Menu
YAĞMUR
Öykü • YAĞMUR

YAĞMUR



Bu sabah da güneş vurmuyordu pencereden. Birkaç gündür odanın dört tarafını gri bir renk kaplıyor, meftun olmadığımız karanlık ruhun ötelerinde yer buluyordu. Koyu bir elbise giymiş gökyüzüne bu kaçıncı bakışımdı camdan. Dışarıya çıkıpçıkmama konusunda tereddütte idim. Her perdeyi araladığımda yağmur buluttan iznini çoktan koparmış bir edayla yağıyor, bugün asla durmayacağını hissettiriyordu. Sonunda çıkmaya karar verdim.

Evden çıktığımda, yağmurun pencereden baktığım gibi olmadığını fark ettim. Daha şiddetli yağıyordu. Buna bir de rüzgar eklenmiş, şemsiyemi yola çıkmadan uçurmaya başlamıştı bile. Bir an eve girmek istedim. Arabalar suların üzerinden çok hızlı geçiyorlardı. Yolun biraz ilerisinde tam da benim geçmem gereken yerde bir gölcük nazarıma çarptı. Araçların az geçtiği bir anı kollayarak birkaç saniye bekledim. Tam azaldığının zannettim anda hızlı hızlı yürürken aniden arkadan gelen bir arabanın suyun üzerinden geçmesiyle ilk ıslanmayı yaşadım. Ayak kısımlarım aldığı su darbeleriyle nokta nokta olmuş, kuru ve ıslaklık yan yana dizilmişti. Metro durağına kadar epey ıslandım. Yağmur rüzgarın etkisiyle yana doğru yağdığında elimdeki şemsiye görevini yerine getiremiyor, omuzlarım da ıslanıyordu.

Metro gecikmişti ya da bana öyle geliyordu. Ayaklarım, üşümenin verdiği sarsıntıyla aynı yönde gidip geliyordu. Beklemenin zahmeti yağmalıyordu beni, ellerimi birbirine ovuşturarak katlanıyordum. Nasıl olur da eldivenimi almayı unutmuştum. Islanmak, üşümek bu soğukta beklemekle birleşince pişmanlık husule geldi. “Keşke evden çıkmasaydım.” dedim. Yine de dönebilirdim. Ama tekrar uzun yoldan geri dönmeyi göze alamadım. Metroya sonunda bindim. Her durakta binenlerin ıslanmış hallerini görünce yer yer teselliye benzer bir duyguya da kapılıyordum. Bu yağmura rağmen evden çıkmayı göze alan bir tek ben değildim. Topkapı durağında inip acele merdivenlerden aşağıya indim. Karaköye gidecek tramvayı beklemeye başladım. Yağmura rağmen tramvay yine kalabalıktı. Manzara aynı, ıslanmış insanlar. Sultan Ahmet durağında indiğimde yağmurun şiddeti artmıştı. Hemen karşıya geçip ara sokaklardan birine saptım. Turistler yağmura aldırmadan gezmelerine devam ediyorlardı. Ben ise elimdeki şemsiyeni hiçbir şeye yaramamasına hayıflanıyordum. Ara sokağın tam ucuna gelmiştim ki rüzgar beni arkaya itti. Şemsiyem yan dönmüş, kırılmaya ramak kalmıştı. Hemen kaldırıma çıkıp beklemeye başladım. Arkamı dönüp baktığımda turistik bir restoranın önündeydim. O sırada şef olduğunu tahmin ettim biri garsona fırça atıyordu. Garson, restoranın önünde biriken yağmur sularını fırçayla temizlemeye uğraşırken, şef onun tembelliğini yüzün vurup duruyordu biraz da bozuk şivesiyle. O da hiç itiraz etmeye hakkı olmayan insanlar gibi “ya sabır” çekip işini yapmaya çalışıyordu. Ben de o sırada ağaçların rüzgardan sağa sola eğilip kalkmasına bakıyordum. Küre halindeki damlacıklar yaprakların üzerinde tam durmaya hazırlanırken yerlere düşüyorlardı rüzgarın esmesiyle. Sadece birkaç dakika yerimde kalabildim. Daha fazla bekleyemezdim. Geç kalmıştım kursa. Bütün kuvvetimi toplayıp diğer sokağa geçtim. Biraz ilerledikten sonra bir camiinin avlusuna sığınmak zorunda kaldım. Bir süre de orada bekledim. Yağmurun azalacağı yoktu. Hemen yan sokağa geçip kursa geldim. On beş dakika gecikmeyle içeriye girdim. Arkadaşların bazıları gelmemişti. Bugün ki konumuz hikayeydi. Islak çorapların verdiği etkiyle ayaklarım çok üşüyordu. Çantam da yedek bir çorap vardı. Onu giysem rahatlayacaktım. Bu arzu bütün gücüyle beni sarmalıyor ama ben bu güce karşılık veremiyordum. Donmuş ayaklarımın beyne gönderdiği sinyal bedenime sert sert cisimlerle vuruyordu. Ayaklarımın sıcacık olduğunu düşledim. O anda ne kadar uzak geldi bu düş bana. Hayalimde onlarca ihtimal geçti. Sobanın kenarında oturmuş, bir elimde salep diğer elimde okumaktan zevk aldığım bir hikaye kitabının sayfalarında dolaşıyorum. Kesinlikle üşümeyi hatırlatacak bir paragraf bile yoktur. Ya da hiç evden çıkmamış, soğuğu dışarıdaki mevcudata emanet etmiş; bir ağacın gövdesine, dağları cesametine, gökyüzüne ve taşlara. Hiç yağmuru yolda bulmamış, üzerine damlalar dökülmemiş gibi sıcacık odada küçük yeğenime masal anlatıyor olabilirdim. Ve başka düşler. Önüne geçemediğim bir kuvvetle çıkmıştım evden. Sonra meydana gelen pişmanlık, hikayeler hakkında yeni bilgiler öğrenmenin yanında biraz sönmeye biraz arkada kalmaya başlamıştı.

Yine de iki saatlik kurs bitecek miydi? Zaman benim aleyhime işliyordu. Tam dikkatimi yoğunlaştırıp dinlemeye odaklanırken pencereye vuran yağmur damlalarıyla dikkatim dağılıyor, aklım ister istemez ayaklarıma gidiyordu.

Islak çorap derime yapışmış, büyük olasılıkla damarlardan geçmiş daha da ileriye gidip kemiğe ulaşmıştı. Kemiklerimin içinde bir buz geçiyormuş gibi hissediyordum. Sabrım zorlanıyordu. İki saatlik bu üşümeye nasıl dayandım bilmiyorum. Kurstan çıktıktan sonra yağmurun elbiselerine kuşanmıştım yine.

En yakın camiye girdim. Küçük ve sade bir camiiydi. Hanımlar bölüme geçip ıslak çoraplarımı hemen çıkartıp çantamdaki yedek çoraplarımı giydim. İnanılmaz bir andı. Sıcaklığa temas eden derimin rahatlaması dilimden bir oh çıkmasına sebep olmuştu. Halının derinden yüzeye çıkan harareti de ayaklarıma iki kat sevinç vermişti. Gerçi dışarıda hâlâ yağmur yağıyordu. Eve giden kadar bir tramvay bir de metro değiştirip sonra kısa olmayan bir yolu aşındıracaktım. En az bir saatlik yolum vardı.

Camiden çıktıktan sonra soğuk ve yağmur yine bulmuştu beni. Ama bir şey vardı ki bütün bu olumsuzlukların yanında suya muhtaç yeryüzüne melekler inmişti. Onları göremiyor ama her yağmur damlasında var olduklarını bilmek, üzerimizde gezip dolaştıklarını bile düşünmek güzel. Hayat kadar eski olan yağmur kim bilir hangi canlıya şükür ettirdi. Aynı yolları yürüyüp tramvay durağına geldim. O sıcaklığın ayaklarımdan gitmiş olmasına üzülmek yerine hemen eve kavuşmayı sobanın önünde oturmayı hayal ediyordum. Her geçen saniye bu hayal ruhuma doluyor, hapishanede çıkmak isteyen bir mahkumun özgürlüğe firar etmesi gibi etrafımı kaplıyordu.

Tramvaydan top kapıda indim. Merdivenlerden yukarıya çıkıp metro durağına koştum. İlk durak olduğu için boş bir metro beklemekteydi. Hemen binip koltuklardan birine geçtim. Kapısı açık duruyordu. Tam karşımdaki adam iki elini ayaklarının arasına koymuş, tir tir titriyordu. Yan koltuktaki genç kız da aynı pozisyonda soğukla mücadele ediyordu. Başı öne eğilmiş, kaşkolü gözüne kadar çekmiş , ellerini göbek hizasında birbirlerine geçirilmişti. Ne zaman kapılar kapandı, metro hareket etti herkes rahatladı. İçeriye kadar giren serin rüzgar artık metronun dışına vuruyor, her durakta kapı açıldığında yeniden içeriye giriyordu. Kasım ayının bu ilk günleri artık soğukların geldiğinin işaretini veriyordu. Bugün herkes hazırlıksız yakalanmış, hareket edemeyen cansız varlıklar gibi teslim olmuştu yağmura. Birkaç gün önceki güneş, karabulutların gelmesiyle kapı dışına bırakılmış, aynı yeryüzünü paylaşmış olmalarına rağmen ışığını yollayamamıştı bizlere.

Sonunda eve gelmiştim. Akşamın olmasına yarım saat vardı. Hemen sobanın önüne geçip ayaklarımı ısıtmaya başladım.

Diğer Yazıları