Menu
SAATLERİ KURMAK GEREK
Öykü • SAATLERİ KURMAK GEREK

SAATLERİ KURMAK GEREK

Yalnızlığın kuytu köşesinde kaleme tutunmak sıkı sıkıya. Sana dökemediğim içimi sayfalara haşiyeler düşe düşe boşaltıvermek. Kaygıları, kuruntuları, gergef işlemeli bohçalarda saklanan mazinin yıllanmış hatıraları niyetine kayıt düşmek kâğıda.
Hikâye oluyor yazınca duygularım.
Şimdi neresinden başlasam hikâyenin?
Vakit bir hayli ilerledi. Meydan karanlığın, ay ve yıldızların. Arsız bir rüzgâr zorluyor pencere pervazlarını.
Çocuklar erkenden uyudular. Anneleri de onları uyuturken uyuyakaldı.
Önce bir çay demlemeliyim.
Sonra masayı, odanın sağını solunu toparlamalıyım. Toparlanmalı duygularım. Hikâye kitaplarımın dağınık zannedilen görüntüsüne dokunmayacağım. O dağınıklıkta benim fark edilemeyen düzenim var. Daha işim bitmedi onlarla. Döneceğim yine Mustafa Kutlu’ya, Sait Faik’e, Hüseyin Su’ya, dostum Recep Şükrü’ye. Öyle bir defacık muaşaka olmaz öykü(cü)yle. Bırakmam. Ne de olsa karışanım da yok. Varsın haberi olmasın yazarların. Yazıyorsa katlanacak, kaprisi ebucehil karpuzundan miras kalan bencileyin okura.
Düzelttim, düzeldim...
İçeriden küçük oğlumun ağlamaları geliyor. Süt vakti gelmiş demek. Annesi kalkar hemen. Onu yanıma uğratmayacak kadar acelecidir oğlumun sitemkâr ağlayışları.
Günlerce, hayır ne günlercesi, ayları buldu, şöyle özene bezene bir hikâye yazayım diyordum.
Kısmet şimdiyeymiş.
Gecenin bu tek ü tenha vaktine.
***
Acısıyla tatlısıyla hikâyeler devşirdiğim ışıltılı, ışıltısız; perdahlanmış ya da donuk; gamzeli gamzesiz yüzlerden vakit bulup da dönememiştim içime. Oysa yüreğim tortulanmış. Kaç hercai bahardan arta kalmış zehirli bal kıvamında, ömrün haz duraklarından devşirilmiş acılar taşırmışım da haberim yokmuş.
Ayna(m) sırrımı faş edeli nefsime, bildim kendimi kanayan yanlarımla.
İçimde dönen değirmen taşı, kırdıkça ben’i, ezim ezim ezdikçe hoyrat yanlarımı bir hikâyelik de ben oldum.
Ene derken, nahnü’nun sabır taşı indi yüreğime.
Bir buzdum. Ahir zamanın bal sarısı ışıltılı güneşine tutuldum yok olmaktan kurtulma bahasına. Eridim, aktım havuzuna elif mazmunlu yârin.
Işık tayfları şehrayinler düzüyordu geceye.
Eleğimsağmalar, karları eriten, tuanadan miras yağmur taneciklerinden sonra hüküm sürdü göğe, izniyle elif’i mülhem ettiğimin “kün” hitabıyla.
Ve ben künhüne vakıf olduğumu zannetmek istedim cüzi irademle, külliyet kesbedene.
Onu tam bilemeyecek olmamı anladım sonra, bilenler öyle demiş çünkü.
***
Kim bilir, kim tanır beni O’ndan başka ki!
O’nun bildiği ve yazdırdığı defter öteye gebe...
Korkarım orda bilinmekten.
Ya Settar! Şahidim olmasın hiç kimse Sen’den gayri.
Gizlerim sadece Sana aşikâr yanlarımı. Hislerim, duygularım, hayallerim, sonra delişmen rüyalarım...
Gölgemdir recmedilmeyi bekleyen. Fark edemem geceyi ve gündüzü, günü ve güneşi.
Mahlûk muyum, beşer miyim, insan mıyım?
Potansiyel yanlarım geçti mi harekete? Hangi göç topladı yükünü? Kervanlar nereye? Ben nerdeyim? Zimamı elinde tutan kervanbaşı kim?
Kabil’den miras kalan neydi bana? Habil’den arta kalan kan kırmızı yıkanmışlıkla hangi namaz kılınır?
***
Kim okur şimdi yazgımı taşıyan hikâyemi? Kim dinler bir yazıcının kendinde başlayıp kendinde biten defterinin haşiyesini?
Yoksa yaşanmışlıklar bir başka gönle kelime kelime akınca, yeniden mi canlanır? Yeni bir renge mi bürünür ibretlik bir kıssa gibi?
Hem kıssalar, hikâyeler niye vardır?
Kur’an, Züleyha çağrısında granitleşen Yusuf’u kime anlatır? Yusuf-u saniler çadırlarında hangi günahlarına ağlar?
Züleyha artığı fettanların gölgesi düşünce gönül mihrabına; sallanır, titrek bir güvercin çırpıntısı olur, bir zindan çağrısı sonra tüm sesler...
Zindanlar ne kadar soğuktur?
Cehennem ne kadar sıcak?
Yusuf, Züleyha, Harut ve Marut, bir adım ötede Kavm-i Lut...
Melekler, melekler...
Dağ niye kızgındır şimdi, bildin mi ey kalbim?
Gagalarında hangi yangını taşır ebabil kuşları, hangi dağ kusar içini alev alev?
Bir hikâye neden yaşanır, neden anlatılır ve yazılır?
Başka türlü olmayacak...
Kuşanılmış cesaretler, kundaklanmış tövbeler olmadan itimat olmaz nefse. Olsa da yarımdır evvel ahir.
***
Hangi hikâye(m) yazılır ki şimdi?
Uykunun kollarında şehir? Çınarlar, koynunda geceleyen serçelerini henüz salmamış güne. Saatler ayarlanmamış gecenin bir vaktine. Ancak güneş dokununca sim işlemeli perdelere, uykular bölünür oldu.
Saatim nerede? Gün boyu yorgun düşen eşim, kurdu mu saati?
Ya tik takları tükenişimi hızlandıran saat nerede, kim kurdu o saati?
Başka türlü olmayacak, saatleri kurmak gerek...

(HECE ÖYKÜ, SAYI: 26, NİSAN/MAYIS 2008)