“Anne, bak! Korsan oldum ben.”diyor. Beş – altı yaşlarında var yok. Çocuk kırmızı kasketini bir gözünün üzerine kaykıltmış. Parmaklarına silah şekli verip, hedef tahtası olarak gördüğü yerlere ateş ediyor. Ne hayalperest bir çocuk. Kendine bir eğlence bulmuş. Annesi:
“Hadi yeter artık, bak amcalar kızıyor. Küçük ve sessiz harflerle konuşalım seninle.”diyerek ikna etmeye çalışıyor. Nihayet, sarışın erkek çocuğu, resim yapmaya dalıyor. Annesinin işi zor görünüyor. Uzun yol boyunca, bu hareketli çocuğu nasıl idare edecek bakalım? Allah dayanma gücü versin. Kısa süren bir sessizlik hâkim oluyor otobüsün içinde. Sonunda tekrar okuduğu kitaba döndü Gülsüm.
Bir grup alman vatandaşı, arka taraftaki koltuklardan yer almışlar. Otobüse biner binmez, kendi aralarında yüksek sesle konuşmaya başladılar. Ne işleri vardı bu ücra kentte, merak etti Gülsüm. Belki de yollarını kaybetmişlerdir. Turistik bir gezi olmadığını sezmek için kâhin olmaya gerek yok. Ah şüpheler… İnsanı rahat bırakmıyor ki. Keşke birazcık almancası olsaydı. Ne dediklerini anlardı. Otobüsün camından çıplak dağlara bakıyor. “Bitmez bu yol, zaman geçmez artık.”diyor eşine Gülsüm. Başıyla onaylıyor eşi.
Okuduğu kitabın altı çizili satırına bir kez daha göz atıyor Gülsüm. İkinci el aldığı bu kitapta, diğerleri gibi başkaları tarafından çizilmiş satırlar, sayfanın boş kenarlarına tutulmuş notlarla dolu. Gülsüm okumalarını yaparken bu notları, altı çizili satırları önemser, mutlaka göz atardı. Yine bunlardan birine denk geldi:
“Menziller ve yollar yoktur; yol dediğimiz şey, tereddütlerdir.”demiş Franz Kafka.
Ya tedirginlik, ya emin olamama hali… Derin düşüncelere dalıyor. Aslında bir deneme yazmak istiyor. Tüm hazırlığı bunun için. Sonra kalemini buluyor çantasından. Küçük not defterine bir şeyler yazıyor:
“İnsan güvendiği, inandığı kimselere ihtiyaç duyar. Ne de olsa, sosyal bir varlıktır. Güven yoksa mutsuzluk olur. Tereddüt varsa, hayat cehennem. Yolcu için yol uzar, bir türlü bitmez olur. Bitmeyen sadece yol mudur yoksa tereddütler mi? Bu da üzerinde etraflıca konuşulacak başka bir mevzudur.
Herkes bir yerlere gider, durmaksızın hem de. İşin aslı şu: Kimsenin kaldığı yok. Bir kere kalacak kadar vazgeçmiş değillerdir. Sonra cesur değillerdir yeterince. Varış noktası, onları güvene davet eder de, ondan acelecidirler. Bir bardak çay içmeye vakitleri yoktur. Her gördüğün durak, özlemi ince ince katlayan bir katmandır sanırsınız. Her duruş-kalkış arası bekleyişler, ayrı bir sabrı öğretir insana. Bütün aksiliklere hazırlıklıdır yolcu. Yedeğinde sükûnet ve tedbir vardır.
Tebdili mekânda ferahlık vardır ya. Hareket etmezsek, büyü bozulur sanki. Huzur dağlara kaçar. Biz peşinden tırmanırız doruklara. Yeter ki yitik bulunsun. Bizi böyle gören “Gariptir, dağcılığa heves etti.” der. Ama bilmezler ki, bu tırmanmaların amacı yol bulmaktır kendimize. Ayağımızdaki basit ayakkabıların parçalanışına bakıp, bu iş için uygun olmadığımıza karar verebilirler. “Neden böyle bir karar verdiniz?”deseniz açık bir cevap alamazsınız sorunuza.
Bir kere yeterli donanımımız yoktur. Çarçabuk hüküm vermişlerdir bizim adımıza.
Gitmek dururken, vazgeçmek yok bizim yazgımızda. Ya ölmeseydik? Ya bu geçici dünyada kalakalsaydık. Ya bu sürgün uzun sürseydi? Nasıl tahammül ederdik olup bitenlere?
“Çekilir şey değil bu dünyanın yükü, mihneti azizim…”İyi ki ölüm var.
Yolcu yolunda gerektir. Yolcu, kafasındaki sorularla, yeni adreslerle, yarım cevaplarla gidedurmaktadır. Hancı için bunlar bir mana ifade etmez. Durduğu yerde durmaktadır. Belki binyıldır aynı masalı dinler, aynı türküyü mırıldanır. O, han kapısının önündedir. Gözü yoldadır. Nuh Nebi yıldan kalma-o kadar eski- tahta masanın etrafındaki hayli çarpık, tahta sıradadırlar. “Hep aynı yolcuyu bekler.” dersiniz. Aynı şeyleri ikram ediyor, sanırsınız.”
Dalıp dalıp rüya görüyor Gülsüm:
Dudaklarından dökülen dua mıydı yoksa bir temenni miydi? Duyduğu kadarıyla istekle mırıldanıyordu. Gözleri bir noktaya takılıp kalmış, adeta unutulmuş bir bavul gibiydi. Uykudan uyanırcasına silkindi. Yerinden ağır ağır doğruldu. Deminden beri baktığı noktaya doğru ilerledi. Pantolonunun ütüsü, daha üç yüz kilometre gitmeden bozulmuştu. Keten gömleği buruş buruş olmuş. Ayakları, yüzü şişmiş. Mola yerindeki çeşmenin yanında bir çınar ağacı var. Yüzünü yıkarken şöyle bir bakıyor. Kaç asırlık kim bilir. Ağaçların dalları uyanıyor. Uçlarındaki yeni yeşermiş yaprakçıklar, “hayat hay…”diyor sanki. Derin derin nefes alıyor. Diyaframını hiç kullanmadığını fark ediyor. Temiz hava ciğerlerine doluyor. Çeşmede çeşmedir hani. Öyle cılız, kendine bile hayrı olmayan bir subaşı değildir bu. Kalın akar, suyu dolana dolana ağaçların dibine göllenir. Şöyle bir bakıyor. “Hiç değişmemiş buraları.”diye mırıldanıyor. Bugüne değin bu konak yerinden, o kadar çok geçmiştir ki, saymak aklına gelmemiştir.
“Göze alamadığım bir yolda, uzayan, ipince gölgene selam verdim.” Dedi.
“……….”
Amaçsızca sustu Gülsüm. Çünkü burada tasarladığı bir şey yoktu. Söyleyecek bir tek sağlam cümlesi olsa, konuşacaktı. Ama olmadı. Kısmet değilmiş. Artık başka bahara…
Ufak bir sarsıntıyla uyanıveriyor Gülsüm rüyadan.
Gece oldu. Çoğunluk uyuyor. Eşi de öyle. Gözünü keskin bir mehtap alıyor. Tam onun hizasında ay. Gökyüzü bulutsuz. O yüzden ayaz var. Mola verdiklerinde, dışarıda iliklerine kadar üşümüştü. Yıldızlar pırıl pırıl, o kadar güzel ki. Sabaha karşı muhtemelen o,uyuyakalacak. Güneşin doğuşuna şahitlik edebilecek mi acaba? Yazdıklarına birkaç satır daha ekliyor Gülsüm:
“Yolumuz uzundur. Biz kendimizi yollarda yitirmezsek yol kolaydır. Umudu diri tutarak, yol boyunca gördüğümüz çiçeklere, hüznü pay edebiliriz. Eğer, bir bütünsek ruhumuzla, yürüyüşümüz uyumlu ve kendinden emindir. Yeşile kesmiş tabiatsa bizim yoldaşımızdır.”
“Tamam”, diyor, “Sonunda istediğim cümleyi buldum.” Yüzünde bir tebessümle, yorgunluğuyla yoluna devam ediyor. Herkes uyuyor. Kimse onu duymuyor.