğunu tanır zaten.
Yine bir yolunu bulup bizimkini çağırmalıyım diye düşündü.
Gerçi bulgur kaynatırken çağırdığında pek de hoş olmamıştı. Kocası gelsin diye o zaman bir bahane bulmuştu. Yoksa işi bırakıp geleceği yoktu. Söylediklerinden dolayı sonradan içinde bir ukde kalmıştı ama, olsun.
Benim burada iflahım sökülsün, umurunda mı onun? Bir iki günlük izin alıp da niye gelmeyecekmiş, diye düşünmüştü.
Ben onu getirmesini bilirim demişti.
Gel annen hastalandı, deyip paldır küldür getirtmişti kocasını. Hasta falan da değildi kadıncağız. Maksat iş görülsündü. Fakat ne olduysa olmuş, tam kocasının geleceği vakit ateşler içinde kalmıştı kaynanası. Hastaneye zor yetiştirmişlerdi zavallıyı. Nasılsa ateşi birden yükselivermişti. Başta bahane olsun diye söylediği, hakikat olmuştu. Doktorun verdiği serum bitene kadar hastanede müşahede altında kalmıştı.
Allah’tan çabucak iyileşmişti de kaynanası, içi rahat etmişti. Kocası gelmişken de ona epeyce bir iş gördürmüştü. Bahçe suyunun nöbeti geldiğinden, bahçeyi de bir güzel sulatmıştı.
Konu komşu hep kendi derdindeydi. Tarla takım işleri, su nöbetleri, zahra tutmalar derken kimsenin boş vakti yoktu. Çağırdığında yardımına hiç yüksünmeden gelen bir Çakal Ali’nin gelini vardı. O da olmasa işi hepten haraptı. Zaten birkaç yıldır kaynanasının da elinden bir iş gelmez olmuştu. İş gelmesi şöyle dursun, yükü olmasa yeterdi. Alsın eline tespihi, hanımelinin, küpe gülünün yanı başında zikre dursun, sohbet etsin onlarla.
Tarhanalık yoğurtları hazır etti. İki kırat döğmeye yetecek kadar olmuştu yoğurtlar.
Nasıl eder de bizimkini şu işin en fırfırı olduğu zamanda bir kere daha çağırırım da büyük bir yükten kurtulurum diye yine derin derin düşünmeye başladı. Bilirdi, kocasına kalsa hiç gelmezdi. Ağalarının gözünden düşmekten korkardı. Öyle ya, işinden olursa yeni bir ağa bulmakla kim uğraşacak!
Hanım, ağaların gözüne girmem lazım. İyi çalışmalıyım. Hem biliyorsun adamlar fazladan yardım da ediyorlar, der dururdu.
Gözlerine girmezse adama zırnık koklatmazmış ağalar.
Gel değirmen işini hallet, tarhanayı pişirmeye yardım et dese, dünyada kabul etmezdi kocası.
Aklına parlak bir fikir geldi.
Kalın kaşları çatıldı. Gözlerini kıstı. Bir an sinsice gülümsedi. Neden sonra yüzü bir sıklet hali aldı.
Kocasını çağırmak için yine bir bahane bulacaktı. Bu sefer oğlun hastalandı, hemen gel diyecekti.
Ya diğerinde olduğu gibi olursa? Kaynanasının hastalandığı gibi oğlu da hastalanırsa? Beş altı yıl gibi uzun bir süreden sonra çocukları olmuştu. Kocası da kendisi de esen yelden sakınırlardı çocuklarını. Gözünün nuru yavrusuna bir şey olmasına dayanamazdı.
Yok canım ne olacak ki, diyerek kendisini rahatlatmaya çalıştı.
Geçenki sefer denk gelmişti öylesine. Sadece bir tesadüftü işte.
Zaten kaynanasının hali, öncesinde de pek iyi görünmüyordu. Kocasının geldiği sıra iyice rahatsızlanmıştı. Çağırmak için söyledikleriyle aynı zamana denk gelmesi kuru bir tesadüftü sadece. Başka ne olabilirdi ki!
Anne acıktım, diyerek gıcırdata gıcırdata merdivenleri çıkan oğluna, sabahtan kalma tereyağlı bazlamayı dürüm yapıp verdi. Çocuk bazlamayı kaptığı gibi arkadaşlarının yanına, çoturum eşek oynamaya gitti.
Arkasından seslendi.
Ağaçların gölgesinde oyna, güneş altında kalma tamam mı kuzum!
Çocuk, ardına bile bakmadan tamam anne, harman yerindeyiz zaten diyerek karşılık verdi.
Evlerinin önündeki pınarın, aşağılara doğru kendi halinde akıp giden suyuyla yıllardır sulanan kavak ağaçlarının gölgesi vururdu harmana. Çocuklar, ruhlarını serinleten gölgede cırcır böceklerinin, kurbağaların senfonisi eşliğinde en tatlı oyunlarına dalarlardı. İkindiye doğru çıkan garbi yelinin yüzlerini yalayıp geçmesiyle de iyiden iyiye koyulaştırırlardı oyunlarını. Hele bir de bir öğlen kaçamağı yapıp Hartlap Dere’ye yüzmeye gitmişlerse, bu gölge birebirdi yorgunluklarını almak için.
Esmer yüzü, gamzeli bakışları, açık alnına düşen perçemi ve küçük ince dudaklarıyla yavrusunun güzelliği yüreğini şenlendirirdi. Kendi nazarından korkar da arada bir kurşun döktürürdü kuvvetli hamaylısı olan Hatice kadına. Oğlunu okutmaya giderken de biraz tuz, biraz bulgur koyardı torbasına.
Avludan çıkan çocuğuna bakarken, boyuna posuna kurban olsun annen bir tanem, dedi sessiz ve derinden.
Gölge en kısa zamanındaydı.
Ezan vaktiydi. Memidik Hocanın eli kulağında olmalıydı.
İçeri geçti. Kocasına telefon edecekti. Yarın gelsin de tarhanaya yardım etsindi. Zaten sabahtan beri ayran yaymaktan kolları kopmuştu. Bir de bu yorgunluğun üstüne tarhana küreği çevirmek iş değildi.
Hemen araba bulsa akşam ezanına varmaz köyde olurdu kocası. Yarın da işe şafak atmadan başlarlarsa bitiriverirlerdi. Çakal Ali’nin gelini, iki de Laverlerin kızları geldi mi yeterdi.
Sesine biraz hüzün katmalıydı. Üzgün ve sitemli konuşacaktı. Biraz da yalvarma hali olsun tamamdı. Ağlamış da kısılmış gibi bir ton verdi sesine.
Kocası hayırdır ne oldu demeye kalmadan çözülüverdi dili.
Hemen gel, oğlun çok hasta. Bir doktora götürelim. Ben tek başıma yol yolak bilmem. Seni sayıklıyor yavrum. Yemeden içmeden kesildi. Ne olur herif, bir yolunu bul, hemen gel!
Diyeceğini demişti bir çırpıda. Ardı ardına sıralamıştı sözlerini.
Kocasının sorularına doğru düzgün cevap bile vermiyordu. O sordukça, durumu kötü işte, havale geçirmesinden korkuyorum, acele etsen iyi olur, hemen şimdi çık yola, diyordu.
Hadi kapatıyorum telefonu deyip ahizeyi sertçe yerine koydu.
Oh be, bu iş de tamamdır, diyerek eli böğründe somyaya oturdu.
Hemen gelirdi kocası. Tanırdı onu. Oğluna yufkaydı yüreği, hastalığına dayanamazdı. Akan sular dururdu oğlum deyince. Tırnağına bütün köyü değişmezdi.
Memidik Hoca’nın okuduğu ezan açık pencereden dalga dalga içeriye doluyordu.
Kaynanası çardakta asmanın gölgesinde uyuyordu. Dışardan çocukların cıvıltılı sesleri geliyordu.
Ezan sonrası, bir horoz vakitsiz öttü. Bir tavuk, folluğa sıcak bir yumurta bıraktığını cümle âleme ilan etti. Miskin kedi somyanın kenarındaki mindere yatmış içten içe mırıldanıyordu.
Mutfağa geçti. Bulgur pilavı pişirip yanına da domates salatası yapacaktı. Oğlu için yeni yaydığı ayrandan bir tas ayırmıştı. Buz gibi ayranla karıştırılmış bulgur pilavını öyle iştahla bir yiyişi vardı ki oğlunun, kendi iştahı da kabarırdı onu seyrederken. Babası, ye oğlum ye, insanın yaptığı iş yemek yiyişinden belli olur derdi. Salataya doğradığı soğanın cücüğünü de oğluna ayıracaktı katıklıyla yesin diye.
Mutfakta işe daldığı sıradaydı.
Avlunun kapısı kırılacak gibi hızla yumruklanıp açıldı. Teyze teyze, Ömer Ali, Ömer Ali diye bağırarak gelen çocuk tahta merdivenleri de aynı telaşla çıkıyordu. Merdivenlerin gıcırtısı uğultu uğultu çoğalırken başından kaynar sular dökülmüş gibi yandığını hissetti. İçi cız etti. Beti benzi attı. Kapıya koştu. Uzun etekleri ayağına dolaştı. Düşecek gibi oldu. Kapının mandalından zor tuttu.
Dudakları titriyordu. Gözleri derin bir kaygının ateşiyle yanıyordu. Göğüs kafesi zorluyordu kaburgalarını. Elleri titremeye başlamıştı.
Ne oldu söyle, Ömer Ali’me ne oldu, diye bağırıyordu tüm kaygılarını kelimelere yükleyerek.
Bin bir türlü kötü düşünce zıpkın gibi saplanıyordu yüreğine. Zamanın kılcalları bilinmez bir acıyı taşıyordu kollarında.
Çocuk nefes nefeseydi. Soluk alışverişlerinin düzensizliğinden yarım yamalak cümlesini bile tamamlayamamıştı. Neden sonra dili açıldı.
Yere düştü, Ömer Ali oynarken yere düştü, dizi taşa çakıldı. Yerden kalkamıyor. Kıvranıyor, ağlıyor.
Kan beynine sıçradı. Nutku tutuldu. Daha bir şey soramadı. Yemenisini bile giymeden hızla merdivenlerden indi. Avludaki çiçek tarhlarını ezerek dışarı çıktı. Çıplak ayaklarına batan dikenlere, çakıl taşlarına aldırmadan koşuyordu. Saniyeler saat kadar uzamıştı. Sol yanına inceden bir ağrı girdi. Oğlunun dizinin ağrısını hissetti ta derinlerde.
Oğlu yerde acılar içinde kıvranıyordu. Gözyaşları toza toprağa karışmıştı. Tozlu yüzünde yol yol iz olmuştu gözyaşlarından. Sağ yanının üzerine yatmış, sol bacağını tutuyordu.
Yavrum, kuzum ne oldu sana deyip başını topraktan kaldırdı, bağrına bastı. Alnına düşen perçeminden öptü.
Gadasını aldığım, kurban olduğum yavrum nen var senin?
Ana oğul kavakların gölgesinde ağlaşıyorlardı. Çocuklar, feryadı duyan komşu kadınları toplanmışlardı başlarına.
Ömer Ali’yi yerden kaldırmaya çalıştılar. Sol ayağını basamıyordu.
Acıyor ana, çok acıyor diyordu.
Sınıkçı Mehmet’e bir gösteriverseniz hemen, dedi komşusu Fatma kadın.
Bugün şehre gittiydi kayınbabam, evde yoktur diye cevap verdi Sınıkçı Mehmet’in gelini.
Her konuşandan bir medet umuyordu. Yalvarırcasına akıl verenlerin yüzlerine bakıyordu.
Çaresizliğini yutkuna yutkuna hissetti. Dili damağı birbirine yapışmıştı.
Ömer Ali’yi kadınların da yardımıyla sırtına aldı, eve götürdü.
Bağrışmalara uyanan kaynanası torununu, gelininin sırtında avlu kapısından içeri girerken görünce bir feryat da o kopardı.
Bir araba bulsak, şehre götürürdük hemen dedi kaynanası. Ters vakitti. Köyün dolmuşları henüz şehirden dönmemişti. Eli mahkûm bekleyeceklerdi.
Oğlunun dizindeki sıyrıkları ılık suya batırılmış bezle sildi. Şişlik vardı. Kaynanası bir poşete koyduğu buzu getirdi. Şişini alır, iyi gelir kızım dedi.
Ağlaması dinmişti, ama içinde bir yerlerde kendini kınayan, suratına bir paçavra gibi savrulan yalanın acısı giderek artıyordu.

DİPNOT:
Gadasını almak: başkasının derdini, ona gelecek belayı almak.
Sınıkçı: kırık ve çıkıkları tedavi eden kişi.
Zahra: zahire; gereğinde kullanılmak üzere saklanan gıda, tahıl.
Çoturum eşek: uzun eşek oyunu

Diğer Yazıları