Menu
PORTAKAL KOKAN ŞEHİR
Öykü • PORTAKAL KOKAN ŞEHİR

PORTAKAL KOKAN ŞEHİR

Tren, müthiş gürültüsüyle yirmi yıldır görmediği  memleketine doğru yol alıyordu. Leyla, camdan bir sinema şölenini andıran manzaralara bakıyordu.  Gözüne çarpan her varlık heyecan veriyor,  onların hallerinde kendi alemine yansıyan bir şeyler buluyordu. Ona göre dağların vakarında,  ağaçların duruşunda,  kuşların uçuşundabir iç huzura ermiş olmanın verdiği candan bir neşe vardı.

Toros dağlarının ihtişamı göz görebildiği kadar genişliyordu. Eteklerindeki  küçük bir ot parçası bile bu ihtişamdan payına düşeni alıyor, nazarlardan kaçmıyordu. Dağların zirvesinde gezinen bulutlar ise yarı kaçık bir deliye benziyor, cismiyle dağların yanında ufacık olmalarına rağmen onun cesametinden incinmiyor, arkadaşlık ediyorlar. Büyük, küçükle arkadaşlık edebiliyormuş.

Tren tünelden geçerken karanlık her yeri istila etti. İnce bir çizik atıldı korku adına yüzlere. Gözler boşluğa bakarken koskoca bir dağın altında bulunmak hissiyatı delip geçti karanlığı. Orada  dehşeti buldu, ürktü. Ne zaman tünelin sonunda ışık göründü, bütün yolcuların derinden oh çektikleri sessizce duyuldu.

Bakışlarında tatlı bir tebessümü saklayan memleketinin sıcağı vurmaya başladı. Sanki bu şehir diğer şehirlerden  farklı bir libas  giymişti. Onun libasında yelpazeye ihtiyaç duyulurken  diğer şehirlerde  hırkaya ihtiyaç duyuluyordu.  Nar  gibi yüzleri kızartan güneşin ışıkları Çukurova’da daha bir keskin yayılıyor,  aylarca devam ediyordu. Başka şehirlerde sobalar evlerin baş köşesine  kurulurken burada  henüz  kurulmuyor,  kurulsa da salondaki saltanatı uzun sürmüyordu.

Aslında Leyla’nın  yolculuğu Konya’da bitecekti.  Nerden aklına geldi,  hangi sebep ilham etti bilmiyordu. Aniden, bir gün de olsa Adana’yı görmek istemişti.

Tren, Adana garına geldiğinde heyecanı artmıştı.  Ne de olsa yirmi yıldır memleketini görmüyordu.  Gardan çıkarken bedeninin yandığını hissetti. Yirmi yıl önce haşir neşir olduğu sıcaklar şimdi onu terletmiş,  Konya’nın soğuğuna alışan bedenini alev alev yakmıştı.  İnsanın  yaylalara kaçası geliyordu bu sıcaklardan. Bir zamanlar ailece az kaçmamışlardı yaylara.

Muhteşem bir aydınlık şehrin üzerinde geziniyordu. Her günü böyle olan, grileşmiş bir gökyüzüne  asık suratla bakan bir yerdir Çukurova. İnsanları da bulutlu havaları pek sevmez. Her sabah uyandıklarında güneşi görmeyi bir ikram sayarlar.

İlk önce Ulu Camii’ye gitmek istiyordu. O istikamete giden bir otobüse bindi. Her  iki yoldan  uzanan  narenciye ağaçlarının enfes görüntüsüyle mest oldu. Bu şehir bir zamanlar portakal kokusuyla adını duyurmuş. Şehre ilk kez gelen biri portakal kokusunu hemen alırmış. Çoğu kökünden sökülüp atılan portakal ağaçları  binalara kurban edildiği için sonraları  o mis  koku duyulmaz olmuş. Ama ne olursa olsun onun  gönlünde Adana hep portakal kokan şehirdir.

Çok değişmiş bu şehir diye düşündü.  Otobüsle üstünden geçtiği Atilla Altıkat Köprüsü yirmi yıl önce yoktu.  Binalar, iş yerleri yabancı geliyordu.

Beş Ocak Meydanı’na yaklaşıyordu otobüs. Çarşının kalabalığı dikkatini çekti.  Son yirmi yılda bir hayli nüfusu artmış  memleketinin.  İnsanların birbirlerine çarpa çarpa yürümek zorunda kaldığı bu kalabalıkta  Mestan Hamam’ı uzaktan gördü. Çok eski bir yapı. Önünden trafik akıp giderken o tarihi görüntüsüyle muazzam bir dekorun tam ortasında. Kubbeli damıyla farklı bir desen çiziyor, bir antikacının elinden  çıkmış gibi şaha kalkıyordu.

"Bir muazzam eserdir ki misli yok, naziri yok.

Zahiren saat çalar, manen hükümet seslenir.

Ol Abidine eyler dua; Çünkü, andan ruz-u şeb vakt-i ibadet seslenir".

Büyük Saat’in uzun kulesi göründüğünde  Fani Efendi’nin şiirini hatırladı.  Büyük Saat’ten sonraki durakta indi. Karşıya geçti.Büyük Saat’in özlemiş olmanın verdiği huşu ile  önce gövdesine  sonra  başını kaldırıp kulenin saatine baktı.  Büyüktü, gösterişliydi, alımlıydı. Apoletleri omzundan düşmeyen yüksek rütbeli bir askere benziyordu. Yukarıdan bölgeyi temaşa ediyor,  gözetliyor,  koruyor gibiydi. Akrebi yelkovanın peşinetakarken vakarını arz-ı endam etmeyi de ihmal etmiyordu.  Leyla,  kendisindeki dağa taşa sığmaz dedikleri gururunu ondan  gördü.  Sanki  onun  gibi yalnız olduğunu biliyor, “Üzülme, büyükler hep yalnız kalır”, dercesine  kulağına fısıldıyordu. Yanındaki ağaç efendi efendi duruyor, eski dükkânlara düşen kulenin gölgesinde serinliyordu. Yine büyükle küçüğün arkadaşlığına şahit olmuştu.

Büyük Saat’e ayırdığı zaman yeterdi. Kol saatine bakarken mahcup oldu.  Unuttu  karşısındaki  devasa büyüklükteki saati.  Diönüp utangaç bir edayla son kez  baktıktan sonra Ulu Camii’ye doğru yürümeye başladı.  Geniş bir alana kurulmuş Ramazanoğlu Konağı, Türbe, Kümbet, Medrese ve Camii. Yıldız gibi parlayan geçmişin incileri dökülüyordu etrafa. O incilerden nasiplenmek niyetiyle yürümeye devam etti.

Kulağına uzaktan ney sesi geliyordu. Medresenin kapısında bu sese dikkat kesildi. Bu ses karşısında hücrelerine kadar işleyen bir  istiğrak hali peyda oluyor, adeta kendinden geçiyordu. Avluya girdi. Tam karşısında bir Şadırvan vardı: Ağaçların ortasında, yeşilliğin çemberinde yalnız duruyor,  huzura çıkmadan önce temizlenmek niyetinde olanların yüzüne, ellerine, ayaklarına suyunu bahşediyordu.

Avlunun duvarında ve damdaki kiremitlerde dolaşan güvercinler,  kanat çırpınışlarıyla manevi bir dalgalanma meydana getiriyorlardı. Bir süre güvercinleri seyre daldı.

Avluda ona yakın kapı bulunuyordu. Kapıların küçük oluşu odalarında küçük olduğunu gösteriyordu.  Müritlerin zamanlarını ibadete, ilim öğrenmeye  ayırdıkları bu hücrelerde  şimdi ney dersi veriliyordu. Önlerine kurulmuş iskemle ve masa bir kahve yerini hatırlatıyor ama burada kâğıt oynanmıyor yerine kültür sohbetleri yapılıyordu.  İskemlenin birini çekip oturdu. Geniş avlunun ortasındaki bahçede envai çeşit bitkiler  kaside yüklü beyitler okuyor gibiydiler.

Leyla, aynı anda hem ney dinletisinin hem de güvercinlerin kanat çırpınışlarının çıkardığı sesin eşliğinde sıcacık  çayını  yudumluyordu. Bu iki ses birbirine çarpıyor, orada bulunan diğer insanların kulağından girip en son Leyla’nın kalbinde duruyordu. Çünkü  onun kadar bu manevi sesleri dikkatle dinleyen kimse yoktu.

Tam karşıda geniş pencereli bir oda vardı.  Leyla, odaya girdiğinde tamamen başka bir ufka bakar olmuştu. Zihnine takılan sorunlar kendiliğinden yok olmuş, hayatın meşgalesi bir süreliğine kolaylaşmış, tasa, geçim derdi yutulacak kadar parçalara bölünmüştü. O kadar ki ruh bedenden çıkmış yıldızlarda geziyor gibiydi.  Leyla, odada Mesnevi derslerini dinlerken oturmuş dünya düzeninde sıyrıldığını, ahrete kapı araladığını hissetti.

Bir süre Mesnevi dersleri dinledikten sonra camiye girdi.  Bayanlar  bölümünde yere kadar uzanan pencereler vardı.  Bu pencereler  eski  bir mezarlığa açılıyordu. Dervişler burada halvete dururken karanlığın çıldırtan sessizliğinde mezar taşlarına bakarak uykuya dalmışlardır. İpi çekilen gecenin son demleri aydınlığa dönüşürken yavaş yavaş açılan gözler  yine mezarları görmüştür.

Leyla, pencereye adımını attı.  Tahtadan iki kanatlı kapıyı  üzerine çekti. Dizlerini kırıp oturdu.  Kabir gibi daracık yerde nefsiyle  baş başa kalırken  pencereden baktığı mezarlar lisan-ı halleriyle ona “sen  fanisin” diye haykırdılar. “Her gün, binlerce insanı mezaristana boşaltan ölüm senden ırak kalacak değil ya!.” dediklerini duyar gibi oldu. Mezar taşlarının yekunu karalar bağlayacak kadar onu etkiledi.

Son durağı Taş Köprü ve yirmi yıl önce gördüğünde inşaat halinde olan  Sabancı Merkez Camii. Yola koyuldu. Taş Köprü’nün tam önüne geldi. Devlet Hastanesi’ne gitmek için bu yolu kullanırdı. Trafiğe kapanmış.  Karşıda Merkez Camii ona bakıyordu. Ona doğru yürürken daha önceleri Lunapark olan dinlenme parkından geçti.  Çocukluğunun güzel anılarıyla doludur yıkılan Lunapark. Bayramlarda ailece  gelirlerdi buraya.

Caminin avlusuna geldiğinde adeta büyülendi. Hayatında hiç bu kadar büyük bir cami görmemişti.  Övgüsünü çok duymuştu. Ve merakta ediyordu.  Büyüklüğü başını döndürdü.  Binlerce insanın sığabileceği kadar geniş  bir ibadet yeri.

Dışarı çıkıp Şadırvanın önündeki bankta bir süre oturdu. Birde camiyi dış cepheden  seyretti. Gözüne değen her noktasını bir Seyyah gözüyle  yazmayı çok isterdi.  Seyhan Nehri’nin kenarına kurulmuş bu muhteşem abideyi gezmeyi bütün seyyahlar mutlaka isterler diye düşündü.

Başta Merkez Camii olmak üzere yeni yapılar şehre inanılmaz bir zenginlik katmıştı. Arada eskiler yapılar da bayram çocukları gibi cicili bicili giyinmişler, kendilerini  gösteriyorlar, unutturmuyorlardı. Bu portakal  kokan şehre bir daha ne zaman gelecekti? Bilmiyordu. Ama Ulu Camii’nin medresesinde  dinlediği  ney sesini hep arayacağını, Çukurova’ya  gelmek iştiyakını hep  duyacağını biliyordu.

Diğer Yazıları