Menu
KAYIP CÜZDAN
Öykü • KAYIP CÜZDAN

KAYIP CÜZDAN


“Benim küçük sevgilim\Sen bana neler yaptın\Böldün parça parça\Onlar bilmez onlar bilmez\Bakarlar yüzüme, sanki yokmuş gibi\Sanki yalanmış gibi…”

“Mor ve ötesi söylüyor” diyordu, radyodaki bangır bangır ses. Karşıki yeni açılmış bir marketten geliyordu.

Güneş, öğle vakti bütün yakıcılığıyla asfaltı buharlaştırıyordu âdeta. Kaldırımdan zorlanarak indi, güçlükle karşıya geçebildi. Kan ter içinde kalmıştı yine Keramettin Bey. Elindeki paketler, ağırlık yapıyordu, yere bıraktı. Biraz soluklandı. Gelecek vasıtayı gözlemeye başladı. Elini alnına götürdü, terini sildi. Biraz kravatını gevşetti. Hareketsiz durunca, daha bunaltıcı olmuştu hava. Nefes alamıyordu sanki. “ne nem ya Rabbi…”Asansörde mahsur kalmış biri gibiydi, şuracıkta bayılıverecekti neredeyse. Poşetin birinden gazetesini çıkardı, yelpaze yapmak için kıvırdı. Suni bir rüzgârla seyrek, beyaz saçı dalgalandı. Evet, şimdi biraz daha iyiydi.  Hırpani kılıklı bir çocuk burnuna dayadığı baliyle yanından sürtünerek geçti, keskin bir yapıştırıcı kokusu yayıldı ortalığa. Başını çevirince çocukla göz göze geldiler. (“Ben sana neler yaptım?\Kızdım sayfalarca\Onlar bilmez\Yakarlar canımı…”şarkı devam ediyordu.) Garipti. Kimseye aldırmadan kalabalığa karışırken, ifadesiz, sorgusuz, soğuk onu süzdü tinerci çocuk, bakışı bir tuhaftı. İrkildi. Durak kalabalık olmasına karşın tedirgin oldu, sağına soluna bakındı. Her an olay çıkabilirdi. Geriye dönmesinden korktu. Kalabalığın arasından onu bulabilirdi… Bir kesiciyle saldırabilirdi, bir sürü ihtimal beyninden şimşek gibi geçti bir anda. Ürperdi; eli ayağı buz kesti. Bu kadar gerilime ne gerek vardı? “Sanki yalanmışız gibi\Sanki masalmış gibi…” Sakin olmalıydı.

Ne yapacağını kestiremedi. Şu dolmuşta nerede kalmıştı? Sırrı Paşa Caddesi tıklım tıklımdı. Günün bu saatlerinde insan seli, dalga dalga uğuldayarak, akıp giderdi. Seviyordu bu caddeyi, hayat vardı bir kere. Bir tatlı gülümseme yayıldı yüzüne. Nedense bu sanrıları yenemiyordu bir türlü, onca kalabalığa rağmen. Sonunda beklediği dolmuş geldi. Yükünü toparlayıp, güç bela attı kendini. Burasının da dışarıyı aratmadığı kesindi. Kapının ağzına kadar insan dolu olduğunu gördü. “İlerleyelim beyler, bayanlar!” diye gürledi şişman muavin çocuk. Sanki boş yer varmış gibi. Ön sıradan arkaya doğru bir kımıldanma oldu. Güç bela sıkıştı, bir genç yer verdi ona, oturdu.

Bir sonraki durakta kendisini sertçe itip, aradakileri yara yara geçen adamın tuhaf kıyafeti dikkatini çekti. Bu sıcakta boy paltosu üzerindeydi, hem de kaşe! “deli midir nedir?” diye iç geçirdi.  Yine de şikâyet edecek hali yoktu. Bir an önce eve varmaktı emeli. Başka da bir şey istemiyordu.

Eve vardığında, çantaları mutfağa bıraktı. Ceketini üzerinden çıkarınca bir boşluk hissetti. Sanki ceketi hafiflemişti. Telâşla elini cebine attı, cüzdanı yoktu. Ceketinin iç cebine mi koymuştu. Arandı, diğer tarafa baktı. Yoktu işte.Canı sıkıldı.. İlk kez böyle bir şey başına geliyordu.

Önce çok kızdı kendine, sonra günlerce homurdandı durdu. (Güzelim arabayı boydan boya çizen, haşarı bir velet gibisin. Sen ki, ruhumu çizdin. İçimdeki yolculuğun meşakkatini anlatsam, anlar mısın? Bilmem ki. Kendim sorup kendim cevaplıyorum. Galiba deliriyorum.)Tuhaf bir adam olmuştu. Cüzdanını çalan yankesicinin sülalesine lânet okuyup durdu. Bu işi yapan, tinerci çocuk muydu, tuhaf paltolu adam mı diye zihnini zorladı durdu uzunca zaman. Kim bilir belki de düşürmüştü cüzdanı, emin değildi. “Altı üstü bir emekli maaşı, ona da sahip olamıyorsun, birgün kendini de kaybedeceksin” diye söylenen eşi de çileden çıkmasına neden oldu. Ağzının tadı bozuldu bir kere, ne uyku kaldı ne de iştah… Her şey sinirini bozuyordu. Oflayıp duruyordu.(Hadi diyorum, bir ikindi vakti gelen serinlik gibi ruhumu kuşat. Kaygılarımı rafa kaldırayım senin hatrına. Bir sütlü kahve yap bana..Bir cemre gibi baharı muştula.Uzun süren kışın ağırlığını unutayım birden.) 

Aynaya baktı. Bakmaz olaydı, kendinden irkildi o an. Bir halsizlik hissetti, lavabonun kenarına tutundu. Suyun akışına baktı, sesine kulak verdi bir süre.(Akşam oluyor… Acımdan hızla hicret ediyorum, anlamsız bir vadiye. Gözyaşım nereye akıyor? Uzaklaşan boğuklaşan sesler, gök kubbede iz bırakır mı bilmem ki. Çaresizce yürüyorum... “Allahım, taşıyamayacağımı yükleme bana!”)

 Biraz toparlanınca ellerini yıkadı. Süzülmüştü yüzü. Avurtları çökmüştü, sanki yüz çizgileri derinleşmişti. Gözlerinin altındaki mor halkalar iyice belirginleşmişti. Kendini tanıyamıyordu. Hastanedeki görevli de tanıyamamıştı, evrakları karıştırmıştı ya. Hâlbuki kaç gündür oradaydı. Herkes işini yapsa böyle olmazdı. İç geçirdi, başıbozuk düzen…

Salona geçerken: “Hatasız bir Allah, hanım ne yapayım, farkına varmadan soyulduk. Dikkatliyim bilirsin.” Eşi yüzünü ekşitti, “hıh!” diyerek omzunu silkti, başını çevirdi. Mutfağa yöneldi. İçeriden tıkırtılar gelene kadar ardından baktı, “Sen de anlamıyorsun beni” diye mırıldandı, içerledi.(Durup durup çarpıyorum taştan bir duvara. Ufalanıp gidiyor heves. Bir kurabiyenin ağzımda dağılışı gibi. “Bir varmış bir yokmuş”diyor anlatıcı. Masallara olan hayranlığım artıyor. Aslında gerçeği kapı dışarı edip rahatlıyorum. Yoksa içim sıkıntıdan bir kuyuya dönüşüyor…)

Oysa en çok sen beni anlamalıydın… Evet, o kaşe giymiş deliye bakıp hayret edeceğime dikkatli olsaydım, kendimi kollasaydım bunlar olmazdı belki de. Hem kapının yanındaki münasebetsiz iki üniversite öğrencisinin hallerine bakıp hayıflanmasaydım, yer vermiyorlar diye kafa yormasaydım… Biri çıktı yer gösterdi işte.

Ihlamur ağaçlarının güzelliğine dalmasaydım, kuşları gözlemlemek yerine tetikte dursaydım hırsızlara karşı bunlar olmazdı belki…

Ne kadar zaman geçti kim bilir... Neden sonra, evin camekânla bölünmüş kısmına, kış bahçesine geçti. Çiçeklerini gözden geçirdi. Başını salladı sağa sola, “cık cık” sesler çıkardı. Kuru yapraklarını ayıkladı, su verdi. Onlarla konuştu, dertleşti. Büyük masanın üzerindeki torunun resmine bakıp, gülümsedi. Bir anda, bir el dokunmuş gibi neşesi yerine geldi. “Hatasız kul olmaz hanım” diye seslendi, akıcı bir sesi vardı bu sefer. “Takma sen de, cana geleceğine mala gelsin” Bu kez cesur ve gür çıktı sesi, kendini toplamaya başlamıştı işte.(Evet, biliyorum, adım gibi… Şimdilik bu kısa bir ara. Sonra o meltemin saltanatı bitecek yüreğinde. Yavuz, hayli çetin bir keder gelip bulacak onu, akşamın dar çizgisinde, eliyle koymuş gibi. Sen ki, neşenin dozunu kaçırmış, süzeceksin beni alaylı. Bir fıkra anlatacaksın. Herkes gülecek katıla katıla. Herşey güle dönecek sayende bu bahçede. Ferah bir kapının müdavimi olacağım.)

Keramettin Bey, avunuyordu böylece, içi yanmıyor değildi. Ama bu hayatta, paradan daha mühim değerler vardı onun için. Bu ay toptancı Rıza’dan borç almak zorunda kalacaktı, olsun bu de geçecekti nasılsa. Minnet edecekti mecburen, olsun, sonu ölüm değildi ya. Borcunu ödeyene kadar gözünün içine bakacaktı dükkânının önünden her geçişinde. Umursamasa, görmezden gelse olmazdı. Böyle bir yapısı vardı. Biraz zorlanacaktı. Olsundu. Bu da bir imtihandı neticede. Bilinçle, sabırla aşacaktı dar boğazı evvel Allah… Düşünmemeliydi bunları şimdi.

Keyiflendi. Derin bir nefes aldı, gözlerini yumdu. Adam evinin, ne kadar geniş, huzurlu bir salonu olduğunu düşündü. Bu güne kadar hiç fark etmemişti. Gidip kütüphanesinden güzel bir kitap aldı. Gözlüklerini buldu çekmeceden. Kasetçalarından içli bir ney sesi yükseldi.”Güle güle benim küçük sevgilim…” Maviye boyadığı duvara baka baka, kitabını okumaya daldı.

(06.10.2007)

Diğer Yazıları