Vaktiyle Manisa’nın bir köyünde, ailesinin nafakasını kazanabilmek için, canını dişine takarak çalışan güzel huylu, mert bir çiftçi yaşardı. Daha sabah ezanıyla uyanır, namazını kılar, güneşin doğuşuyla birlikte gündelik nafakasını çıkarmak için tarlaya giderdi. Zaten varı yoğu da bu tarlaydı.
Sabahtan akşama kadar ailesine helal rızık getirebilmek için burada didinir dururdu. Elde ettiği mahsulü satarak, kıt kanaat geçinir ama ailesini de kimseye muhtaç etmezdi. Çiftçi Hasan ne kimseye haksızlık eder ne de haksızlığa uğramaktan hoşlanırdı. Sakin ve yumuşak huyluydu. Fakir olsa da mertti. Kimseden bir şey kabul etmezdi. Merdan böyle dönerdi. En büyük hürriyetin elinin emeği ile geçinmek olduğunu bilirdi. Bu yüzden Allah’tan başka kimseye muhtaç değildi. Sözün özü o ki Alnı dik, gözü pekti.
Hasan’ın güzelliği dillere destan bir de kızı vardı. Yüzü ve fiziğinin güzelliği yanında huyu da güzeldi. Köyün delikanlılarının pek çoğunun gönlü bu güzel dilberdeydi.
Çiftçi Hasan abasını giyer, haftada bir bahçesinden topladığı sebze ve meyveleri satmak için şehre inerdi. Tarlasından aldığı mahsulünü de şehir pazarında kurulan sergilerden birinde satardı. Akşam olunca da sattığı bu ürünlerin parasıyla, evinin ihtiyaçlarını alıp sonra köye dönerdi.
O zamanlarda Balıkesir’de çok güzel abalar dokunurdu. Hem dokunan bu kumaşın ismine, hem de bu abadan dikilerek, şalvarın üzerine giyilen ceketin adına aba denirdi. Fakir ve orta halli halk bu abaları giyerken, zenginlerse çuha ve şalvar giyerdi.
Yine böyle çarşıya geldiği bir gün güzel kızını da yanında getirdi. Köyden getirdiklerini sattıktan sonra, kızıyla birlikte dükkânları dolaşmaya başlamıştı ki zenginliği ile dillere destan olan Rüstem Ağa’da çarşıda dolaşmaya çıkmasın mı? İşte o gün olan oldu! Rüstem Ağa çiftçi Hasan’ın güzel kızına abayı yakıverdi.
Rüstem Ağa, zenginliğin şımarttığı, görgüsüz biriydi. Her istediğini elde ettiği gibi, çiftçi Hasan’ın güzel kızını da elde edeceğini sandı. Aracılar göndererek kızını verip veremeyeceğini öğrenmek için onun ağzını arattı. Fakat güzel kızın gönlü başka bir delikanlıdaydı. “Ne olur babacığım beni Rüstem Ağa’ya verme” diye babasına yalvardı. Kızının gönlü olmadığını anlayan Hasan, “ biricik kızımı kendi gönlü istemedikçe, kimseye vermem”, dedi.
İşte o günden sonra olan oldu. Rüstem Ağa ne zaman çarşıda çiftçi Hasan ile karşılaşsa, onun ürününü sattığı yere adamlarını gönderir ve canını sıkmak için türlü yollara başvururdu. Yine böyle bir günde Rüstem Ağa’nın adamları Hasan’ın karşısına dikildiler.
-“Burası Rüstem Ağa’nındır. Bunları burada satamazsın!” diyerek işine mani olmaya çalıştılar.
Hasan önce gerçekten Rüstem Ağa’ya ait sanarak sergisini başka yere kurdu. Ancak orada da rahat vermediler. Nereye gitse aynı şey orada da başına geldi. Öyle ki Çiftçi Hasan’ın nerdeyse tepesi atacak hale geldi… Fakat sabretti. Nihayet günlerden bir gün yine çarşıya geldiğinde Rüstem Ağa’nın adamlarını karşısında görünce temkini elden gitti… Zira Rüstem Ağa’nın bunu kasıtlı yaptığını belliydi ve sabrı kalmamıştı.
“— Burası Rüstem Ağa’nın tapulu malı mı? Gitmiyorum! İnsanları durup dururken rahatsız edip de rızkına mani olmasın! ayıptır ya hu! Yeter artık! Nedir bu Rüstem Ağa’dan çektiğim”, dedi. Bu defa Rüstem Ağa’ya pabuç bırakacak değildi.
Çiftçi Hasan’a mani olamayacaklarını anlayan uşaklar, çaresiz Rüstem Ağa’nın yanına gittiler. Durumu Rüstem Ağa’ya anlattılar. Sinirinden küplere binen Rüstem Ağa:
— Nasıl dinlemez ya hu! Bir çiftçi parçası bana, hem de Rüstem Ağa’ya nasıl kafa tutar? Ben size o adamı çarşıdan uzaklaştırmadan gelmeyeceksiniz demedim mi? Onu çarşıya sokmayacaksınız demedim mi?” diyerek küplere bindi.
Derhal çarşının yolunu tuttuğu gibi, öfkeyle çiftçi Hasan’ın sergisinin yanında soluğu aldı. Başladı çiftçi Hasan ile tartışmaya… Olay büyüdükçe büyüdü. Hızını alamayan Rüstem Ağa, en sonunda tekme tokat Hasan’a vurmaya başladı. Bunun üzerine Çiftçi Hasan’da kendini savunmaya çalışınca aralarında gırtlak gırtlağa bir kavga başladı. Etrafta bir kalabalıktır toplandı.
Dükkâncılardan biri kavgayı yatıştırmak için çıraklarını gönderdi. Fakat çıraklar engel olmak şöyle dursun kavgayı izlemeye koyulunca usta çıraklarına kızdı. Zira kavga edenlerin kim olduğunun farkında değildi.
“- Ben sizi durup bakmanız için mi gönderdim? Seyre dalmayın! Vurun, ayırın!” diye bağırdı.
Genç çıraklar şaşkın bir haldeydi. Uzaktan ustalarına seslendiler:
“ Usta hangisine vuralım?”Şaşıran dükkâncı dikkatle bakınca bir de ne görsün! Kavga eden adamlardan biri Rüstem Ağa değil mi?
“Eyvah durup dururken dertsiz başıma dert almak olmaz” diye düşünüp,
—Ulan sorulur mu, “vurun abalıya! Abalıya vurun…” dedi.
Etrafta biriken kalabalık bu haksız müdahale karşısında işi alaya alarak:
—Hey, “vur abalıya, vur abalıya” diye dalga geçmeye başladılar.
Zengin ağa önce kendini desteklediklerini sandı, gururlandıysa da kalabalığın kendisi ile alay etmekte olduğunu anlaması çok sürmedi. İçine düştüğü durumu koskoca bir ağaya yakıştıramayıp, çareyi oradan uzaklaşmakta buldu.
O günden sonra tüm özverinin, yumuşak, huylu, sesiz, fakir ve zayıf kişilere yüklenmesi durumunda ya da onların hırpalanıp hakkının yenmesi durumunda bu deyim kullanılır oldu.
Her ne kadar deyim böyle diyorsa da siz siz olun vurmayın abalıya!
Hoşça bakınız Zatınıza
Kalınız Sağlıcakla Efendim!
1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.
Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir.
Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.
Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)
Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.