Artık yapacak hiçbir şey kalmamıştı… Düşünceleri karmakarışıktı. Derin bir uykudan uyanmış gibi hissediyordu kendini.
Hastane bahçesinde, çam ağacının gölgelediği bir bankta oturuyordu.
Gözlerinde, bedeninde ağır bir yorgunluk; içinde büyüyüp duran bir boşluk… Söylemek istediklerini bir yerlere bağlama çabasındaydı; alıp başlarını gitmesinler, dipsiz kuyulara düşmesinler, kendisi gibi öksüz kalıvermesinler diye… Son tren, son virajı da dönmüştü işte; ama gelmesi gereken gelmiyordu bir türlü; artık gelmeyecek miydi? Boşuna mıydı bunca sabır! Ölümcül birkaç soru; ölümcül bir bekleyiş…
Bir çocuk elindeki balonunu kaçırdı. Balon uçtu, uçtu; tam önünde iğneli çam yapraklarına değince patladı. Patlama sesi ile irkildi. Havaya, şehrin alışık olmadığı muhacir bir koku yayıldı. Çocuğa baktı. Bir eli babasının güvenli avuçlarında, diğer eli patlayan balonuna uzanmış; boşlukta; ağlıyordu. Belki hasta, köyden yeni gelmişler; muayene olacak. Hastalığını azıcık unutsun diye balon almışlar; ipini kaçırınca patlayan balonu… Babası kucaklayıp teselli etmeye çalışıyor. Çocuk, yüzünü babasının boynuna bastırıp ağlıyor. Hastane kapısına doğru yürüyüp kalabalıkta kayboluyorlar.
Hep öyle yapardı ya… Demiryolunda, yol bekçisi olarak çalışan babasının arkasından bakar, öğle vakti, yaz sıcağının kavurduğu rayların ortasında öylece durur, görüntüsü ısı dalgalarının arasında yitip gidene kadar alamazdı gözlerini. Tek yaprak kıpırdamazdı istasyonda. Sessizlik büyür ha büyürdü. Bilet alan birkaç yolcu, hareket memuru bile kısık sesle konuşurdu. Yalnız cırcır böcekleri yırtınırdı durmadan. Tek rayın üzerinde yürüme oyunu oynar, dengede durmaya çabalardı. Her gün biraz daha uzun yürümeye çalışırdı.
Sonra tren gelirdi; Sessizliği yırta yırta... Az insan iner-binerdi. Hareket memuru giden trenin ardından öyle bir bakardı ki; babasının arkasından bakışını hatırlardı, içi ezilirdi.
Sonra sabırla son treni beklerdi.
Son trenden kısa bir zaman sonra babası gelirdi. Önce bir karaltı belirirdi rayların ortasında, ötede… Git git artan bir umut gibi büyüye büyüye gelirdi.
Bir kucaklaşma; terle karışık bir baba kokusu… Baba demek; akşam demek, serinlik demek, konuşmak demek, paylaşmak demekti… Annesiz bir çocuk içinse baba; kendinden gayrı her şey demek…
Tarhana çorbası, birkaç dilim keçi peyniri, karpuz.. akşam yemeği…
Ertesi gün öğle yemeği için hazırlık...
Baba sıcaklığında bir gece, koyun koyuna… Her gün yalnız başına kahvaltı ederdi.
Öğlen arasında sessizce yemeklerini yerlerdi. Sonra uyurdu babası, yorgun olurdu. Demiryolunu kontrol etmek için her gün yirmi kilometre yürürdü.
Sonra yine istasyon, trenler, raylar, yolcular… Vagonlardaki yolcu gölgelerinde hayaller kurmaya uğraşmak; annesinin yanında oturan bir kız çocuğuna bakıp, ne kadar mutlu olduğunu tahmin etmeye çabalamak…
Çoğu zaman; trenlerden demiryoluna akan, sıcaktan daha da artan yağ kokularıyla, annelerine sarılan çocukların kokularını kıyaslamaya çalışırken yakalardı kendisini. Saçlarının arasında müşfik bir annenin ılıklığı olurdu sanki. Dalıp gittiğini, üzüldüğünü gören oldu mu diye, istasyonda gezdirirdi gözlerini. Oysa tren gitmiş, yine kendisiyle kalakalmış olurdu. Sonra son tren geçip gitsin diye uzun bir bekleyiş.
Her istasyonda bulunan, serin sular akan çeşmelerde; elini yüzünü yıkar, su içerdi. Yamalı pantolonundaki tozları silkelerdi. Babası sık sık çamaşır yıkayamazdı; o yüzden temiz tutmaya özen gösterirdi. Temizdi gerçekten; yük vagonlarının arasından geçmeye çalışırken bulaşan ve bir türlü çıkmayan demir küfleri, ufak tefek yağ lekeleri hariç temizdi gerçekten. Ağaçlara tırmanmaya çalışırken yırtılan yerleri yamalıydı.
Makasçı ile hareket memurundan azar işittiğinden beri, “son trenin gelmesine daha çok var mı?” diye soramıyordu. Adamcağızları bıktırmıştı. Onlar da haklı olmalılar; söyleseler saati bilmiyor, bilse saati yok…
Ve işte makasçı son trene yol vermek için makasa gidiyor. Az sonra bu günlük bekleyiş bitecek; babası gelecekti. Yarın; yarın izin günü… Belki balığa, belki şehre giderler. Tabii ki trenle…
Kompartımanın camını indirir saçlarını rüzgâra verirdi. Sarı saçları dalgalanır, savrulurdu. Virajlarda trenin son vagonunu ya da lokomotifi görmeye çabalardı.
Şehir rengârenkti. Kaldıkları ara istasyona hiç benzemiyordu. Kalabalıktı. Her yer ışıl ışıldı. Vitrinlere, tabelalara, şık giyimli insanlara hayretle bakardı. Ne çabuk akşam olurdu. Yalnızlığını üzerinden tam silkeleyemeden dönüş saati gelirdi. Şehrin istasyonu da çok büyüktü. Ne çok tren vardı. İnsanlar hangisine bineceğini nasıl da karıştırmıyordu. Son trene binecekleri zaman bir üzüntü çöreklenirdi yüreğine. Babası fark eder; birkaç simit, bir de balon alırdı.
Az önce balonu patlayan çocuğun gözlerinde gördüğü kırıklık, yakasını hiç bırakmayan derin bir boşluğun, küçük bir kesitiydi sadece. Babasına çok sordu annesini. Özellikle yatılı okula başladıktan sonra. Babası, buğulanan gözlerini kaçırıp, anlaşılmaz birkaç kelimeyle atlatırdı her seferinde. Sonraları öğrenmişti; kanser…
En son, annesinin kucağında, buharlı tren beklerken hayal meyal anımsıyordu annesini. Kaç yaşındaydı ki! En az yirmi sene geçmiş. Şehre hastaneye götürmüşlerdi galiba. Göğsüne yaslandığı annesinin kokusunu, kalbinin sesini anımsayabilmek için zorluyordu zihnini… Olmuyordu!
Hatırlayabildiklerine de, hatırlayamadıklarına da hüzünlendi.
Yatılı okuldaki çocuklar, evlerinden, annelerinin yaptığı börekleri, çörekleri getirirdi. Onun çantası, istasyondan alınmış birkaç paket bisküvi dışında hep boştu. Evde nasıl vakit geçirdiklerini anlatırlardı çocuklar; ballandıra, ballandıra… İçi geçerdi. O ise son treni beklerdi yine; babasını beklerdi. Çünkü hafta sonu çalışıyordu. Bu yüzden her gittiğinde yatılı okulun yıkılmış olmasını dilerdi. Babası ile vakit geçirmesinin tek yolu buymuş gibi gelirdi ona. Su basmış ya da yanmış olması için dua ederdi. Oysa şehre girişte, istasyona varmadan kompartımanın penceresinden dimdik ayakta görürdü yatılı okulu. Çünkü yatılı okul demek babasızlık demekti… Annesini anlatıp duran çocuklara bakıp, ezilip gitmek demekti…
Çocukluğuna ait düşünceleri aklına gelince, acı acı gülümsedi.
Artık son tren geçip gitse de, arkasından kimse gelmeyecekti, gelemeyecekti…
Artık son treni beklemenin bir manası kalmamıştı; gelse de olurdu, gelmese de...
Zamanın çarkında bilenip duran bir iğne, patlatıvermişti hayal balonunu… Ve çocukluğu alışık olmadığı bir zemine çakılmıştı. Parçaları en ulaşılmaz yerlere dağılıvermişti.
Kırık bir çıkrığa hırçın rüzgarları sarıyordu sanki; bıkmadan, usanmadan.. çocuklar için sakin esen, ılık meltemler eğirecekti… Annelerinin saçlarına bağlasınlar diye, yürek rahatlatan, genişlik veren, ılık meltemlerden teller örmeyi düşündü.
Yalancı baharlara aldanmış, sonra kırağı vurmuş bir badem ağacı gibi.. çiçeklerini çamurlara döküvermiş gibi hissediyordu kendisini. Birkaç balta darbesi ile yıkılıverecek kadar köksüz…
Babasının ellerinden tutup gezdiği, gelmek için can attığı, özlediği bu şehir bile büyüsünü yitireli çok olmamış mıydı? Geriye kalan bir avuç hayal kırıklığı değil miydi? Sonraları o ara istasyonun ıssızlığını bile özlemişti; kalabalıklardan kaçmaya çalışmanın yorgunluğu vardı üzerinde...
Rüzgâr çam ağacında hışırdıyordu.
Cenaze aracını gördü. Doğruldu. Biraz önceki çocuk neşeyle geçti önünden.
Kulaklarında son trenin sireni uzun uzun çınladı; artık trenden sonra babası yorgun argın gelmeyecekti.
(Aralık 2009)
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)