Sessizce geçip gidecektim, peşimde gölgemle: Gölge gibi, susku içinde, öylece… Hiçbir iz bırakmayacaktım; bırakmadan…
Olmadı…
Başım döndü; yalpaladım: Tutunacak bir yer ararken, bütün sessizliği yırtıverdim. Şimdi; elimde olanlar, olmayanlar: Oysa geçip gidecektim… Fark edilmeden usulca; başım dönmeseydi…
Olmadı…
Yapamadım…
Nasıl oldu bir türlü anlayamadım. Sadece namaz kılacaktım; öyle sanmıştım…
Gençtim; içimde deli deli esen fırtınalar; damarlarımda coşkulu, hızla akan kan; hep bir bahar kıpırtısı vardı zihnimde… Bir gün: Sultan Ahmet’te, öğle namazından sonra, kol kola girip Ayasofya’ya doğru, hep aynı sloganla yürürken buluverdim kendimi. Yanımdakiler, arkamdakiler… Daha güçlüydüm sanki: bir kalabalığa, yürüyün diyordum; yürüyorlardı. Bir baş dönmesi… Hükmetmek; fark edilmek.. bir kırılma, bütün seslerin dışına düşen bir ses; bir uğultu, çınlama… Gölgem bile haykırır olmuştu. Sloganlar, sloganlar… Kesmeselerdi yolumuzu, aşabilseydik barikatları, panzerleri… Ne olurdu? Ne olmasını bekliyorduk? Bilmiyorum. Önemi de yoktu zaten. Sonrası için hiç plan yapmamıştık. Yeni bir fetihti belki peşinde olduğumuz. Belki açık saçık giyimleriyle, kadim mekânı kirleten turistleri çıkarırdık dışarı en başta. İnatla, kol kola, sloganlarla yürümekti asıl önemli olan; gerisini sonra da düşünürdük;
karar verirdik/
verirlerdi/
vermişlerdi.
Sonra zorla dağıtıldık; zorla; inat ettik, kol kola; sloganlar kesildi; sol omzumda bir ağrı… Dağıldık. Olsun dedik, sonra yine..
gelirdik/
geldik/
getirdiler.
En kolayı, kendini kandırmakmış; insanın kendini kandırması ne kolaymış. Kol kola yürürken, biç güç patlaması; bıraksalar; birbirimize geçip duran, geçtikçe çoğalan; çoğalttığımız bir güçle; kabaran yüreklerimizin önündeki bütün setleri dağıtıp…
Artan uğultudan sıyrılabilseydim; kaçarken karıştığım kalabalıkta, kendimi dinleyecek kadar uzun kalmasaydım; ürkmüşlüğümü, korkularımı çoğaltmasaydım.. yeniden girseydik kol kola, sloganlar; güç verseydik birbirimize… Camları çelik örtülü otobüslerden bakarken yanımdakiler, arkamdakiler; kalanlar toplansaydık işte…
Nasıl oldu bir türlü anlayamadım. Her şey birden olup bitmişti. Gençtim. Sessizliğimi bozmuştum, gölgemi bile fark etmişlerdi. Başım dönüyordu. Sloganlar: Kol kola yürürken daha güçlüydüm sanki… Sloganlar: Artan bir coşkuydu… Sloganlar: Görevdi; sessiz kalmamaktı; tepkiydi… Mazlumlar, botların altında ezilirken, duramazdım: Kol kola yürümüştük; ağzımızda eski, köpükler saçarak haykırdığımız bir slogan; söyleye söyleye eskittiğimiz… Durmamıştık. Yeniden, yeniden…
İçimde, üzerime düşeni yapmışlığımın huzuru… Göğsümde bir genişleme, ferahlama… Gecenin sessizliğinde, şehri dinlerken, sabah yiyecek bir şeyimiz olmadığı geliyordu aklıma. Kalbimdeki doygunluk, açlığımı bastırıyordu...
Aylar sonra, kol kola yürüdüklerimizden bir kaçı; ciple yanımdan geçerken; pişman mıyım diye sormuştum kendime. Oysa hâlâ mazlumlar eziliyordu, gencecik kızların iffetleri her gün kirletiliyordu, minicik çocuklar kurşunlanıyordu, katliamlar devam ediyordu işte, değişen bir şey yoktu henüz. Sloganlar yetmiyordu acılı yürekleri soğutmaya… Yalnızca biz, kol kola bağırarak yürürken; içimizde yanan ateşlere su serpmeye çalışıyorduk; yapmacık, göstermelik; ikiyüzlülüğümüzü sakladığımız sığınaklardı sloganlar; kol kola yürümeklerimiz… Bozulmasından korktuğumuz konforumuza, güvenli hayatlarımıza koşuyorduk sonra. Koşuyorduk: Nefes nefese, varıyorduk, saklanıyorduk; evlerimiz, arabalarımız, işlerimiz; örtüyordu her şeyi. İçimiz huzurluydu: Bağırmıştık ya kol kola yürürken… Soranlara: Yoğunuz diyorduk, çok işimiz vardı. Pazar günleri, hani boş vaktimiz olursa, yağmur yağmazsa, şimşek çakmazsa, bütün şartlar uygunsa eğer, öğlen namazından sonra, kol kola girip sloganlarla… Hem dünya güzelleşecekti, hem de biz hiç bir şey kaybetmeyecektik rahatımızdan… Sloganlar yetmeliydi bir şeyleri değiştirmeye; daha ne yapabilirdik ki?
Şimdi; yine burada; Sultan Ahmet Meydanı’nda; her şey ne kadar yabancı, uzak geliyor bana.
Hata mıydı? Değil miydi?
Gençtim…
Gençliğim; bir sığınma mı? Bunlar bir itiraf mı? İsyan mı? Bilmiyorum!
Gençtim.
Suçlu arasam, kendimden başka bulamam elbette. Sessizliğimi bile isteye bozan bendim. İz bırakmadan sessizce gitmek varken, peşimde gölgem; nelerin ardına düşmüştüm, nerelere sürüklenmiştim…
Meydan boş, çın çın… Kol kola slogan atanlar yok. Önce, belirgin azalmıştı kalabalık; fişlenmek diye bir şey duymuştum. Göbeği bağlılar kaybolmuştu ilkin; sonra diğerleri… İşleri yoğun olanlar vardı ayrıca; bir şeyler yapabilmek için zengin olmak lazımdı. Villalar, cipler alınmıştı. Hiç bir şey değişmiyordu, yine aynıydı işte; okul önlerinde birikmeler.. yüzlere kapanan kapılar.. ikna odaları… Haydi; yine; kol kola; sloganlar… Zemheri bir soğuk vardı. Üşüyordum. Sıcak yuvalarımızdan çıkamıyorduk. Meydan boştu, çın çın… Kol kola yürüyenler; sloganlar; slogan atanlar yoktu. Üşüyordum.
Eskiden ölmekten korkardım; şimdi, yaşamaktan ödüm patlıyor.
Gemi terk edilmişti; azgın dalgalarda, yana yapıla gidiyordu. Korkular büyüyordu; büyütülüyordu; nasılsa, alabildiğine semiriyordu şubat ayazlarında. Kol kola girsek; birbirimizden güç alsak, yatışır mıydı korkularımız. Birbirimizden bile korkar olmuştuk. Selamlaşmak tedbire girmişti, fişlenmek korkusuyla… Selam… Merhaba… Günaydın… Tünaydın… İyi akşamlar…
Hata mıydı? Değil miydi?
Gençtim…
Gençliğim bir sığınma mı? Bunlar bir itiraf mı? İsyan mı? Bilmiyorum!
Gençtim.
Bir kere yırtılmıştı işte özenle kolladığım sessizlik! Sessizliğim!
Gençtim. Yanlış ipe sarılmanın verdiği sersemliğimi henüz atamamıştım üzerimden. Gençtim. Kafam karışıktı. Sessizce geçip gitmeyi düşündüğüm gölgemle, gördüğüm yeni bir ipe sarılıvermiştik.
Bir vaazın en ateşli yerinde, gözyaşlarım gömleğimin yenlerine ve dizlerime damlarken buluvermiştim kendimi. Yine başım dönüyordu; tanıdık duygular yokluyordu kalbimi; gidip geliyordum; yine de engel olamıyordum gözyaşlarıma… İçimde yine bir doygunluk; alabildiğine bir genişlik, rahatlama… Utanmıyordum gözyaşlarımdan; ağlıyordum. Kabaran alevlerimi söndürüyordum. Coşuyordum. Bu sefer, tamam dedim. Yenlerim ıslaktı, dizlerim; camiden çıkarken… Bir simitle, ayran almıştım. Bu sefer, tamam dedim. Değişirdi artık bir şeyler; Bosna, Filistin, Afganistan… Bir bardak soğuk su gibiydi gözyaşlarım; bütün yangınlara yetecek kadar çok; soğutacak kadar bütün yürekleri… Elimde simit ve ayran; caminin gölgesinde; sırtıma kadifeler, güller, karanfiller değerken; yanımda ağlayarak kendini yere atanlar; hemen az ötede; önlerinde kebap, kola… Az sonra otoparktan son model arabalarıyla…
Anladım; anlamıştım; öyle sessizce, iz bırakmadan geçmek falan yoktu, olmayacaktı. Bütün darbeler; savrulmalarım; nasip diyorum şimdi. İnatla, samimi aradım sanıyorum; bütün yolları denedim. Yaptıklarım; hatalarım; gitmeler, gelmeler arasında; aciz, cılız; sadece kalbimde bir umutla; bütün kapıları, kalabalıkları; umutla işte, ayaklarım yere basarken, görevlerimi yerine getirmek için çabaladım. Gençtim. Bir tek, Allah’tan şüphem yoktu; yok… Gerisi hep kuşku, tedirginlik… Kemirip duran bir kurt; bir uğultu, çınlama kulaklarımda… Başım; dönüyor; yalpalıyorum; avuçlarımda bir ip hissediyorum; sırat ve müstakim… Yürümeye devam ediyorum.
Artık genç sayılmam ama kafam hâlâ karışık.
Âşık olduğumu da söylemiş miydim? Hey gidi gençlik. Hoş şimdilerde aşka da inanmıyorum ya. Olsun. Olmuştu işte öyle bir şeyler. Ağustos güneşinde buğdaylar kavrulmuştu yüreğimde. Ah o nasıl bir susuzluktu; bir yanılsama, bir serap. Geçip gitti/mi?
Kolay mı her şeyi bir anda anlamak; kabullenmek; yanlışları telafi etmek; yerine doğruları koymak… Bazen dağılıyorsun, şaşırıyorsun, düşüyorsun; doğrulmak olmasa; nasıl yaşar insan? Şimdi, önümde; uzak diyarlardan kan ter içinde, bin bir emekle, ellerim kanaya kanaya getirdiğim taşlarla imar etmeye çabaladığım bütün kalelerin gümbürtüsü; tozu, dumanı, yıkıntıları önünde; öylece dururken; bütün biriktirdiklerimin delik ceplerimden akıp gittiğini bilirken; işte hayat böyle bir şey; demek, ne kadar zor oluyor.
Dedim ya; eskiden ölmekten korkardım; şimdi, yaşamaktan ödüm patlıyor diye.
Bütün kayıplarım; kaybettiklerim; avuçlarımdan akıp gidenler… Sloganlar, kol kola yürümekler, vaazlarda ağlamaklarım…
Neyse ki affediyorsun: Tövbe Allah’ım!
Oysa… Sessizce geçip gidecektim, peşimde gölgemle: Gölge gibi, susku içinde, öylece… Hiçbir iz bırakmayacaktım; bırakmadan…
Olmadı…
Başım döndü; yalpaladım: Tutunacak bir yer ararken, bütün sessizliği yırtıverdim. Şimdi; elimde olanlar, olmayanlar: Oysa geçip gidecektim… Fark edilmeden usulca; başım dönmeseydi…
Olmadı…
Yapamadım…
Neyse ki affediyorsun: Tövbe Allah’ım!
(Aralık 2010)
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)