Geç bu yapma çiçekleri, her eşya batar hayatımıza. Kaldırıp olmadık bir yere, bir yerden kendimizi-eşyayı mı-koymuşsak…
Bir cam biblo gibi vitrinin en olmadık rafında, buluveririz ansızın.
“Cam raftakini diyorum. Kırılabilir.”
Her yan yapma çiçeklerle, rengârenk donatılmış bir evdeyim. Loş değil, aydınlık sayılmaz. Ansızın soruyor ev sahibesi, merakla:
“Camdan mıdır, sahi o biblo?”
“İmal edene sormalı.”
Kendi kendine mırıldandı:
“Benden çok o kuğu şeklindeki bibloyla ilgiliydi. Rahatlıkla diyebilirim ki, onunla mutlu vakit geçirdi. Ona bunu, çok pahalı şeyler satmayan bir mağazadan almıştım. Özenle seçmedim.”
Burada olsa da olmasa da birdi o kadın için. Varlığımda yokluğumda bir.
Yine de hediye makbule geçti. Bunlar önemli miydi? Hayır. Yüzünü ellerinin arasına aldı. Düşünceliydi. Başını birazcık kaldırdı. Duvardaki takvime baktı:
“31Mayıs 2011.Pazar.”
Ev sahibesi koparmayı unutmuştu. Ya da canı öyle istemişti. Zamanı bir iki gün geriden takip etmek rahatlatıyor olmalıydı onu. Takvim birkaç gün önceyi gösterince, o gün ölümsüzleşiyor muydu ne?
“Oysa neler neler olacaktı. Bir macera denizine açılmışken kendi yelkenlimizle rüzgâr bize göre esmedi diye küsecek miydik Allah’a. Tükürür gibiydik. Konuşurken hazmetmek kolay olsun diye ağzımızı bozmak gerekti.”
Tasarladığımız resim-evet tastamam birlikte-hiçbir zaman tuvale geçmezse? Şimdi bu korkuyu eritip yok etmek için kaç mumu feda ederiz kim bilebilir?
“Hiç” içinse her şey; niye emzirip büyütüyor zamanın diri, aydınlık yanıyla meşgul zihnimiz?
“Bir isteğim var: Sen, ne olur bırakma peşimi. Dört yaşındaymış gibi ol. Annesinin eteğinden asılan o çocuk gibi. Öyle olsun.”
Zaten o annenin ipek şalını, dolabında katlı dururken güve yemişti. Hayret etmişti o zaman:”Niye yemiş?” diye. Anne elinde şalla ne yapacağını bilememişti. Oysa o, güve fıtratının gereğini yerine getirmişti.
Bunda şaşılacak ne vardı?
“Ne olur bende kal. Sana çay bile demlerim.”
Güldü:
“Keşke kalabilseydim…”
“Gidersen, yok olurum, sen de üzülürsün. Silinip giderim, inatçı bir iz gibi kalmam sırlı aynanda.
Önce senin yazacağın satırlardan, sonra senin kalbinden.
Sonra vazgeçilmiş bir söz gibi/
Sonra hiç kimse bu kadar kabullenmiş miydi, hatırlamıyorum maalesef.
Karşı koymamıştı. Israr ettikçe çözülen bir buz gibiydi yüreğinde.
Hırçın yanları törpülenmiş ne olursa olsun artık diyebilen./
Cesaret mi?/
Ama ben bu kadar cesur birini görmedim daha önce/
En azından ben cesaret edemezdim/
Bu kadar net biri daha yok,bu kadar bilinçli bir aşındırma fikirlerin/
Sabırlı/
Birinden bile geçmeyen/
Bir tur atmış gibi aynı cümlenin etrafında, sonsuz kere sürecek gibi.
Bu kadar yıl beklemeliymişim meğer şu dört duvara kavuşmak için/
Hele bu pencereyi anlat anlat bitiremezsin.
Ne gördüğüne dairdir. Göremediklerinin meraklı sancısıyla kıvranırken, onun ne yaptığına dair bir bilgisi yoktu. Sorun bu değildi aslında.
Sonuçta;
Bir bahar dalını görmezden gelemezsin.
Bir şelaleyi ya da…
Bir pınarı es geçemezsin.
Bir kuyunun çekimini yok sayamazsın.
Mesele “sen” sen eğer…
Bu böyle.
“Gülümsemelisin. Belki hep beraber yapmalıyız bunu. Dileğimiz çabuk kabul olur böylece.”Sanki böyle der gibi baktı.
“Islak balkonlarına evlerin, perdesiz camlarına, mermerden pervazlarına, aynı mesafeden farklı selamlar göndermelisin. Daha çabuk yakına düşmek için hepsi.”
Anlıyor muydu bütün bunları?
Boşluk…
Bir kuş uçumu yerden, hüzün devşirerek yerine “coşku”hazırla.
Hücrelerine dolan aşkın/
Oksijenin genleştirdiği hayallerinin arterlerini kimseye satma ne olur!
Gel yazık etme. Zengin bir gökyüzü parçasıdır o, görüp şükrettiğin.
Kalan-giden-ısrar eden-hep olan-olmak isteyen hep.
Nasıldı o “çıt” sesi. O duydu. Öbürü fark etmedi bile. Oysa öbürü farkında olsaydı, sonuç değişirdi. Olacak olan güzel bir resme dönüşürdü. Kuğu formundaki bibloda görünmez bir çatlak oluşmuştu.
“Toptancı gibi bakma suratıma-suretine miydi yoksa-inciniyorum görmüyor musun?”
“Neyi?”
“Elinde ne kaldı diye diye beni de kendini de tükettin. Sürekli kar-zarar hesabı yaptığın duygusal devinimlerimizin nabzını tutmaya devam edecek misin?”
“Bu yetmezlik bizi sonlu bir sevdaya çıkarır. Bildin mi?”
Düşündü. Tarttı daha çok sözcüklerini, başka bir şey dedi.
“Uzaklaşıyorum, yakınken, çınarın gövdesine yaslanıyorum. İnan bana, iyi geliyor.”
Geç-erken-zor-kolay-dar-geniş
“Her şey bir şeye tekabül ediyor. Böylece tekâmül oluyor.”
Sıtmaya tutulmuş gibi titriyor. Cümleleri tam anlayamıyor. Dinliyor. “Dinlemek bana yakışır.”diyor.
Kalabalıktan arınamadığı için, üzerinde bir ağırlık hissediyor.
Ona mı öyle geliyor, yoksa kuşlar yönünü mü şaşırmış? Niye başka tarafa uçuyorlar? Neyse.
Tedirgin ruhu sarkarak geceden; pencereden sarkar gibi. Gündüzleri daha kolay uyum sağlıyor. Böyle kalabalığa karışmak, karanlığa bulaşmaktan daha kolaydır.
Belaya uğramış bir delikanlı gibi tenhada ne yapacağını bilmiyor.
Ödül mü ceza mı, sorgulamıyor. Hay Allah, bak sen şu işe; bir de başı ağrıyor.
Bütün yaşadıklarının güzelliğini inkâr edemiyor.
Bir tek bundan emin.
Bir tek aşkın gücüne tutunuyor.