Yitik bir coğrafyaya dair yüreğime çöreklenen bir hüznün sesi oldu mızrabımın gönle vuruşları…
Bir hüzünle başladı her şey… Bütünden/vahdetten kopan her parçaya dair gönle konan bir buruklukla... Sonra adı kondu gönle çöreklenenhüznümün; “ Nil’den Tuna’ya YitikCoğrafyamız!..” Sonra yerini aldı Nil’den Tuna’ya dair coğrafyamıza ilişkin hüznü yazanların arasında… Bu naydan süzülenlerse Aralık 2007 de www.edebistan.com sitemizdeki köşemde yerini aldı. Bir deneme olarak başladı önce fakat sonrasında “Nil’den Tuna’ya Yitik Mirasımız 2” ve “Nil’den Tuna’ya Yitik Mirasımız 3” adlıbaşlıklarla devamı geldi hatırlarsanız…
Bazen kullandığımız kelimelerin de bir yazgısı olduğunu birazda ürpererek fark etmemek ne mümkün! Sarf ettiğimiz kelimelere dikkat etmek gerektiğinin; yazgıya dönüşebileceğinin idrak ve heyecanıyla ürperiyorum. Lakin hamdolsun bu güzel bir yazgıydı. Allah daima hayrlara muhatap kılsın her birimizi…
“Nil’den Tuna’ya Yitik Mirasımız yazı dizisinin ilkinde, “ Mevla nasip etse, bir imkan olsa da Kudüs’ten Kahire’ye, Mekke’den Medine’ye kadar Ortadoğu’yu; Vardar boylarında Üsküp’ten Kosova’ya, Elbasan’dan Tiran’a, Selanik’ten Yanya’ya, İstanköy’den Rodos’a, Estergon’dan Budin’e ve Tuna boyunda Rusçuk’tan Silistre’ye , Deliormanların Razgrad’ından Koca Balkanlar’daki Raci Efendi’nin Eski Zagra’sına; Dobruca’nın Köstence’sine , Mecidiye’sine ve Eflak’tan başlayarak Karaboğdan’a, Prut kıyılarına, Dinyester’e , Akerman’a kadar her yere Haluk Dursun hocayla ya da başka bir erbabıyla gidip, şimdilerde akıp giden zamana, tarihe karışan hakikatlere rağmen Osmanlı’nın izlerini sürebilsek. Kendimizi bulsak. Barışsak, tanışsak kendimizle, yitik coğrafyamızla… Sahip çıksak mirasımıza, kültürümüze, kimliğimize… Zira Tarihçi olacaksak hakikaten, öyle bizler gibi sadece kütüphanede, masa başında kitap karıştırmakla, arşiv belgeleri okumayla yetinmek olmaz. Osmanlı ruhunu o coğrafyalarda tanımak için mekânla bütünleşmek gerekiyor. Önce Şam’a gitmek lazım… Zira Şam için “evvel-i fitne, ahir-i fitne” denmiş. Yine Halep’ten Hama’ya, Humus’tan Rakka’ya, Deyrizor’dan Lazkiye’ye kadar arşınlamak lazım Suriye’yi. Cebel-i Aleviyun’da Nusayrileri, Patrikhane Süryanilerini, Cebel-i Dürüz’de Süveyda’da Havran Dürzîlerini, Şam’da Sahiliye Mahallesi’nde yaşayan son Osmanlıları tanımak lazım. Hem sadece Müslüman Osmanlıları değil, Hamidiye Çarşısı’nda İstanbul aşığı, Türk dostu Ermenileri de yerinde görüp incelemek lazım. O zaman Osmanlı’yı anlayabilir ve bir yabancılaşma derdini daha başımızdan savıp, bir yakınlık dilini daha bulabiliriz belki…” demiştim.
Mevla nasip etti ve bu yıl sömestr tatilinde 6 günlük bir Suriye-Ürdün turuna katıldım. Bu vesileyle bu coğrafyayı kitaplardan okumanın dışında görmek de nasip oldu. İşte bu yüzden bu yazımın başlığı artık bir yazı dizisi olarak devam edecek ve inşaAllah gelecekte yayımlanacak olan kitabımın da adını oluşturacak.
Suriye… Ah Suriye…
Bize hem böylesine yakınken niçin bu kadar uzak ve ayrı kaldığımızı düşünüyorum. Oradaki yakınlarımız sesimizi duyuracak kadar yakınımızdayken, yıllardır niçin gidemediğimiz kadar uzağımızda kaldın? Şimdi ben de yüreği sızlayanlarla birlikte hüzün duyuyorum buna. Bizi birleştiren, bir kılan çok şey varken, araya giren suni ne çok şeyin bizi ayırmış ve ayrıştırmış olduğunu bir kez daha idrak ediyorum. Zira öyle ayrışmışız ki gidilecek yerler arasına bile alınmıyor, düşünülmüyor çoğu zaman... Birçok yer varken neden Suriye diyenleri duyar gibi oluyorum. Bazılarını da bizzat yaşıyorum... Yıllardır bize Araplar sizi arkadan vurdu türküsünü dinlettikleri gibi, onlara da bizlerle ilgili benzer türkülerin dinletildiğini düşündükçe birbirimizle ne kadar korkutulduğumuzu düşünüyorum. Ama bizi vuran İngiliz’i, Fransız’ı, Alman’ı Yunan’ı vb. unutuyoruz; dünya barışı adına… Diplomasi adına… Ama unutmuyoruz Arap ve İran ile ilgili düşmanlıkları... Etrafımız Ortodoks çemberi altındayken, bir de komşu ülkelerle mi düşman edilmek isteniyoruz acaba diye sormuyoruz. Ama sözüm ona Amerika İran’a olan düşmanlığına rağmen, kendi işadamları İran’da ticari faaliyetlerini yürütüyor. Sebebi sorulduğunda ise biz işadamıyız. Diğer meseleler devletlerarası deyip, işin içinden çıkabiliyorlar. Bize ise olası bir savaşta Irak’a ve Suriye’ye su ambargoları tavsiyelerini ihmal etmiyor batı dünyası…
Suriye sesimizi duyuracak kadar yakınımızdayken yıllardır niçin gidemediğimiz kadar uzağımızda kaldığını düşünüyorum demiştim. Buradan iktibasla söylemek istediğim benim aklımda dahi ilk yurtdışı ve Ortadoğu seyahatinin Suriye olacağına dair bir niyetin olmayışıdır. Zira ata diyarı Selanik-Doyran ve Selanik - Yenice Vardar dururken, muhacir torunu bir Yörük kızı ilk olarak elbette ki Balkanları görmek, Tuna coğrafyasına gitmek ister… Bu düşüncelerle doluyken, Suriye belki de gidilecek yerler arasında öncelikli görünmemişti gözüme… Ta ki nasibim ayağıma gelinceye kadar…
Diyeceksiniz ki öyleyse niye yazınızda “Osmanlı ruhunu o coğrafyalarda tanımak için mekânla bütünleşmek gerekiyor. Önce Şam’a gitmek lazım… Zira Şam için “evvel-i fitne, ahir-i fitne” denmiş. Yine Halep’ten Hama’ya, Humus’tan Rakka’ya, Deyrizor’dan Lazkiye’ye kadar arşınlamak lazım Suriye’yi” diye yazdınız. Haklısınız ama bu bir düşünce idi. Uygulamaksa nasip ve imkân meselesi. Bunun nasip olacağını düşünmemiştim. Oysa şimdi iki yıl önce söylediğim bir sözün hakikate dönüşmesine şahid oluyorum.
Çok hasta olduğum hatta okula dahi gidemediğim, tabiri caizse yorgan döşek yattığım bir günün gecesi, eşim eve neşeyle geliyor ve Suriye’ye gitmek ister misin? Seni Suriye’ye göndermek istiyorum. Bunun seni çok mutlu edeceğini biliyorum. Oralarla ilgili yazıların var. Yazılarında söz ettiğin bu yerleri görmek istersin diye düşündüm” diyor. Beklemediğim bir teklif karşısında şaşırıyorum… Bu hasta halle, üstelik de bu karda kışta bir yere kımıldayabileceğimi sanmıyorum. Hem bu yıl gönlümde hiçbir yere gitme arzusu yok içimde ” diyorum. Ama her şey olup bitiyor ve daha karar bile verememişken uçak biletim dahi o gece ayırtılıyor. Kız kardeşim, eşi ve sevimli yeğenlerimin de aralarında olduğu on kişilik bir ahbap grubuyla tura İstanbul’dan katılmaya karar veriyoruz. Eşimse yeni bir işe başlaması dolayısıyla bize katılamıyor maalesef…
Aslında bu tur programı Kurban Bayramı’ndaki on günlük tatilde gerçekleşecekti fakat son anda kız kardeşimin eşi acil apandisit ameliyatına alınınca ertelenmişti. Sonra tura 6 kişi daha ilave oldu ve 10 kişilik grubumuzu tamamladık tamamlamasına lakin son ana kadar dilimizde hep inşallah, nasipse ya da apandisitimiz patlamazsa gideceğiz gibi espriler dolandı. Zira bir işe başlarken inşaAllah, nasipse gibi sözcükleri bazen elimizde olmadan unutuyoruz. Lakin planların üzerinde bir plan var ki ona tabi oluyoruz.
31 Ocak’taki programımız gece yarısı saat 4’te evden çıkıp Sabiha Gökçen Hava Limanına hareketle başlayacaktı. Zira Uçağımız sabah 06 da Gaziantep’e hareket edecekti. Nitekim ufak bir rötarla da olsa sağ salim Gaziantep’e indik. Orada güzel bir lokantada kahvaltı sonrası Zeugma Antik şehrini gezmek fikrini söyleyenler olduysa da İki saat gidiş ve iki saat dönüş sürdüğü için turun hareket saatine yetişememek kaygısıyla vazgeçildi. Zira Antep’te Müze dolaşılacak sonra da bazı arkadaşlar Gazi Antep Bakırcılar Çarşısı’na, bazılarıysa, sedefçilerin olduğu yerlere gidecekti. Benimle birlikte birkaç arkadaşsa gece uyumayanlar arasında olduğu ve önümüzde de yine uykusuz bir gece ve gün olduğu için İki günlük uykusuzluğa dayanamayacağını düşünüyor ve Şam’ı daha dingin dolaşmak istiyordu. Nihayet bir kısmımız müze sonrası şehirde dolaşmaya karar verirken, biz de otelin yolunu tutuyoruz. İki üç saat uyuruz diye düşünüyoruz ama ne maceraydı… Uyumak ne mümkün! Ancak 45 dakika dinlenmiştik ki kapımız şiddetle çalınıp zorlandı. Yalnız olmadığı anlaşılan kaba ve gürültülü sesle konuşan bir adam kapımızı zorluyordu.Allah’tan içerden kilitlemişiz kapıyı… Daha uykuya yeni dalmışken bu sesle serseme dönmüş bir şekilde dikkat kesilip ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Sonra resepsiyona telefon ediyoruz. Özür diliyorlar. Yanlışlıkla bitişik oda sakini bizim odayı kendi odası sanıp girmeye çalışmış. Kısa bir süre sonra da ikindi ezanı da okununca kalkıp yemek için dışarıya çıkıp, sonrasında da çarşıda biraz dolaşalım bari diyoruz. Otel maceramız biraz uzuyor…
Eşimin sıkça seyahat deneyimi ve damak zevkine güvenerek Antep’te İmam Çağdaş’ta harika bir yemek yedikten sonra, bakırcılar çarşısında bir süre dolaşıyoruz. Hava kararmak üzereydi. Esnaf’ta dükkânını kapatmaya çalışıyordu. Akşam ezanından sonra adeta hayat duruyor buralarda. Sonra da saat 20’de otobüssün hareket saatine yakın bizi alacakları yere varıyoruz. O gün Antep hava oldukça yağmurlu ve soğuktu.Otobüse bindiğimizde anlıyoruz ki o günün en şanslıları vakti otelde değerlendirenlermiş. Çoğu kimsede kızgın bakışlar ve şikâyet vardı. Zira diğerleri o yağmurda perişan olmuşlar ve epeyce ıslanmışlar. Kalacak bir yer de bulamayınca epeyce üşümüşler, sinirlenmişler. Turun başlangıcındaki bu dağınıklık gezi sürecinde kimi zaman toparlansa da devam etti. Ama zamanla güzel bir ahbaplık da oluştu… Tura kimisi İstanbul’dan kimiyse Ankara’dan katılmıştı. Aramızda benimle birlikte sanırım 15 öğretmen ve yine benle birlikte yanılmıyorsam üç yazar daha vardı… Bankacı, işletmeci, profesyonel fotoğrafçılar ve yeni yerler görmeyi sevenler… Kimi buraya daha önce başlamış olduğu bir fotoğraf koleksiyonunu tamamlamak için gelmiş, kimiyse tatili hoş bir şekilde değerlendirmek için. Kimiyse benim gibi Osmanlı Coğrafya’sını görmek ve o coğrafyayla bütünleşmek için.
Otobüsün hareketinden bir süre sonra kendimizi Suriye gümrük kapısında buluyoruz. Türkiye’den Suriye’ye Kilis Öncüpınar kapısından giriş yapıyoruz. Ah şu sınırlar yok mu? İki kardeş halkı ayıran... Niçin Avrupalı ülkeler aralarında vize uyulamazken biz Müslüman kardeşlerimize vize uyguluyoruz. Bir zamanlar yıllarca beraber yaşadığımız kardeşlerimize şimdi vize ile gidiyoruz.
Bu arada Turhande Turizmin tur görevlileri hepimize gezi programını dağıtıyorlar. Merakla derhal incelemeye koyuluyorum. Gümrük işlemlerinden sonra belirlenen ilk gün programına göre:
“ Gece yolculuğu ile tarih boyunca çeşitli kültür ve medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan Suriye'nin başkenti Şam şehrine hareket edilecekti. Fakat sefer esnasında yol güzergâhında bulunan Hama’da “Dertli Dolap” denilen M.Ö. ‘ den beri “Asi Nehr”i üzerinde kurulan su kemerleri ve su dolaplarının gece vakti ışıklandırılmış muhteşem görüntüsünü yerinde görme şansını yakalayacaktık. Daha sonra Humus Şehri’nde bulunan Halit Bin Velid cami ziyaret edilecekti. Hz. Halit Bin Velid ve Hz. Ömer R.A. oğlu Übeydullah R.A.ı ziyaret gerçekleşecek ve sabah saat 05.00’da Şam’a 35km kala Malûlâ’ ya varılacaktı. Sabah saat 09:00’ da sabah kahvaltısı ve ardından Tarih Boyunca Çeşitli Kültür Ve Medeniyetlere Ev Sahipliği Yapmış Olan Suriye'nin Başkenti Şam şehrindeki ziyaretinin başlayacaktı. Şam’da İmam-ı Nablusi (K.S) Hazretlerini Ziyaret. Şeyhül Ekber Muhiddin-i Arabî Hazretlerini ve Camisini Ziyaret, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan Süleymaniye Külliyesi’ni ziyaret ve Külliye içerisinde bulunan Sultan Vahdettin ve Hanedanının bulunduğu kabristanı ziyaret gerçekleşecekti. Daha sonra ise Seyide Zeynep (R.A.) Camiini ve türbesini ziyaret ettikten sonra Küçük Cennet-ül Baki denilen sahabe kabristanında bulunan,“Bilal-i Habeşi Hazretleri” ile “Cafer-i Tayyar Hazretlerinin makamını ziyaret edilecekti. Daha sonra Rasulullah'ın hanımlarından: “Ümmü Seleme – Ümmü Habibe – Hafza Validemiz (Ayrıca Hz. Ömer'in Kızı)ve Kerbela'da Şehit Edilen 16 Sahabenin Mübarek başlarının bulunduğu Mekânı ziyaret edecektik. Muhteşem Emevi Camiine tekrar dönüş için eşsiz Hamidiye çarşısını baştanbaşa geçecek ve Emevi Camii ve etrafında bulunan Hz. Yahya Aleyhisselam, Hz. Hüseyin (A.S)'ın Mübarek Başları, Selahaddin-i Eyyubi Hazretleri ile Türk Hava Şehitlerimizin kabristanını ziyaret edecektik. Daha sonra da Nureddin-i Zengi Hazretlerini ziyaret ettikten sonra akşam yemeğine kadar Sultan Abdülhamit tarafından yaptırılan tarihi Hamidiye Çarşısı’nda alış-veriş turu sonrasında serbest zaman olacak ve dileyenler Şam müzesini gezebilecekti. Akşam yemeği için ise Şam'ın en meşhur beş yıldızlı restoranlarından birine hareket edilecekti. Yemekten sonra ise otelde gecelenecekti.”
Bu şekilde belirlenen bu ilk gün programının yoğunluğunu siz de takdir edersiniz. Bu kadar yoğun bir programı, bir günde nasıl gerçekleştireceğiz diye düşündüm hemen… Bu fikrimde pek yanılmadım da. Grupla seyahat etmenin doğal sonucu oluşan olası rötarlar olduysa da Şam’daki hedeflenen pek çok yeri ilk gün olmasa bile serbest zaman, alışveriş ve çarşıdan fedakârlık ederek Ürdün dönüşü, Şam’daki kaldığımız gün tamamlayabildik. Böylece büyük ölçüde hedeflenen yerleri görebildik. Çok hızlı bir şekilde birçok yeri gezdiğimiz için de kendimizi adeta bir pover point sunumu izliyormuş gibi hissettik.
Gümrük kapısından Suriye’ye girer girmez, Türkiye’nin güneydoğusuna benzeyen bu toprakların daha sınır kapısında, size gülümseyen Hafız Esad ve oğlu Başer Esad’ın fotoğraflarını görünce biraz şaşırıyor. Öte yandaysa artık aramızda manevi sınırların olduğunu da hissediyorsunuz. Çünkü vize işlemleri Suriye tarafında bir saat kadar vaktimizi alıyor. Bir zamanlar bizim olan bu coğrafyaya şimdi daha ayak basarken bir yabancı gibi vize ile giriyoruz. Avrupa devletleri aralarında birbirlerine vize uygulamazken, İslam ülkelerinin birbirlerine vize uygulayışlarına bir anlam veremesek de elden ne gelir?..Daha sınır kapısından başlayarak ülkenin her yerinde karşınıza çıkan bu fotoğraflar bize her an Suriye’de olduğunuzu unutturmuyor. Ama buna rağmen artık yeni yönetimle birlikte daha dostane ilişkilerin başlaması ile bir parça olsun teselli buluyoruz. Anlayacağınız Suriye demek Esad ailesi demek. Neredeyse 40 yıldır Esad ailesi Suriye’de atılan her adımda kendi izini bırakmış.
Tabii iz bırakma konusunda okuduğum yazılar doğrultusunda öğreniyorum ki bu konuda Basel Esad’ da unutulmamış. Onun adına da bir hastane yaptırılmış ve hastanenin önüne de heykeli dikilmiş. Fakat bu fotoğrafların bir sevginin nişanesi olduğunu rehberle konuştukça anlıyoruz. Halk kendisi asıyormuş bu fotoğrafları. Başer Esad babasının dönemine göre oldukça demokratik bir yönetimle sevdirmiş kendisini halkına. Bu resimler de bunun ifadesi olduğunu rehberimiz Ahmet Bey’den öğreniyoruz. Kendisi Golan tepelerinden Suriye’ye göçetmiş bir Türkmen. Osmanlı Golan tepelerine iskân siyaseti gereği yerleştirmiş onları da. Sonra İsrail saldırıları üzerine Suriye2ye gelmek durumunda kalmışlar. Golan Tepeleri deyince hatırlatmadan edemeyeceğim. Rehberimizin Türkmence bunu telaffuz ederken “Gönen Tepeleri” şeklinde söylüyor. Bunu daha çok sevdim. Yine bize Başer Esad’ın “devlet bütçesinden fotoğraflar için bir kuruş dahi fon ayırmam ama kendiniz isteyerek yaparsanız da buna karışmam” dediğini anlatıyor anlatmasına da her mağaza ve dükkânda, hemen her yerde bu kadar çok fotoğraf görünce, ilk anda insana oldukça tuhaf geliyor hakikaten. Hatta burada cunta yönetimi mi var şeklinde bir düşüncenin ilk anda akla gelmemesi mümkün değil. Fakat rehberimizin konuşmaları esnasında Başer Esad’a karşı duyduğu muhabbet oldukça belli oluyor. Bu yüzden yanıldığım kanaati hâsıl oldu.
Suriye, Türkiye’nin 25 – 30 yıl önceki haline benziyor. Şehircilik açısından Türkiye’nin ne kadar hızlı geliştiğini burayı görünce daha iyi anlıyorsunuz. Bizde yerlere kadar uzanan telefon, elektrik tellerini görmek artık imkânsız gibi bir şeyken, orada bu doğal bir manzara olarak karşınıza çıkıyor. Yapılar oldukça eski… İnsanlar oldukça farklı geliyor. Ayrıca Türkiye’yi temizlik konusunda kınarken yolculuk sonrasında Türkiye’nin oraya kıyasla çok temiz olduğunu müşahede ediyoruz.
Hama
Şam güzergâhında başlayan gece yolculuğumuz sırasıyla Halep, Hama, Humus’dan başlayıp, sabah Şam’a ile noktalanacaktı. Gece yolculuğu deyince de aramızda epeyce espri konusu oldu. “İsra yolculuğu” ile Şam’a varacağız inşallah diyorduk. Şam’a kadar gece yolculuğu yaptığımız için ilk anda Halep’e dair bir yorum yapamıyordum. Zira Halep’in içi değildi geçtiğimiz yerler. Otobüsümüz Hama’ya vardığında pek çok arkadaşımız gece yarısı olduğu için uykuda… Ben otobüslerde kolay kolay uyuyamıyorum. Etrafı izliyordum. Şoför ve tur görevlileri aralarında duralım mı diye konuşuyorlar. Bir diğeriyse boş ver gidelim herkes uyuyor nasılsa diyor. Ben de dönüşte uğrayacağımızı düşünerek “duralım programa niye uymuyoruz?” diye müdahale etmiyorum.
Bu arada aklıma gelmişken, Hama’nın içinden geçen Asi nehrinin adıyla ilgili okuduklarımdan söz etmek istiyorum: “ Nehir göz aldanması yaparak, sanki yokuş yukarı akıyormuş hissi verdiği için, asi olarak adlandırılmış. Su dolapları anlamına gelen “Naure” ismi ise yazılışları farklı olsa da okunuşları açısından “nure” , yani nurlu, ışıklı güzel, dilber gibi çağrışımlarıyla açık bir şekilde şiirlere bile konu olmuş.
Hama, Ülkenin dördüncü büyük şehri… Hama’nın meşhur naureleri yani“su dolapları” ise dünyanın en eski su değirmenleri olarak kabul ediliyor. Bunlar ahşaptan yapılmış ve öyle inşa edilmiş ki her ahşap parçası diğerine yaslanarak mükemmel bir çark ortaya çıkarıyorlar. Bu çarkı döndüren suların sesi, akıp giden zamanın yankısını andırdığı söyleniyor. Naure çarkının her bir haznesi ise hayatın bir demini…
Nedense Hama deyince zihnimin bir köşesinde plak gibi dönen bir şey var. Burada bir şey olmuştu diyor. Şehir ne kadar sessiz ve hazin bir havası var. O anda birden hatırlayamadıysam da sonra netleşecek olan ve birkaç yıl önce okuduğum bir şeylerin yankısının bıraktığı iz dilimde “Hama Katliamı” şeklinde beliriyor. Bu Naurelerin hazin iniltisi ile bunlar arasında ve Yunus arasında bir bağıntı kurup, kaybolan nice benliğe karşın bir benlik çağrısı olarak akıp giden zamana inat, Naurelerin sedaları daima şehrin her yanında yankı bulsun istiyorum… Ama ben gördüğümde naureler dönmüyordu işte. Susmuştu hatta… Kollarından bazıları ve çarkı tutan payandaları ise yerinden çıkmıştı. Hiç bunları tamir etmeyi düşünmezler mi bilinmez. Ama bunlara sahip çıkılmalı diyordu içimdeki ses… Her şey ölümlüdür evet ama onlar bir devre şahitlik etmişti. Bu yetmez miydi özel bir ilgi için…Sorular var zihnimde… Buranın özelliğini yansıtan iki katlı eski evlere ne olmuştu? Bu koca apartmanlardan önce ne vardı bu şehirde? Sonra yine Naurelere bakıyorum. Onlarla ilgili okuduklarım geliyor aklıma:
Anıtsal büyüklükteki bu su dolapları Bizanslılar döneminde, şehrin ve tarlaların su ihtiyacını karşılamak için kurulmuş. Bunların en ihtişamlısı ise 14. yy da yapılmış. Adı ise el- Muhammediye. Bugün hiç kimse doğru dürüst adlarını sayamasalar da her birinin de ayrı bir ismi varmış.Bir zamanlar sayıları 40’tan fazlaymış, şimdiyse on yedi tane kalmış. Hatta bu su dolaplarında Kordoba’da, Antakya’da, Mısır’da ve Portekiz’de de varmış ama bugün hiçbir iz yok maalesef…Hama’dakiler de artık sembolik olarak çalışıyor. Bu on yedi Naure, yani Hama’dakiler, Memluklüler ile Osmanlılardan kalma. Bir zamanlar bu naureler büyük hazneleriyle nehirden aldıkları suyu hemen yanındaki su kemerlerine aktarıyorlarmış. Sonra da bu kemerler, şehir içerisindeki camilere ve merkezi çeşmelere bu suya aktarırlarmış. Şehir dışındaysa tarlaları bile suluyormuş. Şimdilerde ise, bahar ve yaz aylarında yataklarına su verilerek döndürülüyor ve şehrin güzelliği olarak salınmaya devam ediyor. Ayrıca eski kentin son evleri ile dar sokakları sessizlikle benliklerini yitirmesinler diye mırıldanmasını kesmiyorlar. Bu yüzden bu Naure çarklarına Hama’nın dilberleri deniliyor. Ziyaretçilerin az olduğu dönemlerde bu dertli dolaplar durup dinlendiriliyor ve bakıma alınıyormuş.
M.Ö. den beri, Asi Nehri üzerine kurulan Naurelerin bu ışıltılı görüntüsü altında, dertli su dolaplarının muhteşem tarihine gidiyor ve bir gece yarısı yolculuğundayken bir de mana yolculuğu yapıp“ İsra Gecesi’ni”hatırlıyorum. Ne olur bize de nasip olsa diye iç geçirme demindeyken, o kutsal yolculukta adeta Yunus’un da ayak izlerini arıyorum… Dilimde bir tekerleme gibi sayıkladığımsa yine Yunus’un heceleri:
“Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş Çalap
Derdim vardır inilerim
Suyum alçaktan çekerim
Dönüp yükseğe dökerim
Görün ben neler çekerim
Derdim vardır inilerim”
Vuslat hasreti midir Yunus’u böylesine inleten… Yardan ayrılık acısı mı diye ben Yunus’u düşünürken,çoğu arkadaşımız uykuda olduğu için, gece yarısı Asi nehri üzerindeki bu muhteşem ışıltılı Naurelerin görüntüsünü göremedilerse de dönüşte göreceğiz diye teselli buldular. Ama dönüş yolculuğunda tur görevlilerinin iki saat kadar uyuyakalmaları yolculuk saatimizi aksatınca az daha göremiyordular ki bin bir ısrar ve şikâyetler karşısında kısa da olsa görüp, yakınında fotoğraflar çektirebildiler hamdolsun.
Aklım hala Naure çarklarında, Yunus’un dertli dolabında… Asi nehrinin alçak akan suyunu yükseltip şehre su nakletmek için kullanılan bu değirmenler asi akan kadere direnen değirmenler misali ağır ağır her dönüşte inlemeye benzer ses çıkardığı için, “dertli dolap” adını almışken şimdi niye susmuştu? Niye?..Aşktan umudunu mu kesmiş, yoksa muhatap mı bulamamış, şevkini mi yitirmiş diye düşünüp zahir deminden batına uzanıp fantezi üretme demindeyim şimdi…
Fantezi üretmek deyince Naure üzerine yazılmış hoş mısraları ve yorumları da sizlerle paylaşmadan da geçemeyeceğim:
“Nice dilber vardır ki başına bela aldı beni,
Uzak evlerden gözledi durdu gölgemi,
Bana acıyarak ağladı ve anlattı derdini,
Sana yetmiyor mu kanıt olarak,
Asi üzerinde ağlayan ahşap kemikleri…”
Ağlamak güzeldir süzülürken yaşlar gözünden iyi de tek başına ne anlam ifade eder ki bu ağlayışlar, dilber yani Naure olmadan?...
Eğer gözyaşları bir dilber için yazılmış şiir değilse ne anlatabilir ki? Hiç!.. O halde Hama’nın seslerinden söz ederken ahşap su naure birlikte anılmalı daima… Biz de bu duygularla Yunus’u anlamaya çalışalım ve o ince uzundertli sese kulak verelim…
Dertli olan dolap misali inler ama Hama’nın dolapları ne sadece inler ne de ağlar. Asi nehrinin kıyısında yüzyıllardır döne dura, suyun ve ahşabın sesini yaratarak zamanın tekmil yasalarına isyan ederler. Bu isyanın sesi, akarsuyun sesine karışarak Hama’nın sokaklarına yayılır.
İbn Said Mağribi 1200’lerin ikinci yarısında şöyle söyler:
Bana kızıyorlar günaha girdim diye,
Şarap içip oynadım, postumu serdim diye,
Asi bir nehir buradayken nasıl durum
Onun gibi isyan etmeden kendimi nasıl bulurum
Ve söyleyin asil dostlar nasıl tutarım kendimi,
Onun gibi saf içkiden kadeh kadeh yudumlarken?”
Naure çarklarının döndüğü su dolapları için suskun demiştim. Bu suskunluğun sebebini gece vakti olduğuna yormuştum birazda ama değil... Dönüşte de suskundu. Hama yakın tarihte çok acılar çekmiş bir kent, Yunus Emre’den sonra da çok acılar çekmiş. Zaman geçmiş, yaşanmış acıların üzeri derin bir suskunlukla örtülmüş, sular çekilmiş, çarklar susmuş…Yara kabul bağlamış mı bilinmez. Bu kadar suskunluğun sürdüğü Hama’da çok kalamayıp bir an önce Halep’e doğru yol almak durumundaydık madem ben de susmalıydım… Susmalıydım ama bağlansa elim ayağım bağlanmaz ki yüreğim, Ferhat olur, yumruk olur dağıtır zulmü bileğim misali, bileğim güçsüz olsa dasusmaz yüreğim… Bu yüzden biz Humus’a doğru yol alırken size bir yandan da Hama katliamından bir parça söz etmeliyim… Bir şeyler yarım kalacak yoksa… Bu şehrin suskunluğuna ben de katılmak zorunda kalacağım ve bir Naure kadar olamayacağım…O yüzden yeni bir başlık attım:
“Ah Şehit Hama, Naurelerin Neyi Örter, Neyi İfşa Eder!”
Bir sonraki yazımda anlatacağım inşaAllah, kalınız sağlıcakla!..
Not: Gezimizin ilk durağı Gaziantep ve Hama fotoğrafları için sitemizin göz Kirası bölümüne bakabilirsiniz.
1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.
Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir.
Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.
Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)
Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.