Menu
UYKUSUZ BİR GECE
Öykü • UYKUSUZ BİR GECE

UYKUSUZ BİR GECE

Uzun bir gün bitmişti. Başını uyumak için yastığa koyduğunda vücudunda bir rahatlama hissetti.  Uyku gözünde bir hasret gibi yanıyor, göz kapakları acele ediyordu kapanmak için. Karanlıkla baş başa kalmıştı.  Yalnız pencereden bir yolunu bulup perdenin aralığından sızan dolunayın yarım yamalak ışığı  biraz aydınlık veriyordu odaya. Gözlerini kapattı. Derinlere yol almaya başlamıştı ki gün içinde yaşadıklarını hatırladı.  Uyku uyku diye söylenmeye başladı. Ama hatırlama uykunun yanında gücünü son haddine kadar zorluyordu. Def ediyor, yine geliyordu. Kovmak bir işe yaramayınca mecburen teslim oldu.

Durakta otobüs bekliyordu. Başına sağa çevirip otobüsün gelip gelmediğine bakıyordu. O  sırada bir cenaze arabası göründü. Yaklaşıyordu. Tam durağın karşısına gelmişti ki durdu. Şoför indi ve tekerliğe baktı.  Arabayı biraz daha kenara çekerek patlak lastiği yerinden çıkartıp yenisini takmaya başladı. Genç adam otobüs gelmediği için ara ara karşıya bakıyordu. En çok arabadaki cenazeye. Ufuklarından binlerce kar yağdı. Dondurdu onu. Ruhu çekilmiş gibi buz kesildi. Dünyayla bütün ilişkisi kesilmiş bir insan o tabutun içinde yatıyordu. Erkek ya da kadın. Şuan kendisinin aldığı nefesi o tüketmiş. Düşünme yeteneğini tamamen kaybetmiş.

Hayat onlarca  telaşın içinde başka yerde değil de tam durakta beklerken ölümü ona hatırlatmıştı. En son ağabeyin vefatıyla ölüm onu bitap düşürmüş,  varlığıyla uzun süre hemhal etmişti. Tükeneceğini zannetmişti o günlerde. Sonra zamanla alışmış, ölümde çekiciliyle baş başa kalmıştı.O kadarki cazibesini yitirmişti onun nazarında. Şimdi ise çekiciliğini değil bir mezar taşındaki yazılara, toprakta çürüyecek bedene yaklaştırmıştı.  Bu yakınlaşma öyle uzun boylu değil, kısa ve geçiciydi. Hatta moral bozucuydu. Nedense otobüsünde gecikeceği  tutmuş, kendisini yeşil örtülere bürünmüş bu cenazeye mecbur etmişti. Otobüs beklemeseydi çoktan hem  tabutu hem de aklından geçenleri  ona ulaşamayacak bir kıyıda bırakır kaçardı.

Şimdi uykuya hazırlanırken hatırlamıştı. Döndü durdu cenaze arabasının önünde. Bir daire çizer gibi. O çizgiden çıkmayı diledi. Fazlalık hissi veriyordu çünkü. Ama elinden bir şey gelmiyordu. Akil bir tazip aleti gibi baskı yapıyor, eştikçe eşiyordu daha derinleri. Tanımadığı bir insan nasıl onu meşgul edebilirdi ki ediyordu işte. Ya da ölüm. Kaçıncı kez  yanından geçip gitmişti bugün.  Şekli şemali bir olan, gayrisi düşünülmeyen bir gerçek aklını zorlamadan uzun siyah saçlara bıraktı kendini.

Beline  dalga dalga yayılışı, önüne dökülen saçlarının bir kısmını elleriyle arkaya atması ne hoş gelmişti ona. Ya kakülü nasıldır? Bir tek onu ve saçların sahibinin yüzünü göremiyordu. Saçları gibi güzel miydi yüzü?  Görme isteği canlanmıştı içinde. Merakın yakuttan taşı olsa gerek. Güçlü elleriyle çekip duruyor. Şimdi bu uykusuzluk anında bile var olan merakı yine bulmuştu onu.

Cenaze arabası çekip giderken otobüste görünmüştü. Üç durak sonra saçları uzun  bir bayan binmişti otobüse. O sırada pencereden dışarıyı seyreden gözünde tabut vardı. Tahtalarıyla değişik  görüntüler peyda oluyor, bazen tahtalar kırılıyor naaş görünüyor bazen de daha sağlam çivilerle çakılıyordu ceset çıkmasın diye. Bir anda hayalin dehşetinden ürktü. Sınırları zorlayan, takatten düşüren bir hülyaydı.  Kaçmak için başka düşünceler ararken o bayanı gördü. Onu fark ettiğinde çoktan öndeki koltuğa oturmuştu. Ona isabet eden saçlar  az önceki ölüm kokan hayaline can vermişti. O anda ölüm kollarını belki de yanındaki koltukta oturan adama dolamıştı. O ise elindeki kitaptan başını kaldırmıyordu. Bir an sayfanın ikinci paragrafında ölüm ile başlayan cümle nazarına çarptı. Evet, ölüm bu adamda geziniyordu. Cümleyi okumayı bitirmeden uzun saçların düşlerine daldı.

Genç bayan otobüsten önden indiğinden yüzünü görememişti. Sanki çirkinliğini göstermemek için saçlarını uzatmış,  örtü yerine kullanmıştı. Görememişti ya o yüzü onlarca kaş göz şekli kuruyordu aklından. Kimi gözlere ela rengi verirken kimine mavi rengi yakıştırıyordu. Kaşlar  yay gibi ince ya da kalın siyah. Esmer bir yüz, güneşten kararmış beyaz bir ten. Ah dedi. Hatırlanmaya hatırlanmaya unutulmuş bir yüzü düşünüyor gibiydi. Hatırlamak için en küçük ip uçları değerlendirilir  ve  sonra o yüz hatırlanırdı. Hiç görmediği bir yüzü hangi ip ucu hayaline en güzel yüzü getirebilirdi.

İş yerine gelene kadar  saçlar onu meşgul etmişti bir hayli.  Masasının başına geçer geçmez telefon çalmıştı.  Alo dediğinde tanıdık bir sesi duymanın asil rahatlamasını hissetmedi.  Aksine ağır ve boğucuydu.  Yengesiydi. Selam, kelam ne kadar ağır gelmişti. Hele nasılsın demek bir dil sürçmesi gibiydi. İyiyim dese normal karşılayacak, kötüyüm dese hiç oralı olmayacaktı. Bu kadın sadece yenge olmaktan öteye hiç gidememişti. Kendisinden yaşça büyük olan, ağabeyiyle evlendiğinde nasıl hayatına girdiğini bile hatırlayamadı bir kadındı. Ona ait aklında hep sabit olarak kalan  sert mizacı,  normal konuşması bile ses tellerini ağrıtacak kadar yüksek olan, öyle ki tartışmaya girmeye hazırlanan bir muhalifin çığırtkanlığına benzerdi. Yumuşak ve latif olmaktan ne kadar uzaktı.  Despot yapısıyla pekte sevilmezdi.

Yıllar onları başka şehirlere sürüklemiş, ama telefon denen bir icattan dolayı yüzünü göremese de  konuşmasını katlanmak zorunda kalıyordu her zaman. Yine sitemlerle başlamıştı konuşmasına. Hiç aramadığını, ağabeyi rahmetli olduğundan beri sormadığını yinelemişti.  İşlerin çokluğunu bahane etmek zorunda kalmıştı yine.

Tam uykuya doymak isterken en son yengesi sebepsiz gelmişti aklına. Nedense uyumak için başını yastığa koyduğunda gün içindeki her şeyi hatırlamak zorundaymış. Hadi uyku gel demeye başladı. Uykusuzluk düz bir yolda gitmiyordu. Ne çok sağdan soldan gelenler vardı.

Hava biraz sıcaktı. Sola döndü. Ayağını karnına çekti. Elinin başının altına koydu. Bir müddet bu pozisyonda durdu. Ama uyku yine yetişmediği için bu sefer sağına döndü.  Gece  sessizliğe bürünmemişti. Bazı evlerden televizyon ve konuşma sesleri duyuluyor, arabaların geçişleri bitmiyordu. Biraz zaman geçmişti ki sessizlik kendini hissettirmeye başlamıştı. Muhtemelen saat  on ikiye  geliyordu.

Bir kedi bağırdı. Uzun uzun  miyav deyişi bir türlü dalamayan aklına giriverdi. Bir de aklında uzun uzun miyavladı. İki etti. Üçüncüsü de geliyordu ki ona bastıran köpek ulumasını duydu. Kediye göre biraz daha kaba ve sertti.  Sert olmasına rağmen dişisine serenat yapmaktan çekinmeyen bir erkek edası vardı. “Ah! kedi ve köpek bir siz eksiktiniz” dedi. Bunlar da yetmedi karşı evden kavga sesleri gelmeye başladı. Sanki herkes onu bu gece uyutmamak için ittifak etmişti.

Başını yastıktan kaldırdı. Yatakta oturdu. Odadaki eşyalar gözünde büyümeye, değişik şekil ve biçimlere giriyordu. Uykusuzluk başına vurmuştu. Bütün hatırlamalar bitmişti ama uyku yine gelmiyor, adeta naz ediyordu. Bu naz  çok uzamıştı. Daha fazla dayanamadı. Yataktan kalktı. Işığı yaktı. Peki ne yapacaktı?

Diğer Yazıları