Buğulanmış cama, sağ elinin işaret parmağıyla “Anneciğim” yazdı. Bir süre, bu kelimeye baktı. O kadar dalmıştı ki, göz kapakları bile oynamıyordu. Bakışları donuktu. Nefes almaktan korkuyor gibiydi. Göğüs kafesi usul usul inip kalkıyordu.
Neden sonra derin bir nefes aldı. Göz kapakları kapanıp açıldı. Kirpiklerinin ucunda küçük birkaç gözyaşı damlası birikti. Hafifçe kirlenmiş beyaz gömleğinin koluyla kirpiklerini sildi.
Yüreğinin yanıklığını ve içinin tüm hasretlerini derin bir hohlayışla cama boşalttı. Bu sefer bir kalp çizdi. Annesiyle kendi isimlerinin baş harflerini yazdı. H-M. Sevindi. Gök mavisi gözleri parladı. Biraz rahatlar gibi oldu. Masum dudaklarına gül ahengiyle gelip oturan duygularla gülümsüyordu şimdi.
Annesine mektup yazmak geldi içinden. Tam da zamanıydı. Yazacağı çok şey vardı çünkü. Ne zamandır niyetlenmişti de bir türlü nasip olmamıştı.
Hemen dolabını açtı. Sömestr tatiline girdikten sonra bir daha dokunulmamış çantasında kalem ve kâğıt aramaya başladı. Büyük boy kareli matematik defterinin tam ortasından karşılıklı iki yaprağı kopardı. Stresli zamanlarda arkasından ısırıldığı belli olan küçük bir kurşun kalem ve üstünde yazmak için de kalınca bir ders kitabı aldı. Ranzasına oturdu. Yazmaya başladı.
“Canım Anneciğim,
Bu mektubu Kurban Bayramının ilk günü yazıyorum. Bu sabah bayram namazından geldikten sonra sana olan özlemlerimin daha da arttığını hissettim. Arkadaşlarımın bir kısmı evlerine anne babalarının yanına gittiler. Bir kısmı da kendilerini almaya gelen akrabalarıyla gittiler. Yurtta sadece, benim gibi unutulmuşluğa terk edilen ya da gidecek hiçbir yeri olmayan on yedi öğrenci kaldı.
Arkadaşlarımın bir kısmı, buruk da olsa kendilerini almaya gelen akrabalarıyla giderken içim acıyarak arkalarından baktım. Onlar sevdikleriyle birbirlerine sarılırlarken üşüdüğümü hissettim. Sen şimdi yanımda olsaydın, beni bağrına basar, şefkatinin sıcaklığıyla ısıtırdın değil mi can anneciğim?
Ama benim yanıma kimseler gelmedi. Ne babam, ne sen, ne de akrabalarımızdan biri... Yapayalnız kaldım. Oysa bayram namazına giderken en yeni elbiselerimi giymiştim. Bekledim birileri gelir mi diye. Umutlarım boşa çıktı. Ben de yatakhaneye gidip seni düşünmek, seni düşünürken doya doya ağlamak istedim.
Kendimi öylece yatağa bıraktım.
Ağladım, ağladım...
Biliyor musun anne, o kadar çok ağlamışım ki, yastığım bile gözyaşlarımla ıslanmış. Ah, o yastık yerine, başımı küçüklüğümde olduğu gibi dizlerine koyup yine ağlasaydım. Ama bu sefer sevincimden ağlardım anneciğim senin yanında; hastalıklarımdan, ağrılarımdan değil. Sen o narin ellerinin ipekten dokunuşlarıyla saçlarımı okşarken, kendimi bulutların üstünde hissederdim o zaman. Arada bir alnıma kondurduğun taze öpücüklerle yeni baştan dirilir gibi olurdum.
Dudaklarının sıcaklığını, içimin üşüdüğü şu dakikalarda alnımda hissetmeyi o kadar çok istiyorum ki canım anneciğim!
Sana yazarken, göremiyorsun ama, yine ağlıyorum. Sakın ha, telaşlanmana gerek yok; rahatladığım için ağlıyorum.
Sensiz gecelerimde tek sığınağım hayallerimdir anne!
Bir kardeşim olsaydı, bu bayram gününde onunla kapı kapı dolaşıp el öpseydik; şeker toplayıp, harçlık alsaydık... Sonra da bakkala gidip gönlümüzce harcasaydık harçlıklarımızı... Hep böyle olsun istemişimdir. Bazen gece uykularım kaçtığı zamanlarda hayal kurar, bunları düşünürüm.
Aynı okula gitseydik kardeşimle. O da bir ağabeyim var diye cesur olsaydı. Korkmasaydı hiç kimseden...
Okul çıkışı kardeşlerinin elinden tutup sevinçle evlerine dönen arkadaşlarımı gördükçe hüzünleniyorum canım anneciğim. Neden diyorum bazen kendi kendime, neden? İsyan olmasın diye susuyorum sonra... Niçin derin suskulara büründüğümü anlamıyor arkadaşlarım.
Canım anneciğim! Neyse şimdi seni, küçüklüğümde farkında olmadan üzdüğüm gibi orada da üzmeyeyim.
Sağ olsun, öğretmenlerimiz burslarımızı tam zamanında veriyorlar. Bu bayram elbise ve ayakkabı da verdiler. Yalnız olmadığımızı düşünüp seviniyoruz. Bu da bizim tesellimiz. Hem biliyor musun anne, kendisini babamdan daha çok sevdiğim Hasan Öğretmenimle bayram namazını yan yana kıldım. Bilsen ne kadar mutlu oldum. Mert adam doğrusu. Öğrencinin halinden çok iyi anlıyor. Öyle katı kuralları falan da yok. Biz de onu mahcup etmemek için iyi öğrenciler olmaya çalışıyoruz. Bazı arkadaşlarımız geceleri yurttan kaçsalar da inan anne, ben hiç öyle şeyler yapmıyorum. Biliyorum ki o zaman Hasan Öğretmenim çok üzülür.
Mektubuma burada son vermem gerekiyor anneciğim. Biraz hazırlık yapmam lazım. Bizim yatakhanede benden başka kimse kalmadığı için bütün yatakları benim düzeltmem gerekiyor. Bizimle ve öğretmenlerimizle bayramlaşmak için yurda gelen vali bey, bazen yatakhanelere de çıkıyor. Düzensiz görmesi iyi olmaz.
...
Canım anneciğim! Bu mektup eline hiç ulaşamayacak, biliyorum. Acaba diyorum, okuduğum fatihaları sana ulaştıran melekler, bu mektupta yazılanlardan da seni haberdar eder mi? Benimkisi de öylesine bir ümit işte. Hem neden olmasın ki! Daha olmazsa rüyama girdiğin bir gece ben sana okurum ha, ne dersin anneciğim!
Öpmeye doyamadığım o ipekten ellerini, senin adını her anışta titreyen dudaklarımla öpmeyi şu an o kadar çok istiyorum ki anneciğim...
Uzat ellerini, uzat anneciğim...”
Gözlerini kapadı.
Dudakları boşlukta gezindi bir süre.
Beyaz bir tülün gerisinde hayal ettiği annesinin yüzünde, aradığı tebessümleri yakalamaya çalışıyordu. Yarı silik bir görüntünün içinden güneş aydınlığı bir tebessümün belirdiğini hissetti. Çocuksu zamanlardan ödünç alınmış bir gülümseme yayıldı dudaklarına. “Ah, anneciğim!” dedi usulca.
Babası, annesi öldükten sonra yeniden evlenmiş; kendisini de yuvaya bırakmıştı.
Yeni hanımı: “Ben öyle başkasının doğurduğu çocuğa bakamam, kusura bakma.” deyip evlenirken şart koşmuş. Babası da mecburen kabul etmiş. İlk zamanlar arada bir gelirdi ziyaretine. Sonradan sonraya ziyaretleri iyice azalmıştı.
Yuvadan yetiştirme yurduna geldikten sonra da pek fazla uğramaz olmuştu.
Kendisi yine de babasının evine giderdi. Ama analığı her gidişte hırpalar, tedirgin ederdi. Son gidişinde sofraya oturduklarında analığı, kendinden önce yemeğe uzandığı için eline kaşıkla sertçe vurmuştu. Ne çok zoruna gitmişti o zaman. Hem tabağına, bu kadar sana yeter, diyerek azıcık yemek koymuştu. Sesini çıkarmamıştı, çıkaramazdı da. Kendi annesi olsaydı, doyasıya yer, nazlanırdı.
Babasını bir sene önce son ziyaret ettiği o gün, geç saatlere kadar ağlayarak sokaklarda gezmişti. Yoklama saatinde yurtta olmadığı için polise bile haber verilmişti. Şehrin acıyı bir sünger gibi emen caddelerinde geziyor geziyor; ama bir türlü içinin yangını dinmiyordu. Yorgunluktan dizlerinin sızlamasına aldırmadan yürüyordu. Ağladığını kimselere belli etmemek için bazen lambaları yanmayan ara sokaklara dalıyor, koyveriyordu hıçkırıklarını.
Bir ara aklından, yurttan kaçan arkadaşlarının geceleri kaldığı inşaata gidip orada sabahlamak geçmişti. Tarif ettikleri kadarıyla yerini tahmin edebiliyordu. Fakat Hasan Öğretmenin iyice kaygılanacağını düşünmüş, vazgeçmişti düşüncesinden. Yurtta kendisine hem analık hem babalık eden öğretmenine saygısızlık edemezdi.
Kendisini hüzünlendiren hatıralardan sıyrıldığında yine tırnaklarını yediğini fark etti. Ne zaman yüreğini acıtan hayallere dalıp gitse, ya da bir sıkıntısı olsa hemen tırnaklarını yemeğe başlardı. Davranışlarını kontrol etmekte çoğu zaman zorlanırdı.
Hazırlanıp aşağı inme zamanı, burada çok oyalandım, deyip kendini toparlamaya çalıştı. Biraz sonra bayramlaşma vardı. Vali ve hanımı yanlarındaki birkaç yetkiliyle yurda bayramlaşmaya geleceklerdi.
Kendi çocuklarından arta kalan tebessümlerle, yurtta kalıp da gidecek bir yerleri olmayan çocukların bayramlarını kutlayacaklardı. Ellerinde yine hediyelerle geleceklerdi. Belki bayramlaşmaya gelenler arasında gizliden gizliye gözlerindeki yaşı silenler olacaktı. Ve sonra tekrar gideceklerdi vicdanları rahatlamış bir şekilde. Yarım kaldıkları yerden yine çocuklarıyla birlikte olacaklardı.
Ya kendileri? Yine yalnızlığın kuytu köşesine çekilecekler, yine sessizliğin içinde bir demet teselli arayacaklardı.
Yine annesiz...
Yine limansız bir gemi gibi sığınaksız...
Yurdun soğuk duvarları, geceleri annesinin şefkatli bağrında hissettiği sıcaklığı veremeyecek hiçbir zaman. Çok sevdiği Hasan Öğretmeni de, hasret duyduğu anne şefkatini tam hissettiremeyecek kendisine. O da sadece bir teselli pınarı olacak kendisi için.
Ama en büyük teselli, geçen her anın kendisini annesine biraz daha yaklaştırmasıydı. Hissediyordu beklenildiğini. Rüyalarında, etrafı servilerle çevrili gül bahçesinde oturup “gel” diye çağıran annesinin özlem yüklü sesi kendisini diri kılıyordu.
Toprağa düşen bir tohum nasıl ki çürümenin eşiğinden yeni bir dirilişe geçiyorsa, annesi de işte öyle gül kokulu cennet yamaçlarında yeni bir diriliş sabahında bekliyordu kendisini.
Ve ölüm hiç korkutmuyordu...
Sonunda sevdiklerine kavuşmak vardı ya tüketilen zamanın, annesinin kollarında yeni baştan yürümek vardı ya sonsuza... O zaman kapısını çaldığında hoş geldin diyebilmeliydi ölüme.
Neler de düşünüyorum böyle deyip zihnini toparlamaya çalıştı.
Uzandığı yerden kalktı.
İçini yakan hasret ateşini yüzüne serpeceği bir avuç soğuk suyun dokunuşlarında söndürmek istedi.
Avuç dolusu soğuk suyu yüzüne serpti. Lavaboda aynadaki görüntüsüne gülümsedi. İçine bir serinlik yayıldı.