Zücaciyenin vitrinini seyrediyorum. Dakikalar geçti. Cam, porselen ve naylon. Hatta biraz da elektrikli ev eşyalarının ağırlığı var çeşitlerin tümünde. Ellerim ceplerimde. Günün bu saatinde, bu soğukta, sokakta, ne işim var bilsem. Montuma göz gezdiriyorum. İyice yıpranmış, kol ağızları, yaka... Beni bırakmak üzere. Yeni bir mont için cüzdanda metelik yok ne yazık ki. Karıştırıyorum ceplerimden bir simit parası bile çıkışmıyor.
Ahh… Şu son ödemeyi yapsalar ne olurdu? Biraz cebim para görürdü en azından. Ben o zaman yapacağımı bilirdim. Kendime yeni bir şeyler almakla kalmaz, oturduğum evin arka sokağındaki çocuk yuvasında ne kadar kimsesiz varsa, hepsini giydirirdim. Balonlar oyuncaklar… Bayram etsin yavrucaklar değil mi ama? Yol hareketlendi. Kasketimi düzeltiyorum, vitrinin aynalı kısmına dönerken. Gelip geçenler şöyle bir bakıyor.
Seni beklerken ağaç oldum burada: kavak ağacı. Biraz daha boynumu uzatırsam zürafa olacağım. Tıpkı bir şiirdeki gibi. Gülme krizine girdim. Dakikalar geçti. İş olsun diye saatime şöyle bir bakıyorum. Geleceğin yok. Cebimde dörde katladığım kâğıt. Yatıştırıp, inceltilmiş tornadan geçirilmiş gibi, tam da sana lâyık cümleler kurdum. Dün gece gözümü kırpmadım. Hiç üşenmeden, sabaha kadar sana mektup yazdım. Senin umursayacağını sanmıyorum. Muhtemelen bana “antika”deyip, dalganı geçeceksin. “Bu zamanda mektup mu kaldı” diyeceksin. Keşke hayat senin hafife aldığın kadar kolay olsa. Düşünüyorum da neler değişirdi neler. O kahrolası kurallar senin anarşist yanını kışkırtmaktan başka neye yaradı bu güne kadar? Yutkunuyorum! Hiç…
Tempolu bir yürüyüş tutturuyorum. “En iyisi kordona inmek. Biraz hava alırım.”diyorum kendi kendime. Yokuşu o hızla inmişim.
Sahilin bu kadar bunaltıcı olacağını kestiremedim. İnsanı canından bezdiren, kemirgen bir dalga gelip içimdeki her şeyi silip süpürdü sanki. Dalgaların yaladığı bir faleze dönüştüm. Zihninde iki kişi ile daha doğrusu, ikiz benle dolaşan o adam... Denize bakan uzun boylu, zayıf, huzursuz kişi… Belli ki tekil olmayı özlüyor. Ya ben? Herhalde, şu an kimse benim kadar kararsız olamaz. Hatta sahil boyundaki kayalara tünemiş, şu aç martılar bile benden daha çok yaşama bağlılar. Niye mi? Onlar yiyecek bir şeyler peşindeler. Bense işi gücü bıraktım iyice. Ne olursa olsun artık.
Hatırlıyor musun bilmem? Atkestanelerini cebine doldurduğunda ne çok gülmüştük. Sen mal bulmuş mağribi gibi sevinmiştin. Ceplerin şiş. Biz kahkahalardan bir hal olmuş, yürümüştük parkın içinde. Sende şık kahverengi bir çanta vardı, ama işe yaramıyordu; küçücüktü. Hatta sınava girerken taktığın peruğu bile almıyordu. Ayrı bir poşete koymak zorunda kalıyordun onu. Yanımda olsan... Parka giderdik, kuğuları izlerdik, köprüden geçerdik. Ama hiçbir ayıya dayı demezdik. İnan bana! Hayat daha çekilir bir hal alırdı seninle.
Son kozunu oynayan o dalavereci “kuru gürültüye pabuç bırakırsam namerdim!” dedi yanımızdan geçenlere aldırmaksızın. Haklı! Ama bunu bir tek ben biliyorum. Haksız ve mağlup olduğunu da biliyorum. Saygı duyuyorum. Ne de olsa umut var. Herkes son kozunu oynayan dalavereciye bakıyor. Adam ağız dolusu küfrediyor. Kime? Bunu bana sorma, çünkü cevabını bilmiyorum. İşte böyle, karşıdan yorum yapmakla iyi bir şey yaptığımı sanıyorum.
“Uzadı saçlarım” diyor. “Ama kazıtacağım; bu bir protesto şekli” gülümseyişi içimi ısıtıyor. Ben bu kızı seviyorum galiba. Hala değerlerine sahip çıkan birileri var. O bunun sahici örneği. Onu ayrıcalıklı kılan belki de bu duruşu benim gözümde. Sabahın ilerleyen zamanında yeryüzünü ısıtan, buzları eriten bir güneş gibi... Artık sımsıkı büründüğün şal omuzlarında değil biliyorum; yaz gelmiş olabilir oralara.
Yalnızlıkla boğuşuyoruz. Ucu bucağı görünmeyen bir ulu çam ağacına bakıp hiç üşüdün mü? Yerlerdeki kozalaklar karlara serpiştirilmiş gibi duruyor. Ellerim ceplerimde, iliğime kadar işleyen soğuğa aldırmadan, öylece yürüyorum. Nereye bilmiyorum.
Cebimde sana yazdığım son mektup(ama en son değil),gönderip göndermemekte kararsızım.