Hava lodostu yine. Her zamanki işlerimi bitirdim. Çarşıdan eve dönecektim ki başıma bir ağrı girdi. Kendimi birdenbire halsiz hissettim. “En iyisi gidip, tansiyonumu ölçtüreyim, ilâç yazdırayım” dedim, Nurten’e. Poşetleri bildik bir dükkâna bıraktık. Devlet hastanesinin acil servisine kendimizi dar attık. Hınca hınç doluydu servis. Sıra aldık, bekleme salonuna yöneldik. Feraceli köylü nineler, aba pantolonlu dedeler, ağır aksak ilerliyorlardı. Daha genç olanları büyük bir uğultuyla kalabalığı yara yara ilerliyordu. Belden üstü çıplak, 3-4 yaşlarındaki çocuğun ağlayışı bütün sesleri bastırıyordu. Babasının kucağında yaygarayı basıyordu. Anne ve babası sakin yürüyorlardı. Elli yaşlarında pijamalı bir adam, telefonla konuşuyordu, neşeliydi:
“By pass olacakmışım, hastaneye yattım.” diyordu; sanki hasta olan o değil de, refakatçiymiş gibi. Basık ve havasız koridorları hızla geçip kendime boş bir bank aradım, ama nafile. Bir kadın bizi gördü, çocuğunu kucağına aldı. Yer açtı. Nurten’le güç belâ sıkıştık. Büsbütün göğsümün daraldığını hissettim. Kadınla göz göze geldik.
“Geçmiş olsun” dedim.
“Sağ ol” dedi.Çocuk arada öbür çocuğun yanına gidiyor, onunla biraz koşturuyor, sonra tekrar annesinin yanına gidiyordu.
“Neyiniz var?”diye sordum.
“Annem yatıyor, onu ziyarete geldik ablamla. Ben çocukları tutuyorum. Şimdi o orada. Sonra da ben çıkacağım. Buradan da başka bir hastayı ziyarete gideceğiz.” Gülümsedim. Ben sormadan anlatmaya başladı:
“Kaçıncı defadır yatıyor hastaneye. Şekeri yükseliyor. Ayağını delip kan alıyorlar, ama şişlikler inmiyor. Bu defa hastalığından dolayı bacağı kesildi. Bütün vücuduna dağılabilirmiş. Doktorlar umut vermiyor. Durumu hiç iyi değil.”
“Hay Allah, niye, yediklerine mi dikkat etmiyor?”
“Yok. Kahrından öyle oldu. Üzülüyoruz, ama yapabileceğimiz bir şey yok.”
“Yanında kimse yok mu, yalnız mı?”
“Benim köyüm uzak. Ablam da müsait değil. Onunla ilgilenemedik. Kardeşim suçsuz yere hapse girdiğinden beri annemin hali günden güne kötüye gitti. İki yılda bu hâle geldi. Sağlığı iyice bozuldu.”
Elbette bir anne evlâdının suç işleyeceğine inanamazdı. “Yazık” dedim. Masumiyetine dair olan ısrarını anlarım, ama durduk yere de kimseye ceza vermezler ki!.. Bir anda bunları düşündüm. Ama dilim varmadı söylemeye.
“Neden ceza aldı kardeşiniz, suçu neydi?” diye sordum. Anlattı:
“Bir düğünde arkadaşlarıyla tartışmışlar. Dört kişiymişler. Kardeşim biraz ileri gitmiş. Öfkeyle bıçağı çekip, gözdağı vermek istemiş. Bıçak adamın öyle bir yerine denk gelmiş ki oracıkta can vermiş. Ölen arkadaşının eşi çocukları da ortada kaldı. Annem onlara da üzülüyor. Tabii en çok kardeşime. Diğer üç kişi elini kolunu sallaya sallaya geziyor. Serbest kalmalarına, vicdanen rahat gezmelerine bakılırsa kardeşim bu işin diyetini ödedi.”
Öylece kalakaldım. Anlattıklarından etkilenmiştim. Ben de:
“Yaa, öyle mi? Allah kurtarsın. Size de kolaylık versin.”dedim. İyice bunaldım. Neyse ki imdadıma görevli memur yetişti. İsmimi yüksek sesle kâğıttan okudu. Sanırım hasta isimlerinin geçtiği dijital tabloda bir arıza var. Hemen oraya doğru koşar adım gittim.
Hemşire tansiyon aletiyle tansiyonumu ölçtü. Asistan doktor:
“Hanımefendi dilaltı hapı vermek zorundayız. Tansiyonunuz,18-12”
“Neye üzüldünüz böyle?” Yüzümdeki ifadeye bakarak bu soruyu yönelttiğini biliyordum. Üzüldüğümü anlamasına şaşırmadım. Doktor hanım sözlerine devam etti:
“Bugün Pazar. Uzmanımız yok. Yarın muhakkak gelip uzmana görünün. Şimdi size bir şey yazamam.” Sorularına cevap vermeye fırsat bile olmadı. Hemşire aceleyle elime bir adet dilaltı hapı tutuşturdu. Sıradaki hastayı çağırdı. Dışarı çıktım.
Nurten olup bitenlerden şaşkındı. Hastaneden ilâç kokularından hemen uzaklaşmalıydık. Bana: “Ne kadar hassassın. Kadının anlattıklarına üzüldün değil mi?”diye sordu, hastaneden çıkarken.
“Öyle de sayılabilir”, dedim. Sanki üzüntüler, kaygılar bitiyormuş gibi, bu anlamsız soruyu yöneltiyordu bana.
“Olacağı gelmiş işte.”
“Seni anlamıyorum. Kadın ne kadar rahattı. Ne kadar normal bir şeymiş gibi anlattı olanları. Sen de bunları ciddiye aldın. Anlattıkları belki yalan, belki doğru.”
“Ne yapayım elimde değil. O anneye üzüldüm. Yazık değil mi kadıncağıza?”
“Ya, sana mı kaldı düşünmek? İki tane kızı, oğlu düşünmemiş. Bak daha çok tansiyonun yükseldi. Keşke gitmeseydik. Eczanede de ölçtürebilirdik tansiyonunu.”
“Tabii, evden çıktığımda, senin eve doğru dalgın dalgın giderken çöp bidonunun içinden önüme atlayan kedileri de unutmamak lazım. Öyle korktum ki, evden çarşıya kadar kendime gelemedim.”
Nurten gülmemek için kendini zor tutuyordu. Bana belli etmemeye çalışıyordu güya.
Hastaneden bir an önce çıkmak için acele ettim. Aslında biraz oturup tansiyonun düşmesini beklemek gerekti. Duramadım.
“Oldum olası bu bekleme salonlarını sevmem bilirsin.”
Nurten başını esefle iki yanına salladı:
“Bilmez miyim ah, ah…”
“Sağlam insanı hasta eder bu ortamlar. İşini bitirip hemen uzaklaşmak gerek.”
Biraz yürüyünce açıldık.
“İyi misin?”dedi. Gel şu parkta çay söyleyeyim sana. Daha iyi gelecek inan bana.” dedi. Oraya doğru yöneldik. Allak bullak olmuştum. Aslında Nurten haklı mıydı ne? Ama elden ne gelirdi. Benim bu hassas yapım başıma daha ne işler açacaktı bakalım?
(Yediiklim Dergisi, Eylül 2011)