Menu
GÜVENCE
Öykü • GÜVENCE

GÜVENCE

Her bayramda memleketime dönerken yaşadığım burukluğu yine yaşamaktayım.
Ailemi, dostlarımı görecektim. Bunun mutluluğunu hissediyordum. Ama bir taraftan da açılan her koyu muhabbetin ortasında, lafı dönüp dolaştırıp da bana rahatsızlık veren o konuya getiren babamın beni baskı altına almaya çalışarak sorduğu sorular yok mu?.. Onlar da olmasa sıla-i rahimim burukluktan sıyrılıverecek. Gönül atlasımda belirsiz coğrafyalar kalmayacak mutluluk adına. Kalbim huzuru damıtacak okyanus özgürlüğünde.
Yakın akrabalarımızdan ve kardeşlerimden destek alıp beni köşeye sıkıştırmak istemeleri bir olmasa... Zaten en son ziyaretimde babamla biraz kırgın ayrılmıştık.
Artık bu evde sözümüz dinlenmez oldu, diyen babam; ayrılırken de elini, yüzüme bakmadan zoraki öptürmüştü.
Anacığım öyle değil. Kırmaz beni, anlar halimden. Ortak olmaz konuşulanlara. Bana çok güvenir. Rahat bırakın oğlumu, ne yapıyor ne ediyorsa vardır elbet bir bildiği, der gönlüme dağ meltemi serinlikler bahşeder.
Ah, anacığım! Uykusuz kaldığın gecelerde sen işlemedin mi zaten gönül dantelâmı nakış nakış. Bana ak tülbendin kadar masum duygular taşıyan o güzelim ninnileri sen söylemedin mi billur bir suyun ahenginde. Kim bilir ne içli dualar etmişindir gökler ötesinde hora geçen.
Biliyorsun, yüreğim mekândır sevda mavisi yüreğine.
Bir sana nazlanmışımdır zaten çocukluğumdan bu yana. Ağabeylerime karşı beni koruyup kollar, ezdirmemeye çalışırdın. Belki küçük olmam celbediyordu senin şefkatini.

***
Yine pencere kenarından almıştım biletimi. Yine yollar boyu akacaktı gönül mahzenlerimde demlenmeye bıraktığım hayallerim. Uzayıp gidecekti asfaltın beyaz çizgileri gibi kıvrım kıvrım, kesik kesik. Aralayacaktım hayallerimin kapısını. Özlemlerimi serpip üstüne, sevdalarıma sarıp sarmalayıp onları, kendimi bilmeye yakın olacaktım. Tanıyacaktım bir kere daha nefsimi. Kendim olacaktım ideallerim ve hayallerim kadar. Ne kadar büyükse himmetim o kadar büyütecektim eksik yanlarımı.
Düşler kuracaktım biteviye, gönlüme yağmurlarca düşen... Düşlerimin yağmurlarda yıkanıp ak bir zambak gibi açmasını bekleyecektim sonra.
Bu sefer kitap okumayacaktım yol boyu. İçime dönüp çevirecektim gönül kitabımın sayfalarını. Buseler konduracaktım her bir sayfanın üstüne, yüreğimin üstüne.
Narçiçeği kırmızısı ümitlerim bir bir şereflendiriyor ruhumu. Arada bir çakıl taşı hesaplaşmalar zorluyor kıyılarımı. İçimi acıtıyor. Babam diyorum, yine sıkıştıracak beni. Zorlayacak bir kere daha. Gel sözümü dinle oğul, diyecek. Hayır, babalık hakkını devreye koyacak kadar değil elbette; ama mahzunluğunu hissetmemi sağlayacak içime dikenler batıra batıra, canımı acıta acıta. Yine o soruyu soracak.
Beni sen ne zaman anlayacaksın acaba canım babacığım? Aslında beni çok fazla düşündüğünü söylerken, unuttuğun bazı şeyler olduğunu ne zaman fark edeceksin? Zaman, senin gençliğinin zamanı değil. Üç beş günlük misafiri olduğumuz şu han misali dünyada, benden istediklerini sana hiç yakıştıramıyorum. Tevekkül ırmağında köpüklerce yıkanan, her baharla birlikte nevruz nevruz çoğalan sen niye şimdi gelecek kaygısı güdersin ki? İçinin ateşi söndü mü, bitti mi gençlik hayallerin?
Muavinin tuttuğu kolonyayı almıyorum. Hayallerimi ürkütmekten çekine çekine cılız bir el hareketiyle teşekkür ediyorum. Biraz sonra ikram edilecek çaya konsantre ediyorum kendimi. Çay can ilacımdır çünkü.
Şoförün rast gele açtığı radyo kanalından, suzinak makamında bir gurbet şarkısı düşüyor gönlüme. Gül yaprağına şebnemler düşer gibi...
“Şimdi uzaklardasın, gönül hicranla doldu...
Hiç ayrılamam derken kavuşmak hayal oldu”
Bir an irkiliyorum. Mesafeleri çoğaltan hırçın okyanus dalgaları dövüyor ruhumu. Uzaklara, ta uzaklara uzanıyor hayallerim. Onu düşünüyorum. Gurbeti, içinde sopsoğuk yaşayan sevgilinin hasretiyle titriyorum.
“Şimdi uzaklardasın, gönül hicranla doldu...”

***
Nasıl geçtiğini fark edemediğim otobüs yolcuğumla birlikte, ruhumu dinlendirdiğim gönül seferine de son noktayı koymuştum.
Ben hariç bütün aile fertleri evde toplanmışlardı. Herkesin yüzünde bayramlık duygular vardı. Çocukların esrik mutlulukları, el öpme telaşları, her gelen misafiri harçlık kapısı görme heyecanları içimdeki çocuğu uyandırmıştı.
Yanaklarından değil, saçlarından öptüm yeğenlerimin. Nedendir bilmiyorum, bir çiçek gibi soldurmaktan korka korka, cennetin kokusunu duya duya öptüm saçlarından.
Mini mini avuçlarına sıkıştırıverdiğim bayram harçlıklarını birbirlerine gösterirkenki tatlı hallerinin ışıltısı gönlüme, cennetten düşen ilk yağmur damlası gibi düşüveriyor. O an şefkat ezgilerim mutluluk mırıldanıyor.
Uzaklardan geldim diye benim üzerimde odaklanıyor tüm bakışlar. Uzakta olan aslında daha yakın oluyor sevdiklerine. Gönül hep onunla dolu. Onu düşünüyor. Evde sürekli uzaklarda olanların konuşulduğunu, onlar için özlem dolu kelimelerin söylendiğini kendi çocukluğumdan bilirim. Ağabeylerim askerdeyken özenle hazırlanmış bir sofranın başında, anacığımın söylediği, “Yavrum da şimdi yanımızda olsaydı... Çok severdi içliköfteyi.” sözleri, özlemlerin ve sevdaların uzaktakiler adına daha diri olduğunu ifade eder.
Ben yanlarındayken söylemezler, söyleyemezler bana dair iltifatlarını. Nedendir bilinmez, çekinirler. Bakışlarından yansıyan aydınlık, ruhuma dolar oysa. Gözlerinin ışığında yıkanır ruhum. Sükûna ererim kıyılarında.
Yine arındığımı hissettim ailemin yanında. Ama içimde bir yerlerde depreşip duran ve önceki ziyaretimden artakalan kaygımı bulunduğu yerden de bir türlü söküp atamıyorum.
Ortalıktan el ayak çekildikten sonra, bestil ve bastıklar, cevizler çıkartılıp da has sohbetlere başlanınca konuşulur ciddi meseleler. Evlilik hazırlıkları, önemli bir işe başlamanın fikir bazındaki ilk konuşmaları, geçmişin derin acı ve doyumsuz tatlar bırakan yanları hep o en has zamanlarda konuşulur. Neden sonra anacığımın, hadi yatın sonra sabah namazına kalkamazsınız, sözleri bal şerbet gibi böler muhabbetlerimizi.
Yol yorgunluğum var ama; uyumakla değil, sükûnetin hâkim olduğu, zamanın durgun bir ırmak gibi aktığı, saatlerin unutulduğu o âsûde zamanda dinleneceğimin farkındayım. Çocukların ikisi üçü bir döşekte uyutulduktan sonra zamanın nabzı daha bir yavaş atıyordu. Saniyeler telaşsızca ilerlemeye başladı.
Vakit, bayramdan bayrama topluca bir araya gelen aile fertlerinin kendi has bahçelerine çekilme vaktiydi.
Kıyısından köşesinden başladı muhabbetler. Hatıralar tazelendi. Ölenler hatırlandı kabuk bağlamış acılarıyla. Fatihalar okundu bir kere daha. Şakalar, tebessümler, takılmalar, yarınlara ait güzel dilekler... Hepsi zamanı geldikçe sıralandı bir bir. Ben, gün boyu olduğu gibi, bir fırsatını bulup babamın bakışlarında onun ruh dünyasını, bana dair duygularını anlamaya çalışıyordum. Kırgınlığı gitmiş gözüküyordu. Zaten geldiğimde de ayrıldığımızdaki gibi soğuk karşılamamıştı beni.
Söz dönüp dolaşıp birkaç yıldır konuşulan, benim bahsedilmesini hiç istemediğim o konuya geldi.
Yine babam açtı mevzuu. Ağabeylerimden de destek almaya çalışıyordu konuşmasında. Arada bir başını onlardan yana çevirip, doğru değil mi çocuklar diyordu. Beni kırmak istemediğini, sadece kendi geleceğimi düşündüğünü de iki lafının arasına sokuşturuveriyordu. Sesine ipeksi bir ton vermeye gayret ediyordu.
Oğlum diyordu, özel okulda çalışmayı bıraksan da devlet okullarında öğretmenlik yapsan... Hem ne fark eder ki? İkisi de öğretmenlik değil mi? Orda da öğrenci var. Senin geleceğin için... Hani ne olur ne olmaz... Bunun yarını da var. Diyorum ki, sırtını devlete dayasan. Sağlam bir güvencen olsa. Yarın bir gün ortada kalmasan. Bak o kadar okudun. Boşa gitmesin emeklerin. Sonra yaşın ilerler, sıkıntı olur.
Sustu...
İçimdeki yara kanamıştı yine. Suskularımla, itiraz edemeyişlerimle, umursamaz görünmekle geçiştirmeye çalışmıştım bu güne kadar. Fakat bu böyle gitmeyecekti. Bir son vermeliydim bu duruma. Her ziyaret, benim için bir iç burkuntusu olmaktan çıkmalıydı artık.
Gözlerimi kökboyasıyla boyanmış el dokuması kilimin gül desenlerine mıhlamıştım. Başımı kaldırmıyordum. Gül deseninin dikenleri içimi kanatıyordu sanki.
Babamın suskunluğunun benden cevap beklemek olduğu belliydi. Neden sonra anacağıma baktım. Onun doğuştan sürmeli gözlerinde bir aydınlık aradım. Masum bakışları babamın üstünde; sanki sırası mıydı yine bey, der gibiydi.
Lisede okurken elimden tutanlar, üniversiteyi kazanmamda büyük emeği olan dershane hocalarım, üniversite yıllarımda beni büyük şehrin metropol aydınlığında yitip gitmekten koruyan dostlarım, içimde yaşadığım her fırtına sonrası gönlümü tamir eden güzel insanlar, kanımdan canımdan olmayan, ama canımdan aziz bildiğim ağabeylerim, onların bana gösterdikleri ufuk... Gençliğin kurtuluşu uğruna şahsi hazlarından fedakârlık yapabilme idealleri. Geceleri gündüz eyleyip, sonsuzluğun ruhlara iksir olan havasını muhtaç gönüllere duyurma iştiyakı...
Vefa duygum, kendime ve mukaddesatıma saygım...
Hayır, hayır... Tüm bu değerlere vefasızlık edemem!
Oysa ailem, özellikle de babam, benden sağlam bir güvence istiyordu. Yarınlarım adına bir garanti bekliyordu. Bu anlamsız kaygıya bir son vermeliydim.
Baba, dedim, sen benden güvence mi istiyorsun? Özür dilerim ama, güvence olarak Allah yetmez mi sana?
Sustum sonra. Allah’ın adını koymuştum ortaya. Babama karşı ilk defa böylesine ağır konuşmuştum. Gönül yamaçlarımdan, önü alınmaz bir duygu seli boşalmıştı. Konuşurken sesim titremiş, alnımda boncuk boncuk terler birikmişti.
Sözlerim bir kurşun gibi düşmüştü gönüllere.
Bakışlar donuverdi. Tebessümler yarım kaldı dudaklarda.
Sözlerime devam ettim.
Benim ilk ve tek güvencem O’dur. Ben onun rızasından başka bir şey de düşünmemeye çalıştım. Ufak hesapların adamı olup, nefsime pay biçmekten de sakındım. Daha ne diyeyim, Allah bana yeter, o ne güzel vekildir, o ne tatlı güvencedir!
Bir süre cevap veren olmadı. Belki benim kendi inandığım değerlerde ne kadar hassas olduğumu görmüşlerdi. Kuru bir heves değil, Mecnunca bir sevda olduğunun farkına varmışlardı bağlılığımın.
Niyetim kimseyi incitmek değildi. Ama oluşturulmak istenen anlamsız ve yersiz baskılara da bir son vermeliydim.
Babamın gözlerinin ta içine baktım. Suskulara bürünmüştü. Cevap vermek istiyor, ama konuşamıyordu. Bir iki öksürdü. Boğazındaki gıcıklanmayı giderdi. Anlamsız el hareketleriyle üstünü başını düzeltiyormuş gibi davrandı. Hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştığı her halinden belliydi. Dini bütün bir insana söylenecek belki de en ağır sözlerden biriydi dediklerim.
Doğru dersin oğlum, güvence olarak Allah elbette ki yeter.
Ne diyelim ki, Allah’ın adını andın; var bildiğin gibi yap. Bu sözlerin üstüne başka söylenecek söz yok.
Üstümden tonlarca yük kalkmış gibi hafiflediğimi hissettim.
Annemle göz göze geldik. Buğulu gözleri rahmet yüklü bulutlar gibi bana olan şefkatini yansıtıyordu.
Narçiçeği kırmızısı ümitlerim meltemlerce çoğalmıştı.
Sustum.
Gönlümde filizlenen huzuru doyasıya hissetmeye çalıştım.