Menu
arabacı
Öykü • arabacı

arabacı



Köşedeki, maviye boyalı apartmanın zemin katında bir kahvehane var ya, işte orada buldum onu. Okey oynuyordu: “işler kesat bu ara, üç haftadır işsiz güçsüz…” diyordu kahırlanarak, yanındaki manav çırağına. Hırıltılı, boğuk sesini bir perde daha yükselterek: “Evdekilerin dırdırlarına yakınmalarına kulaklarımı tıkıyorum ve tabii ki ceketi kaptığım gibi ...” diyor, sigarasını fiskeliyor, külleri savruluyor. “Soluğu burada alıyorum. Oh be! Dünya varmış birader!” sesi şimdi daha gür çıkıyor. Bu kaçışın onu rahatlattığı belliydi. Gözleriyle caddeden geçen bir kamyonu takip etti. “Hadi ama” diyordu yanındakiler. Taşların cazip şıkırtısına dayanamayıp, yeni bir oyuna başlıyordu tutkuyla. Kalın, kesif duman tabakası yayılıyordu, dar mekânın hayli basık tavanına doğru. Cehennem gibi yanan teneke sobanın homurtusu, sesleri bastırıyordu. Yan masadakilerse, bir kâğıt deste daha karıp, dağıttılar. Yeniden, hırsla oynamaya başladılar. Bir süre fark ettirmeden onları izledim.

Omzuna elimi koyana kadar beni fark etmedi. Dalgındı. Yüzüme baktı. Böğrüne vurulmuş gibi afalladı. Tuhaf kendimi suçlu hissettim. Sonradan iş için onu aradığımı anlayınca toparlandı. Yüz hatları o an belirsizdi. Konuşmaya başladık. Pazarlığı yaptık. Ne desem “Tamam abi, olur abi” diyordu. Verdiğim fiyata bile itiraz etmedi. Dudağının ucundan sigarası düşecekmiş gibi duruyordu. “iki-üç kişi daha lazım, taşıma işlemi için.” Gözleri parlıyordu, kasketini geri kaykılttı. “Hallederiz!” dedi sırıtarak. Belli ki memnuniyet bu, günü kurtarmanın verdiği rahatlamadandı. Sonuna kadar içtiği sigara izmaritini yere attı, ayağıyla iyice ezdi, bir eli cebindeydi. O zaman dikkat ettim. Ayakkabılarının uzun süredir boya görmediğini, dikişlerinin açıldığını. “Ha! Ne diyordum…” arabacı çarçabuk yine bir sigara daha tellendirdi. Kahvehanedekiler kendi hallerinde, gürültüyle konuşuyorlardı. Kahkahalar yükseliyordu ara sıra. Konu Napolyon'du. İğrenç esprilerle çoktan ölüp gitmiş birini kurban ediyorlardı. Pazarlık bitmişti. Manzaradan fena etkilenmiştim. İçimde patlamaya hazır bir volkan... “Ölüleri rahat bırakın!” deyip cam çerçeve indirmek, kafa göz patlatmak isteğiyle tutuştum. Sanki Napolyon'dan bana neyse. Kendimi dışarıya zor attım. Midem bulanıyordu. Başım sersem gibiydi. Lânet olsundu. Adımlarımı biraz daha hızlandırdım. Yol boyunca küfrettim. Aslında öfkemin kaynağı başkaydı. Bir kahvehane dolusu insan bahane. Bu insanları aşan bir durumdu. Tabii beni de. Yol kenarındaki bulduğum bir çöpe kustum. Biraz rahatladım.

“Üşüyor musun?”

Esin'in sorusunu sayıklar gibi cevapladı Erol:

“Hayır üşümüyorum. Bu yıl yakacak kömürü aldım. Arabacıyı da ayarladım.”

“Seneye Allah Kerim. Kim öle kim kala.”dedi Esin. Erol, keskin esen rüzgârın da etkisiyle burnunu çekti:

“İhtiyarlar gibi konuşmaya başladın yine, bazen seni anlamıyorum.” “Sen yarın için senet mi imzaladın Azrail'le? Ne biliyorsun yaşayacağını?”Esin biraz sert çıkmıştı.

“Eh sende haklısın.”

“Şanslıyız…”

“Ne bakımdan?”

“E bizim alt kattaki öğrencileri biliyorsun. Geçen yıl yakıtsız kalınca döşemeleri kapıları söküp yakmışlar. Ev sahibi, evi boşalttıklarında fark etmiş.”

“Hasarı düşünsene.”

“Ama öğrencileri de bir düşün. Ne yapsınlar. Soğuktan donarak mı ölsünler?”

“Ev sahibinin malı mülkü çok. Sadakası olur artık.”

“Marketçi Rıfkı mı? Öyle düşüneceğini sanmıyorum. Adama günahını bile vermez o.”

İkisi de sustu. Öylece karanlığa doğru yürüdüler.

(İletişim için:[email protected])

Diğer Yazıları