Mihriban İnan Karatepe’nin öykü serüveni devam ediyor. Yazarın eserleri, Yediiklim, Dergah, Kafdağı, Hece ve Hece Öykü’de yayınlandı, yayınlanıyor. İlk kitabı Kadife Durağı, 2001 yılında Yediiklim yayınları arasından çıkmıştı. Yazar, ikinci kitabıyla ve aldığı ödülle yolculuğunu perçinledi. İkinci kitabı Hacıyatmaz Hece yayınlarından 2008’de çıktı. Aynı yıl, TYB hikâye birinciliğine layık görüldü. Kendisiyle, ‘öykü ve öykücülüğü’ özelinde bir söyleşi gerçekleştirdik.
-Sizce öyküde her şey anlatılabilir mi? Siz anlatmak istediklerinizi anlatabiliyor musunuz?
-Her şey öykünün konusu olabilir, diyelim. Ancak bu ‘her şey’ türün sınırları içinde ve bir sıralamaya tabii tutularak edebi eserde yer alabilir. M. Kaplan, ‘Sanatçının tabiata ilave ettiği şey yeni bir düzendir’, der. Bu bağlamda öykücü bu alabildiğine zengin konu deryası içinde konusunun yönü yani teması doğrultusunda öyküsünü kurar. Ne anlattığı, yani seçtiği; nasıl anlattığı yani sunumu ona kalmıştır.
Anlatmak istediklerimizi anlatabildiğimize inandığımız metinler okuyucu karşısına çıkar, benim için de bu böyledir. Ancak duygu ve düşüncelerin sınırsız boyutlu dünyasını dilin sınırlı imkânlarıyla ifadeye çalışmak zaten başlı başına bir derttir. ‘Sözcükler gücünü ilk sözden alır’ düsturundan hareketle yapmaya çalıştığımız sözcüklerin hakikatle temasına işaret etmektir.
-Öykülerinizde tasvir yok, genelde gösterme var. İmgesel bir dil kullanıyorsunuz. Neden?
-Çünkü öykü yazıyorum. Yerim dar… Tasvir, bağımsız bir kompozisyon türü olabildiği gibi aynı zamanda bir anlatım biçimidir. İmge de bir tasvirdir. Yani sözcüklerle resim yapmadır. Tasvirden farkını şurada aramak gerekir. Tasvir canlı ve cansızların ayırıcı niteliklerinin tanıtılmasıdır. Varlıklar arasındaki benzerlikleri ve ayrılıkları belirlemek ve bunların sebepleri üzerinde gözleme dayalı bir anlatımla uzun uzadıya bilgi vermek sıklıkla romanlarda görülür. Şiir ve öyküde daha çok imgesel dil tercih edilir. Çünkü imge icazlı sözdür esasında. Hem kısa hem özgün ve anlam katmanı derindir.
-Yazı hayatınızın başından beri öykülerinizi hep aynı tarzda yazıyorsunuz. Yenilik arayışlarına kapalı mısınız? Neden?
-Hayır, değilim. Ama başta Sn. Cemal Şakar olmak üzere bana zorla(!) yeni biçimler deneteceksiniz, anlaşıldı…
-Kendi kuşağınız içinde öykünüz nerde sizce?
-Bunu zamana bırakalım en iyisi… Sel gider kum kalır. Bakalım biz neredeyiz. Eleğin üstünde mi altında mı, bilemiyorum.
-Öykünün daha çok dişil olduğu konusunda bir kanaat var. Bu sizin için bir avantaj mı?
-Hikâyenin kadın diliyle başladığı tezini doğru kabul edersek kadınların tahkiyeye daha yatkın olduğunu da kabul etmiş oluruz. Feminizm şartlandırmasıyla kadın erkek ayrımına gitmeden sadece iki cinsin farklarını göz önüne alırsak kadınlar daha avantajlıdır bu konuda, diyebiliriz. Ancak bu durum onların diğer rollerinin eş, anne gibi gölgesinde kalıyor buna eğitim sorunu da ekleniyorsa bu yeteneğin hebası demektir.
Bunun bir avantaj olmasını bir yana bırakalım, başarı için çalışmak gerekir, gerisi de nasiptir.
-Bir tür olarak öykünün geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bu gelecek içinde Mihriban İnan Karatepe’nin rolü ne olacak?
-Bilemem… Öykü de edebi türlerden bir tür… Belki kendi kendini imha edecek. Ama çok iyi bildiğim bir şey varsa o da ‘güzel sözün yeşeren, dal budak veren bir ağaç gibi ‘olduğudur. Ve o söz söylendi. Ben kalemimle, kelamımla ona teslim olmanın peşindeyim.
-Öykü yazma sürecinizden bahseder misiniz? Yazmak sizi nasıl etkiler?
-Çok olumsuz etkiler. Hani yazmasam gül gibi geçinip gideceğim. Edebiyat uykularıma karışıyor. Yazma arzusu hayatın her alanına sızıyor. İşi gücü bırakıp bir ayinin ekipmanları gibi kalemi kâğıdı, bilgisayarı önüme alıp oturduğumda ise zaten günün diğer saatlerini hep o an için biriktirmiş olduğumu fark ediyorum. Yazmayı tavsiye etmem. Yazar dediğin zaten yazmaya hükümlüdür. Tavsiye istemez.
-Maraş öykü günlerinde Cemal Şakar’ın çok yankı uyandıran bir ifadesi vardı: “Öykü, içine kapanıp kendine yeter bir dünya kurdukça oluşturduğu bu 'kendi gerçekliği'nin tutsağı oldu. Son on beş-yirmi yılda öykü, müeddep bir suskunluk içinde metinselleşirken, bomba gürültüleri altında milyonlarca insanın çığlığı onun fildişi kulesine ulaşamadı” demişti. Öykü toplumun gerçekliğinden koptu mu? Siz kendi öykünüzü bu ifadelerin neresinde görüyorsunuz?
-Bu ifadelerin zaman zaman muhatabı olmuşumdur kuşkusuz… İnsan kendini yeniler. Ben de öykü evrenimi metinsellikten kurtardığımı ve fildişi kulelerden aşağı indiğimi düşünüyorum. Bunda yukarıdaki sözün sahibinin de etkisi büyüktür.
Öykü, metinselleştikçe toplumun gerçeğinden koptu. Gösterenle gösterilen arasındaki ilişkiyi keyfi, saymaca gördüğümüzden beri isimler zihnimize hakikati yükseltmez oldu. Yazarlar da sözcüklerle gelişigüzel oynayan gramatik bir kurgudan öteye gidemeyince edebiyatın hayatı değiştirme, dönüştürme gücü olmadığına inanır olduk. Oysa okuma yazma bilmeyen bir peygambere gelen ilk emir ‘oku’ idi. Bu hayatı okumak, eşyayı okumak ve ‘şeyler’i tanımlarken onların hakikatle bağlantısına işaret etmek demekti. Çünkü E.Hamdi Yazır’ın ifadesiyle ‘Lisan, Ademin hilafetinin eseri değil, sebebidir.’ Yaratılış değil hilafet dendiğinin de altını çizmek isterim. Bu insanın yeryüzü serüvenine göndermedir. Böyle bir sebep varsa ortada birilerinin sözcüklerle yapboz oynamayı sürdürmesi ancak cehaletle açıklanabilir.
-Edebiyatta merkez-taşra ayrımı üzerinde çeşitli tartışmalar yaşanıyor. Kimi dergiler bu konularda özel dosyalar hazırlıyor. Edebiyatımız merkezileşiyor mu? Taşra edebiyatın neresinde?
-Ben edebiyatı taşrada sevdim. Daha doğrusu bu ilgi ve yeteneğimi taşrada keşfettim. Ama beni keşfedenler şehirliydi… Taşra, dışarılığı uzaklığı simgeliyor. Ve bizim taşraya nereden baktığımız son derece önemli. Cumhuriyet dönemi aydınları gibi taşrayı cahil halk yığını görür ve onları güya aydınlatmaya çalışırsak yanılırız. Taşra üretimi simgeliyor, merkez daha çok tüketimi. Elbet derelerin, ırmakların denize akması beklenir. Ama dağların kuytularından doğup, geçtiği her toprağı yeşerten ırmaklar vardır ki devingenliğiyle taş çıkartır denizin durağanlığına… Denizi adeta besler. Taşrada çıkan küçük çaplı sıcak dergilerin gücüne inanırım bu yüzden… Onların kapanması bir kalenin düşmesi gibidir, diye boşa söylenmemiştir. Edebiyatımız bence merkezileşmiyor. Taşrada çıkan dergilere ve edebiyat namına yapılan anlamlı etkinliklere bakılırsa merkez, taşradan besleniyor.
- Öyküye ilgi giderek artıyor sanki. Takip ettiğiniz, gelecek vadeden gençlere tavsiyeleriniz olur mu?
-Okumaktan başka ne tavsiye edilir ki… Yazmak, gerçek yazar için zaten edebi bir sorumluluk ve zorunluluktur.
-Söyleşi için teşekkür ederiz.
-Ben teşekkür ederim.
(Aşkar, Sayı: 16, Eylül/Ekim 2010)
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)