Yolundan döndürülmüş, hayalperestlikle suçlanan biriydi o.
Durmadan tıkanan bir soluğun…
“Şimdi beni dikkatle dinlerseniz, ne demek istediğimi anlayacaksınız.” Sözünün burasında kati bir şekilde araya girdi adam:
“Daha geniş bir zamanda görüşelim.”dedi. Haklıydı. Meşguldü. Aysima neredesin? Yalvarırım çık gel.
Sanki kandırılmıştı. Savuşturulmuştu. Yetim bir çocuk gibiydi şu dakika. Bir adım geriye doğru sendeledi. Duvara yaslandı. Mekanik bir ses tonuyla adam:
“Kimlik bilgilerinizi, dilekçenizi, pasaport numaranızı sekretere bırakın. Biz sizi ararız.” Bunu söylerken takım elbiseli, kravatlı müdür onu baştan aşağı süzmüştü. “Bundan bir şey çıkmaz. Niye dinleyeyim ki? Boşa zaman kaybı. En iyisi başımdan savmak.” Bunu ima ediyordu bakışları. Konuşması yarım kaldı. Bitirmesine müsaade edilmedi. Oysa bugün iş başvurusunun son günüydü. Müdürün bahsettiği o “geniş zaman” hiç olmayacaktı.
Küçüldü. İyice çöktü omuzları. Ayağının altındaki yer sarsılıyordu. Başı uğulduyordu. Tavan zaten basıktı. Üzerine çöküverecekken… Aysima… Birden o beliriyordu koridorun sonunda, ona doğru mu geliyordu?
“Koşun, yardım edin gence, bayıldı galiba.” Az önceki suratsız müdür, telâşla emirler yağdırıyordu sağa sola.
“Kolonya getir kızım, bakma öyle, çabuk.”
Sesler derinden geliyordu. Sanki bir kuyunun dibindeydi, kimselere cevap veremiyordu. Bir süre baygın kaldı. Ayıldığında ona acır gibi davrandılar. Açlıktan mı bayılmıştı bir başka şeyden mi? Çay söylemişlerdi, yanında bir de simit. Utanarak önündekileri bitirmeye çalıştı. Oradan ayrılmak istiyordu. Bu meraklı ve iğneleyici bakışların istilasından kurtulmak için. Fısıldaşmalar da cabasıydı.
Alışmıştı. Şanssızlığını yüzüne vuranlara aldırmıyordu. Susmuştu. Belki de belânın içinde çifte kavrulmuştu. Fena halde pişkindi, kim bilir. İşsizdi. Sırtına giyecek gömleği, ayağına geçirecek ayakkabısı bile yoktu. Sırf bu neden bile yeterdi dinlememek için. Ama bu onun da yok olduğu anlamına gelmiyordu ki. O orada kapının yanında beklerken, iki sekreter kız ona bakıyordu. Biri diğerine, onun yırtık ayakkabısını gösterdi. Eğilip kulağına bir şeyler söyledi. Gülüştüler. Az önceki bayılma olayı unutulmuştu.
Kimse ona, “yokmuş gibi” davranamazdı. Kimse durduk yere canını yakmaya, yaralarını deşmeye kalkışamazdı. Buna izin veremezdi. Aysima’ya bunları anlatmalıydı. O bıkmazdı. Sözünü kesmeden, sıkılmadan, saatlerce gözünün içine bakarak dinlerdi onu.
“Bir annem olsaydı keşke. Ona sarılıp, kokusunu içime çekmeyi ne çok isterdim.”
Aysima birdenbire böyle söyleyivermişti. Hani sözünü kesmiyordu?
“Benim annem yok. Çok küçükken, -ben üç dört yaşlarındayken- ölmüş. Onu hiç tanımadım yani. Yüzünü hatırlayacak kadar bilmek/görmek isterdim.”
“Annem mutlu değildi. Ne olacaktı şimdi? Bende böyle söylesem, kırılır mıydı Aysima? Benim derdimi dinleyecek bir annem olmadı. Babam serserinin biriydi. O da öldü, gitti. Benimle pek ilgilenmezdi. Çünkü başka bir aile edinmişti kendine. Benim yabancıladığım onun alıştığı, rahatça girip çıktığı bir kapı. Annem hep yakınırdı. Neden mi? Sahipsizliğinden, insafsız yakın akrabalarından, hakkında çıkarılan asılsız dedikodulardan, mal hırsıyla gözü dönmüş zengin mahalle sakinlerinden. Yaka silktiği samimi sandığı arkadaş çevresinden. Aslında yalnızlığından...”
Aysima sustu. Güzel, elâ gözleri buğulandı. Duygulanmış mıydı sahiden?
O yakınırken, sessizce dinlerdi. Kaç yıllık radyo spikeriydi. Almanya’da çalışmıştı. Ama annesinin karşısında, gerçeklerin kapısında dilsizleşiyordu. Her gün biraz daha susuyordu. Bir dakika… Yoksa gerçekten dilsiz miydi? Kırık ve sırı dökülmüş, en az kırk yıllık o aynada. Şahit aradı olup bitene. Ve diline tabiî… Bir korku kapladı içini. Yokladı. Gerçekten var mıydı?
Önce göğsü sıkıştı. Sonra terlemeye başladı soğuk soğuk. Ağzı kurudu. Lavaboya güçlükle tutundu. Son anda düşecekken tüm gücüyle asıldı. Başı dönüyordu. Bir şey yememişti. Sonra ne var ne yok çıkarmaya başladı midesinden. Suyu açtı. İncecik akıyordu. Yüzü…
Aysima!..
Geri…
“Geri sar diyorum videoyu. Hey sana söylüyorum.”
Dönüp bakmıştı. Başıyla onaylayıp, dediğini yapmıştı, Aysima. Yumuşak başlıydı. Geri laf etmezdi. Kimselere benzemezdi. Başka bir gezegenden gelmiş olabilir miydi?
Kim bilir… Patronu ona karşı sert davranıyordu.
O geceden sonra, -gece mi?- pasaportunu unuttuğu perondaki bekleme salonunu tamamen aklından çıkarmıştı. Pasaport mu? Hay Allah…
“Amaaan… Yenisine sağlık.”O kadar kilometreyi göze alamazdı şimdi. Yeniden oraya gitme fikri, aynı gerilimi tekrar yaşama korkusuyla birleşiyordu. Bu korku, yeni bir şehre yerleşme düşüncesinden daha eziyet verici görünüyordu. Zaten bir daha Almanya’ya gidemezdi. Ne pasaportu ne de parası vardı. Soyulmuştu.
“Ve görünen köy klavuz istemezdi.” Amma da deyiş delisi olup çıkmıştı. Son günlerde bu bir alışkanlık halini almıştı. Bir de son bir haftadır alışveriş yapmamıştı. Ne yiyor, ne içiyordu? Bilen yoktu. Arayan, soran, onu merak eden bir babası var mıydı? Sahi…
Bilmesi gerekir miydi herkesin?
Elinde uzayan bir liste: Tuz, ekmek, bal… Belki süt…
Evet, süt alsaydı, iyi olurdu. Perdeyi sonuna kadar açsa iyi olurdu meselâ.
Geri…
Demiştim: “ Bazı olayların, yani olmuşluğun geri dönüşü olmaz diye.”
“Sonraki maçlara bakacağız abi.”diyen mağlup delikanlının hırslı bir konuşmasını şöylece dinleyip geçivermişti.
Güneş gözünü alıyordu. Keşke perdeyi açmasaydı. Gözlüğü neredeydi? Hiçbir şey yerli yerinde değildi.
Sıra ona gelmemişti. Bu kuyrukta bekleyen 153. kişiydi. Sıra dediğin nedir ki? Şimdi üşüyordu. Sanki o terlemiyordu deminden beri. Uzman doktor: “Tipik kaygı bozukluğu.” demişti. Filmlere, ultrason sonuçlarına, testlere bakıp, reçeteye “anksiyete” yazmıştı. Sonra ilâçlar… “Yani fiziksel hiçbir hastalığın yok.”
“Ama ya ruhum?”
“O da huzura erecek işte. Biraz sabır… Biraz tevekkül…”
Hastaneden hızla çıkmıştı. En yakın eczaneden ilâçlarını aldı. Kaçarcasına Aysima’nın çalıştığı ofise gitti.
“Takatin olacak ki, bekleyesin. Ya bir ömür boyu beklemişsen, ne olacak? Bilmem kaçıncı kişisin bilmem hangi kuyrukta…”
Bunu söyleyen yetmişlik biri olamazdı. Ne fark eder, bir hasta söylemişti işte. O da duymuştu.
“Kafam fena halde karışık, Aysima. Beni bir tek sen anlarsın, anlasan anlasan…”Dinlemedi bile beni. Sesimi yükselttim:
“Üstelik midemde ne var ne yok çıkardım. Fazlalıkları attım. Ya kafamdakileri? Onları nasıl sileceğim? Olanların buruk, kekre kalıntılarını nasıl yok edebilirim?”
“Bana bir hal çaresi, hadi bir yol …”
“Kel başa şimşir tarak.”demişti Aysima. Dolu dolu gülmüştü. İşte sonunda işe yaramıştı. Birini güldürmeyi başarmıştı. Aysima’nın kahkahası dar, uzun koridorda patladı, yankılandı ve söndü.
(Yedi İklim Dergisi, Eylül 2010)