Dikenli telde bir gömlek parçası dalgalanıyor. Çamura saplanıp kalmış ayakkabılar. Arkalarından esen soğuk bir rüzgâr… Zeytin ağaçlarının hışırtısını duymuyorlar. Korku her şeyi bastırıyor.
Kaçar gibi çıkmışlardı evlerinden, şehirlerinden; doğup büyüdükleri topraklardan; zeytin gölgeliklerini, serin bahar akşamlarını bırakıp; öylece; kaçar gibi; kaçarak; bir kaçak nasıl giderse öyle…
Gün akşama göndü. Gecenin zulmeti çökecek birazdan. Rüzgâr, inadına sert esecek. Belki üç-beş çadırın iplerini koparacak yine, kazıklarını sökecek. Geceyi, korkmuş çocuk çığlıkları bölecek; çaresiz babalar yumruklarını sıkacak; sıktıkları yumrukları ısıracak; tam bir şeyler söyleyecekken, isyan olur korkusuyla susacak; dişleri gıcırdayacak; o susuşları da duaya sayılacak belki.
Akşam olmasın nine! Akşam olmasın; ben daha çok acıkıyorum o zaman, daha çok üşüyorum. Kadın, Ali’ye sarılıyor. Eli, sınırı geçerken dikenli tellere takılarak yırtılan gömleğinin açıkta bıraktığı soğuk omzuna değiyor. Ali en çok omzundan üşüyor.
Yer soğuk, gök soğuk.
Nine, hep çadırın o yuvarlak girişine bakıyor. Omzunda çuvalla biri çıkıp gelse? Cırrrrttttt diye açılsa fermuar.
Ali, kaçarken çamura batıp ayağından çıkan ayakkabılarına üzülüyor. Üşüdükçe aklına geliyor. Almak için geri dönmek istedi ama ninesi tuttu onu. Yürü oğlum dedi. Zaman yok. Kardeş bildikleri, kurt köpekleri gibi peşlerindeydi.
Yaşlı kadın sarıyor torununu eski çullara. İyice sokuluyor, sıkı sıkıya sarılıyor. Bir şeyler söyleyecek oluyor; hep yarım kalıyor cümleleri. Masal anlatsa? Çocukluğunun çöl akşamlarının uzayıp giden sessizliğinden başlasa… İncir ağaçlarının kırılgan dallarında serçeler gibi sektiğini… Mükellef sofralarda bütün aile şen şakrak yenen akşam yemeklerini… Yıldızlar yeryüzüne inmişti, sanki elini uzatsan tutacak kadar yakındı dese… Uzun uzun anlatsa çocukluğunu. Sabaha kadar o içini ısıtan sıcacık günleri konuşsa, konuşsa… Vazgeçse artık şu çadırın girişine bakmaktan. Gece elbet bitecek, elbet sabah olacak. Zaten aç yattı Ali. Sabah daha çok acıkacak. Belki alabilecekler yemek, belki de alamayacaklar. Herkes aynı. Çöplerden de bir şey çıkmıyor.
Yer yokluk, gök yokluk.
Dışarıda rüzgâr nasıl da sert esiyor. Çadırın ipleri gıcırdıyor. Ali kıpırdanıyor. Omzundan, ayaklarından üşüyor. Bir melek giriyor çadıra sessizce. Kadının içine bir ürperti... Euzübesmele çekiyor. Melek sarıyor Ali’yi. Küçük bedeni azıcık ısınıyor sanki. Midesinden bir doygunluk hissi. Isınıyor sanki… Sanki eli babasının avucunda, her pazar gittikleri fırına gidiyorlar. Ekmek kokusu, babasının kokusuna karışıyor. Az sonra bütün aile kahvaltıya oturacaklar. Kız kardeşi yaramazlık yapacak, annesi ona gülerek kızıyormuş gibi yapacak. Bu paylamaya kimse inanmayacak. Gülecekler hep beraber. Zeytin bir başka lezzetli olacak. Ekmek bir başka güzel kokacak. Neşeyle yürüyorlar eve doğru.
Dönüşte, ufukta kuşlar beliriyor. Güvercinler diyor Ali mutlulukla. Seviyor kuşları. Babası endişeli. Kuşlar yaklaştıkça karga olduklarını anlıyorlar. Leş kargaları kaplıyor gökyüzünü. Kuşlar…
Kuşlar uçak oluyor; uçaklar bomba kusuyor...
Saklanacak yer bulamıyorlar. Eve koşuyorlar. Nefes nefese varıyorlar. Yıkılmış. Yıkıntının ortasından yükselen ince bir duman. Ayağının dibinde kız kardeşinin bebeği. Yüzünün bir tarafı yanmış oyuncağı alıyor. Yıllarca saklayacağını, kardeşinden geriye bir tek bu bebeğin kalacağını bilmeden alıyor.
Annnneeeee…
Ses yok.
Babası Ali’yi saklıyor. Korkuyla, endişeyle kendini öne atıyor. Babasını yakalıyorlar. Daha sonra, suları çekilen bir kanalda ayağına taş bağlanmış halde…
Ninesi dövünüyor. İşte o zamandan beri hep yarım kalıyor cümleleri. Bir türlü tamamlayamıyor. Torununu alıp düşüyor yollara. Aslında hiç gidesi yok. Bu yaşımdan sonra yaşasam ne olur, diye düşünüyor. Ama Ali var işte… Her şey onun için; bunca yola, yokluğa, soğuğa, ölüme…
Düşüyorlar yola. Peşlerinde kuduz köpekler…
Yer ölüm, gök ölüm…
Şu dağı da aştık mı tamam diyor ninesi. Tamam diyor Ali. Sessiz olmalılar.
Bir kurma kolu çekiliyor. Bastıramadıkları bir ürperti kaplıyor bedenlerini. Kurma kolu bırakılıyor. Mekanizma mermiyi atım yatağına itiyor. Kahkahalar duyuyorlar; alaylı konuşmalar sürüp gidiyor. Sesler köpek ulumalarına dönüyor, karga çığlıkları kaplıyor geceyi.
Bir el silah sesi… her şeyi bir an susturuyor.
Tak.
İrkilerek uyanıyor Ali.
Kucağında sıkı sıkıya sarıldığı kardeşinin bebeği. Bebeği kokluyor; kardeşinin o mis gibi kokusunu duyuyor. Çocuk kalbinde bastıramadığı bir öfke… Kini büyüyor. Büyünce alacak intikamını: Annesi, babası, kardeşi… Her şey ne kadar taze; bütün olanlar, acılar…
Sabah oluyor.
Yemek kamyonu gelir az sonra. Biraz çorba alabilse? Ama ayakkabıları… Ninesi bezlerle sarıyor Ali’nin ayaklarını. Sonra poşetleri geçiriyor. Sıkı sıkı bağlıyor. Bastığın yere dikkat et. Poşetler delinmezse ayakların ıslanmaz. Üşümezsin, diyor.
Çadır kentin çamurlu yollarında, elinde çorba kabı yürüyor. Her adımda hışır hışır poşet sesi. Her adımında bir melek kanadını uzatıyor Ali’nin ayağının altına. Her yer melek oluyor. Çamurlu sokakları melekler kaplıyor.
Yer melek, gök melek…
Ali gökyüzüne bakıyor. Bir buluttan annesi gülümsüyor, bir buluttan kız kardeşi el sallıyor. Uzaktan uzağa babasının kokusu: Tütün kolonyası ve tıraş sabununa karışmış ter kokusu geliyor burnuna.
Çıplak omzunu ovuşturuyor.
Ayaklarında poşetlerin hışırtısı
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)