Menu
SAÇLARINI PİRELER YEDİ
Öykü • SAÇLARINI PİRELER YEDİ

SAÇLARINI PİRELER YEDİ

Dışarıdan bir esinti yayıldı  odaya.  Ürperdi.  Kızının yüzünde güneş yakması bir kırmızılık  dolaşıyor.  Alnını öptü. Orada bir sıcaklık dudaklarına yapıştı.  Ezdi,  canını yaktı. Eli, kızının alnında, gözleri yüzünde,  kalbi kalbinin üstünde dolaşıyor.  Sevgi bir fedakarlıkla ölçülmeli diye düşünüyor. Ölçülmeli…bir şeyler yapmalı.

O bir anne. Kızının nazarında bir melek. Öyleyse bu melek bir şeyler yapmalı kızı için.  Hem de bugün yapmalı.  İlacın etkisiyle uzun süre uyanmaz. Eve tekrar geldiğinde tıpkı onun gibi olduğunu görmeli.

Hazırlanıp evden çıktı. Dış kapının önünde birkaç dakika durdu.  Az önce odaya giren rüzgar seyran etmekte. Uğradığı her yere serinlik bırakmakta. Hazır günün ameleleri kuşlarda uçuşuyor, yavrularına rızık yetiştirme telaşından bir ağaçtan başka bir ağaca konuyorlardı. Onların da henüz hayat hakkında hiçbir şey bilmeyen yavruları vardır. O yavrucaklar annelerini yuvalarında bekliyorlardır. Başını yukarıya kaldırıp evinin penceresine baktı. Uykuda onu bekleyen kızının  yüzünü görüyormuş gibi öpücükler kondurdu yanaklarına.

Şuan hiç kimse onun gibi değildi. Bir ileriye bir geriye giden düşüncelerin kıskacında,  gözlerinin önünden geçip gitmekte olan insanların yeniden bu yoldan geri döndüğünde  ona nasıl bakacaklarını tasavvur etti. O kadar insanın içinde sadece ona bakacaklar. Tanıdıklar yeniden dönüp o  olup olmadığı anlamak için ikinci  kez başını çevirecekler. “Gerçekten bu sen misin Ayşe?” diyecekler.  “Nerden icap etti böyle” diye şaşkınlıklarını gizlemeyecekler. Eşi akşam eve geldiğinde karısını değişmiş  görünce ne yapacak?  Taktir mi edecek. Kınayacak mı? “Yok!.. yok!…” taktir edecek dedi. Yapması gerekenin bu olduğunu o da biliyordur.

Bir kuaför dükkanına girdi; hemen koltuklardan birine geçti. Ondan önceki bayan saçlarını hangi renge boyatacağını görevliye anlatmaya çalışıyordu. O sırada aynada kendini gördü. Omuzlarına dökülen saçları ne güzel geldi ona. Uçlarına dokundu. Saçlarını parmağında dolamaya başladı.  O sırada gözlerinin derinliklerinde yaşadığı üç ay toplandı, dağıldı, birleşti. Bir anı başka bir ana sığamadı. Taştı. Yanaklarına yağdı. Ne tuzlu  bir şey bu gözyaşı.

O sabah hastane odasında beklerken bundan sonraki günlerinin eskisi gibi olmayacağını anlamıştı. Oda dapdar, kapkaranlık gelmişti.  Doktor acı haberi verdiğinde  ne yere  ne de göğe sığabildi.  Yüreğinde bir kasılma, ellerinde titreme, yanaklarında ateş belirdi.  Sıkıntılı bekleyişi  gözyaşıyla sonlanmıştı. Kızı  lösemiydi. Henüz dört yaşında, hiçbir şeyi anlayamayacak kadar küçük kızı.

Eşiyle karşılıklı koltuklarda oturuyorlardı. Eşi bir saniye bile olsun başını yerden kaldırmıyordu. Onun içinden geçenleri anlayabiliyor, duyuyor, hissediyor ama cevap veremiyordu. İkisinin dili tutulmuş, sessizliğe kapılıp gitmişlerdi. Ayşe  ise koltuğun üzerinde ayaklarını karnına çekmiş, başını ellerimin arasına almıştı. Sabit olarak bir noktaya bakıyordu. O  noktada zaafı inliyor, acizliği delilik nöbetlerine koşuyordu. Suskunluğu binlerce parçaya bölünüyor, her parçasında kızının yüzünü görüyordu. Altın gibi sarı saçları, yeşil gözleri öyle parlıyordu ki,  hayatlı olduğunu gösteriyordu.

Hiç ummadığı  bir hastalıkla yüz yüze gelmişti. Sanki komşusun kızı, akrabasının çocuğu, Bakkal Amca’nın evladı hasta olurda  Ayşe’nin  kızı hasta olmazdı. Hep başkaları böyle şeyleri yaşardı da  o yaşamazdı. Bu hastalık baş ucuna kadar gelmiş, konaklamış, benliğine eşyalarını yerleştirmişti. Kovamadığı bu misafir şimdiden  fazlalığını, sıkıntısını, gerginliğini bırakmıştı.

Eşi başını kaldırıp kana bulanmış gözleriyle ona baktı. O andan her şey yabancı, bigane ve dayanılmaz  geldi.  Dayanak bir nokta, bir  güç aradılar. Onun bakışlarında bir medet bekledi.O  medeti görmüş gibi yerinden kalkıp yanına geldi. Ondan önce davranıp boynuna sıkıca sarıldı. Eşine daha önce hiç böyle sarılmamıştı. Hıncı, zayıflığı, hüznü  vardı kollarında.

Gözlerini kapatıp açtı. Yanakları, denizin dalgalarından ıslanmış kayalar gibiydi. Eşinin omuzları da ıslanmıştı gözyaşlarından. Bu sabaha kadar  hep aynı nakaratta giden hayatı,  notalardan birinin işlevini yerine getirmemesiyle ters düz olmuştu.  Tepkisi bu ters düzün yanında bir sinek vızıltısı kadar  çıkıyordu. Gücü  ummanları delerdi ama hastalık ummanlardan daha büyük geldi. Yük ağır omuz gevşekti. Güç!… güç’… diye bağırmak istedi. Sıkıca sarıldığı eşinin çaresizliğini de hissedince  önce kıyametler koptu içinde sonra dağ, taş, sema devrildi. Yaşamınbir anda efsane gibi, bir Kaf Dağı kadar uzak görünmesini istedi. Vazodaki yapma çiçekler kadar cansız olmayı diledi. Hiçliğin acımasızlığına  razı olmak bile geçti içinden.

İkisini sarılmış ağlar gören kızları şaşırarak yanlarına koştu.  Gözlerinde anlayamadı bir boşluk Ayşe’yi  içine almış, yüzündeki şaşkınlığını giderecek sözlerini çekip almış gibiydi. Zoraki  dilinden çıkan birkaç sözcük kızına kulağından girmiş,  merakını biraz ortadan kaldırmıştı. Yine de sormaya devam etti.

-Niye ağlıyordunuz?

Yıllar önce vefat etmiş  kardeşinden bahsetmiştim kızına. Kardeşini hatırladığını, onu hatırlarken  üzüldüğünü söyledi. Hiçbir şey anlamamış bir yüz ifadesiyle baktı annesine küçük kız.  Çoktan ölmüş kız kardeşine  niye şimdi ağlıyorsun der gibi. Belki de ona öyle gelmişti. Konuyu değiştirip,  odasına gönderdi kızını.

O gecesi diğer gecelerden ayrılmış, donuk, cansız, neşesiz  bir hale bürünmüştü. Evin neşesizliği, donukluğu Ayşe’yi  boğdu.  Tavanda  bin  bir çeşit şekiller halka halka gidip geldi. Yuvarlandı, yuvarlandı sonra yer yapıştı bedeni. Göz kapakları kilitlendi kirpiklerinin üzerine. Elleri betona dokundu. İçinde baygınlık gezerken, kuvvetli bir elin tutuşunu hissetti. “Hadi aç gözlerini, hadi aç gözlerini” hangi gözleri?  Kızının gözlerini mi yoksa kendi gözlerini mi?

Sabaha doğru geçirdiği baygınlık eşini korkutmuş, Ayşe’yi kendine getirtene kadar bir hayli uğraşmıştı. Ayşe ise sesini duymasına, yüzüne hafif tokatlar vurmasına rağmen  ayılmamakta inat etmişti. Baygınlığı  içindeki dünyanın sığınağına merhaba dedirtmişti çünkü. İçinin sığınağı. O sığınak onun  kaçışı,  kendi ruhuna dokunuşu olmuştu.  Bu sığınağı sevmişti.

“Bayan sıra siz de” dedi kuaför. İki kez seslenmesine rağmen  Ayşe duymadı. Üçüncü kez seslenildiğinde aynadan yüzünü çevirdi. Birkaç kişi ona  bakıyor, görevlide ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Anlamasına daha fazla izin vermeden hemen  koltuğa geçti.

“Saçlarına ne modeli verelim” dedi kibarlıktan çatlayacak  sesiyle.

Model mi? saçlarını kısaltmayı, rengini değiştirmeyi, hele gölge yapmayı asla düşünmüyordu. Hayatı boyunca hiç yapmadığım bir şeyi yapacaktı.

“Saçlarımı sıfıra vurun” dediğinde herkes dönüp ona  baktı.  Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Ayşe onlara bakmadı. Baksa  şaşkınlıkları içinde ezilip kalırdı. Görevli birkaç dakika bekledi.

“Ne bekliyorsunuz” dedi Ayşe.

“Emin misiniz? Çok güzel saçlarınız var”

Eminim.

Kızının saçları daha güzeldi. Kızının  saçları yokken onun  saçları  nasıl olabilirdi.  En çok anlına düşen kakülünü severdi. İlk oradan başladı kazıtmaya. Makinenin sesi başka bir sessizliğe kayıp gitti.

Doktor kemoterapiye başladı. Bunun ne anlama geldiğini biliyordu. İlaç kullanmaya başladıktan sonra doktor kızının uzun saçlarını kısa kestirmesini söyledi. En azında döküldüğünde tutamlar halinde değil ufak parçalar halinde dökülecekti.  O gün kızına saçlarını kestireceğini söylediğinde karşı çıktı, ağladı, hırçınlaştı kızı. “Saçlarımı çok seviyorum anne. Ne olur kesmeyin” dedi. Çaresizliği iliklerime kadar hissetti Ayşe. Kendini nasıl koltuğa bıraktığını  bilmiyordu. Dünyanın hızlı dönüşü gibi başı döndü. Sığınağına kaçmak istedi.  Zorladı kendini. Kaçamadı.

Birkaç gün sonra o deli anı, o kaçılmaz saniyeleri, o hüzün dakikalarını yaşadılar. Kızı elini başına götürünce bir tutam saç ellerinde kaldı. Uzun sarı saçlarını uzun süre tuttu. Kızı donmuştu. Yüzü “ne oldu saçlarıma” der gibiydi. Ama dili tek kelime etmedi. Sustu. Suskunluğunda Ayşe kaldı.  Bağırdı, çağırdı, yıkıldı. Konuşkan kızı lal kesilmişti.  Annesinin konuşmasına  bile izin vermeden odasına koştu. Dört yıl koştu arkasından. Doğduğu gün, doğum günleri, yaramazlıkları, gülüşü,  sarı saçları koştu. Yerde bir tutam  saçlarını bırakarak.

Anneyle kızı bir tutam saç ayırdı.  Bu ayrılık bir saat sürdü. Koca bir saatte umudu ve  isyanı çarpışıyordu. Hangisi gerçekte  onundu. İsyanı canını acıtıyor, umudu gül kokusuyla sabret sabret diye önüne eğiliyordu. Gülünü tutmaya çalıştı, ama kılıç gelip kesti çiçeğini. Bu gelgitleri onu dağdan aşağıya yuvarladı.

Daha fazla dayanamadı. Kızının odasına girdi. Yatağının üzerine oturmuş, hiç konuşmuyordu. Yanına gidip kulağına “kızım” dedi. Dönüp bakmadı kızı. Sanki ona  kızgın ama annesi olduğu için bunu dile getiremiyordu.  Omzunda döküle saçlarını aldı. Ellerindeki teller yüreğindeki diken tellerine dokunuyordu. Ne acımasız bir dokunuştu bu. Dizinin üzerine çöküp geri kalan saçlarını okşamaya başladı. Annesi olmasına  rağmen ellerini tutamıyor, yanaklarını öpemiyor, kucağına alamıyordum. Sevgi  sözcükleri bile tükenmişti. Dünyada sevginin eşsizliğini ifade edecek  başka sözcükler var mı? Eğer başka sevgi sözcüklerinin var olduğunu bilse gider öğrenirdi.  Kızına teselli verecekse…

Bir süre sonra salonda koltuğa çökmüş bir halde beklerken kızı yanına geldi.  Biliyordu ki, artık konuşacak, soru soracak, cevap bekleyecekti. Ona verecek cevabı var mıydı? “Haydi kelimeler koşun bana.  Kızıma ne söyleyeceğim.” Dedi.

“Anne” dedi.

Bir saat konuşmayan yavrusunun  sesi ne çok değişmişti. Başka  bir ses tonu,  adeta duru, dokunaklı, içli. Kızının neşeli sesi gitmişti. Tam dizinin dibine kadar geldi.

“Anne saçlarıma ne oldu?” dedi.

Birkaç dakika durdu. Aklından  onlarca cevap geçti. Birinde karar kıldı. Kızının minik ellerini tuttu. Sesinin titremesine mani olup:

“Saçlarını Pireler yedi” dedi.

Önce  karşılık vermedi. Sonra Pirelerin ne olduğunu sordu. Asalak bir böcek olduğunu ve insanlara sürekli bulaştığını söyledi.

“Neden senin saçlarını yemedi” diye karşılık verince  Ayşe sustu.

Ayşe’nin saçları tamamen kazınmıştı. Başı öne  eğilmişaynaya bakamıyordu. Başını saçsız görse ne hissedecekti? Herkes ona bakıyordu.  Hem meraklı bakışlardan hem de bir türlü kaldıramadığı başından rahatsız olmuştu. İçinde bir ağacın  dalları gibi göğe uzanan ellerden haberleri var mıydı bu bakanların? Bu ellerin onu  nasıl sarmaladığını, bazen şefkatini gösterip bazen de nasılda tokatladığını. Şimdi yine tokatlıyordu. Bu tokat Ayşe’yi  biraz daha kendine getiriyor, yaptığı şeye pişmanlık vermiyordu.

Bütün cesaretini toplayıp başını kaldırdı.  Onunla beraber üç ay, kızının hastalığı, ona bakan insanlarında başı kalktı. Hiçbir şey hissetmiyordu. Sanki anlık çalınmış hisleri yerine tamamen taştan mevcut bir varlık bırakmıştı.  Sonra hisleri geldi ve bütün ruhunu kapladı. Omuzlarına dökülen saçları, anlındaki kakülü yoktu.  Saçlarını ortadan ayırdığı yol geniş bir ova olmuştu. Dokunmayı sevdiği saç tellerinin yerine görünmeyen bir boşluk çıkıvermişti ortaya. “Olsun, ben saçsız halime katlanıveririm. Yeter ki kızımın morali yerinde olsun.” diye geçirdi içinden. Ona bakan gözler görüş alanını değiştirmiş, sehpanın üzerine, duvarlardaki bayan resimlerine, içeriye giren bir kadına çevrilmişti. İşte şimdi her şey normalleşmişti. Anormal durum yoktu artık ortada.

Kuaförden çıkınca  dışarıdaki insanların hiç bir şeyi bilmeyen bakışlarına hedef oldu. “Kızın için yaptın bunu. Onu sevdiğin için.” Eve gelen kadar hep tekrarladı bu sözleri.Bir kişi hariç hiç tanıdık görmedi onu. O da ilk başta  tanıyamadı. İkinci kez dikkatlice baktı. “Kız Ayşe sana ne olmuş böyle” deyince gerçeği anlattı.  Taktir dolu sözleri arkada bırakarak eve girdiğinde salondaki konsolun aynasından kendine yeniden baktı.  Artık aynanın karşısında saatlerce süslenen, saçlarını taramaktan zevk alan bayan değildi. Hemen kızının odasına geçti. Daha yeni uyanmış, tavana bakıyordu.  Annesini görünce başını yastıktan kaldırıp  annesine şaşkın şaşkın;

“anneeee!” dedi.

İlk kez anne deyişin bu kadar uzatmıştı.

“Seninde saçlarını pireler yemiş”

“Evet”

“Niye bu kadar çabuk yemiş”

“Benim pirelerim biraz obur. Hemen bitirdiler saçımı.

Kızı tebessüm etti. Morali biraz yerine gelmiş gibiydi

“Hadi anne aynaya beraber bakalım” dedi

“Olmaz. Saçlarımız yok ki. Bir gün ikimizin saçları olunca doya doya bakarız.

Akşam olmak üzereydi. Eşinin eve gelme saati. Onu böyle  görünce ilk tepkisi ne olacaktı? Saçlarını çok seviyordu. Bazen kestirmek istediğinde izin vermiyordu. Şimdi tamamen kazınmıştı.

Ayşe mutfaktaydı.  Kapının anahtar sesini duydu. Eşi geldi.

“Ben geldim” deyişi mutfakta yankılandı.

Kızı hemen koştu.  Kucağına atladı. Yanlarına gitmeye cesaret edemiyordu. Mutfağın ortasında gidip geldi. Gülüşmeleri kulaklarına kadar geliyordu.

“Hayatım niye yanımıza gelmiyorsun?

Eşinin sesiyle irkildi. Yavaş yavaş adımlarla mutfaktan çıktı.  Ayşe’ye  yabancı bir bakışla karşılaştı. Daha önce eşi ona  hiç böyle bakmamıştı. Dili tutulmuş gibiydi.  Öyle sessiz birbirlerine  bakarken kızları konuştu.

“Baba gördün mü annemin saçlarını  da pireler yedi.

“Evet, kızım yemiş”

“Ama senin saçlarını yememiş baba.”

“Ben işte olduğum için yememişler. Yarın pazar belki benim saçlarımı da yerler. Bu pireler beni de ihmal etmezler. Merak etme.

O anda eşine dönüp içten bir tebessüm yolladı. Hal diliyle saçlarının kazıtmasının iyi olduğunu söyledi.

Ertesi sabah Ayşe biraz geç uyandı. Uyandığında eşi yoktu yanında. Hemen odaları gezip eşini aramaya başladım. Bulamadı. “Sabah sabah nereye gidebilirdi?” Holde düşünürken birden dış kapı açıldı.  Gördüğü manzara hayretten çok öte binlerce anlam taşıyordu. Eşi de saçlarını kazıtmıştı.

Diğer Yazıları