Menu
ÇÖL YAKICIYDI, GÜZELLİK DE ÖYLE
Öykü • ÇÖL YAKICIYDI, GÜZELLİK DE ÖYLE

ÇÖL YAKICIYDI, GÜZELLİK DE ÖYLE

Siyah uzun entarisi, kızgın kumlarda sürünen endamlı bir kadın... Bakışları bulanık. Onu orda gördüğü andan beri gidiyor, geliyor. Aklı başında değil. Bir Yusuf vurulması yaşıyor. Bir Züleyha gölgesi oluyor içinde tüm renkler. Züleyha’nın kınanan hazzı çörekleniyor yüreğine. Duyguları azgınlaşıyor, latifeler ağyara bakan gözlerin sunduğu oklarla birer ikişer avlanıyor. Latifeler öldükçe gemi azıya alıyor duygular.

Adım atıyor. Adımları akıl süzgecinden geçmeden daha, çadırın iki direğinin arasından içeri dalıveriyor kadın.

Kadın çadırın içinde. Orta yerde sofrasını sermiş, yemek yiyor Yusuf yüzlü adam. Çehresinde, Züleyha bakışlılara kan damlattıran o güzelliğin sahibinden aksettirilmiş bir güzellik var. Elinde bir parça kurumuş çavdar ekmeği. Ağzına götüremeden kalakalıyor. Nedir bu hâl diyor kendince? Bir fıkıh suali için mi çadıra bu geliş. Oysa böyle destursuz girilmez ilim kapısından. Hem böyle geliş, hatun kişiye de hiç yakışmaz.

Düşüncelerine masumiyet urbası giydiriyor.

Yoksa aç mıdır ki bu kadın, ben lokmalarımı yerken giriverdi çadırıma.

Kadının gerçekten aç olmasını arzu ediyor. Başka bir ihtimal olsun istemiyor. Önündeki sofrayı biraz daha ileri doğru yayıyor. Buyur diyor, aç olmalısın.

Kenara çekiliyor.

Sofrada bir tas yağsız un çorbası, üç dört tane hurma, yarım çavdar ekmeği.

Gel ye, diyor. Madem çok açsın. Aç olmasan destursuz girmezsin böyle kapımdan, diyor.

Yok, diyor gözleri baygınlaşan kadın. İri siyah kaşlarını yukarı kaldırıyor. Yok, yok… Bakışlar, arzu ettiği şeye yaklaşmışlığın hazzını taşıyor. Gamzeleri sinsice gülümsüyor. Benim istediğim o değil, diyor.

Adamın biraz merak biraz da acıma yüklü bakışları, şimşekler çakmış gibi parlıyor. Bir ürperti kaplıyor tüm bedenini. Saf kavruk yüzüne bir donukluk yayılıyor. Masumiyetini koruyan duyguları, kadının bakışlarına yüklenen davetkâr bir çağrı ile çağlayana dönüşüyor. Bir çığlık koparıyor. Cehennem alazı taşıyan bir vaveyla. Eyvah! Ben ne yaptım? Başını bacaklarının arasına alıyor. Boğulasıya ağlamaya başlıyor. Ağlıyor, ağlıyor… Kendinden geçiyor.

Kadın şaşkın. Deyip ettiğine bin pişman, ardına baka baka terk ediyor çadırı.

Çölde gündüz vakti geçmek bilmeyen zaman, yorgun bir iniltiyi kum saatinin tanelerince tüketiyor. Yakıcı bir rüzgâr çadırları bir iki zorluyor. Kum tanecikleri savruluyor rüzgârda. Çadırında ağlayan adamın iniltileri, rüzgârın ıslığında eriyor.

Bir zaman sonra yol arkadaşı, ders arkadaşı, can yoldaşı giriyor çadıra. Daha neyin ne olduğunu anlamadan, selam veriyor. Beyaz sarıklı başını bacaklarının arasına almış, iki büklüm ağlayan dostunun tuhaf hâliyle karşılaşıyor. Cevap gelmiyor karşıdan. Selamının duyulmadığını düşünüyor. Kollarından tutuyor, sarsıyor. Nedir bu hâlin, diyor. Söyle Allah aşkına?

Neden sonra iki büklüm olmuş belini doğrultuyor dostu. Bakışlarını yol arkadaşına çeviriyor.

Ürperiyor o zaman. Gözleri kan çanağı. Şaşkınlığı daha da artıyor. İçini çöl sıcaklığına benzer bir ateş yalımı kaplıyor. Fesubhanallah!.. Ne oldu sana böyle?

Dakikalar sonra iç çekmesi biten, ağlamaları dinen dost konuşmaya başlıyor. Başından geçenleri bir bir anlatıyor.

Yemek yiyordum. Bir kadın geldi çadıra. İlim sual etmek içindir zannettim, değilmiş. Açtır herhâlde dedim, sofrayı önüne uzattım, ona da yok dedi. Meğer… Devamını getiremedi. Boğazı düğümlendi. Yutkunmakta zorlandı. Göz pınarlarından birkaç iri damla, henüz aklar düşmemiş siyah sakalına doğru süzüldü.

Teşehhüt miktarı bir vakit geçtikten sonra, kırık dökük kelimelerle zoraki tamamladı sözünü. Meğer niyeti, benim güzelliğimden istifade etmekmiş. Gönlüne oyuncak etmekmiş. Beni ateşlere atmakmış.

Son kelime de dudaklarının arasından dökülünce, çadırın orta yerine kopkoyu bir hüzün çöküverdi.

Sonradan sonraya, Züleyha ağında çırpınan, gömleği arkadan yırtılan bir Yusuf meltemi esiverdi derinden.

Zindan duvarlarının soğukluğunda mevsimlerin en güzeline gebe bir dünya, dönüp durdu çadırın orta yerinde. Çadır saraydı, çadır kapısı kilitli odaydı, çadır zindandı, çadır bir sonraki makamdı… Yusuf makamı.

Hüzün, mekiğini dokuyor iki yoldaş arasında. Hesaplar kitaplar yapılıyor. Tartılar mizanlar ayarlanıyor. Defterler açılıp kapanıyor. Harut ve Marut’un kalp burkan hatıraları canlanıyor.

En çok da kıssa-i Yûsuf âyet âyet süzülüyor içlerine.

“Derken, bulunduğu evin hanımı, Yusuf’u kendisine bağlamak, onun nefsinden murad almak istedi ve kapıları kapatarak ‘Haydi, yaklaş bana!’ dedi.”

“Ya Rabbi! Zindan, bu kadınların beni davet ettikleri o işten daha iyidir. Eğer Sen, onların fendini benden uzaklaştırmazsan, onlara meyledip cahilce davrananlardan olabilirim.”

Bütün bu anlatılanların üstüne ve hissedilip de anlatılamayacak olanların üstüne, onun da bir lâf etmesi gerekirdi. Durdu, derin derin soluklandı. Boşalmaya hazır, ikindi sonrası bir bahar bulutu gibi dolu dolu. O da kendi hesabının telaşında. Ya dedi, gücünü toplayarak, ya çadırda günahın çağrısı yapılırken senin yerinde ben olsaydım…

Sözün devamı gelmedi. Duyulan, sadece çölün aşinası olduğu taze bir iniltiydi.

Çadır, çadır olalı bu kadar acıya bir günde şahit olmamıştı.

Çöl, nice zamandır böyle iki yolcuya, iz bıraktıra bıraktıra yol vermemişti.

***

Perde kalkar aradan, zamanlar karışır birbirine...

Çöl yolcuları, yolculuğun en güzelini tamam eylediler.

Kâbe’ye vardılar. Tövbe kurnasında zemzemlerce yıkanarak arınmanın hesabına durdular.

Her şavtın bitiminde çadırda yaşadıkları gözlerinin önüne geldi. Kendinden geçti. Hacerü’l-Esved’e dudaklarını değdirirken bedenini soğuk ürpertiler kapladı.

Yorgundu. Düşüncelerinin yorgunluğu bedenine uyum sağlamıştı. Yokladı içini. Arınmışlığı hissetmeye çalıştı.

Bakışları başka başka mânâlara kaydı. Bir ara nazarının yöneldiği yerde, gözlerini alan ışıltılı bir yüz gördü.

Kendinden geçti. Uykuyla uyanıklık arasındaydı. Sonra düşüp bayıldı.

Zaman perdesi aralandı. Nur birdi, iki oldu. İki aydınlık, iki parıltı birbirinin içine girdi. Mâzi ile hâl, hemhâl oldu.

O an, katmerlendi duygular. Kalp, Tûr’un ürpertisini bir nebze olsun hissetmişti çünkü. Kalbin sahibi, biraz da Musa nefesini solukladı.

Konuşuldu. Muhabbetin en has perdesinden seslenildi. İlk kelam, şaşkınlıkla dolu olandandı. Sordu. Sen kimsin?

Ben Yusuf’um, dedi Züleyha çağrısına Allah’tan korkarım diyen dudaklar. Ben Yusuf’um. Gömleği arkadan yırtılan Yusuf. Ben Yusuf’um, zindanların soğuk duvarlarıyla birlikte Rabb’ini tesbih eden Yusuf. Gördüğü rüya ile kuyuya atılanım. Ve yorumladığı rüya ile zindandan çıkan Yusuf.

Soru, O’na en yakın olandan geldi bu sefer. Ya sen kimsin?

Ne desin ki! Şaşkınlığı üzerinde. Tafsilata girmeden, kısa yoldan söyleyiverdi adını. Süleyman İbn-i Yesar.

Güzellik kendisine çok yakışan, bu sefer iltifatkâr bir eda ile sordu. Hani şu, kahramanlığı dillere destan olan Süleyman İbn-i Yesar mı?

Düşündü. Ne kahramanlığı vardı ki! İlimde bir talebeydi daha. Üstelik güzelliği de başına hep dert açan bir insanın nice olur kahramanlığı? Ağyarın önüne sofra uzatıp da onu yanlışa umutlandıranın ne kahramanlığı olur ki?

Bilemez. Bilemeyince başını öne eğer, susar. Sükûta sığınır.

Sükût, edebe sözden daha yakındır.

Hani çöl yolculuğunda, gelip çadırına giren kadına hayır değişin vardı ya hâl diliyle… Hani hıçkırıklara gömülüşün vardı ya Allah korkusundan, işte o davranışın benimkiyle bir anılır oldu gökte.

Neden sonra tekbirlerle açar gözlerini.

Güzellik bir kere daha perçinlenmiştir. Güzelliğin bir diğer faslı, başka bahara, muhabbetin en has bahçesine sarılıp sarmalanmıştır.

Diğer Yazıları