Gerek geçmişin süper gücü olup, tarihten günümüze kendini aktarabilmiş, gerekse süper güç olmaya devam edip, dünya siyasetine yön veren devletlerin birçoğuna göz attığımızda, ciddi anlamda stratejik bir zihniyete ve stratejik analiz yeteneğine sahip oldukları gözlemlenir. Bunu gerçekleştiremeyenlerinse tarihin tozlu sayfalarında yerini aldığı vakiidir.
Örneğin Osmanlı Devleti kendini günümüze T.C. olarak aktarırken, Çarlık Rusya’sı önce “SSCB”, günümüzde “Rusya Federasyonu”; Batı Roma “İtalya”, Germenler Almanya olarak aktarabilmeyi becerebilmişlerdir. Bunu gerçekleştirebilen ülkelerin stratejik bir hedefi olduğu da görülür. Örneğin Rusya’nın, “Sıcak Denizlere İnme”, Yunanistan’ın, “Megalo İdea”; İsrail’in, “Vaat edilmiş Toprak”; Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselme dönemleri’nde, “Balkanlarda İlerleme” vb. stratejik hedeflerini saymak ve bunları çoğaltmak mümkün...
Fakat bazı devletlerin stratejisinde ciddi kırılmalar yaşadığına şahit oluruz. Örneğin Osmanlı Devleti’nin 1683 II. Viyana Kuşatması yenilgisinin ardından imzaladığı 1699 Karlofça Antlaşması ile başlayıp, yine Osmanlı’nın Gerileme Devri’ni başlatan 1792 Yaş Antlaşması’na kadar olan sürecinde “Kaybedilen Toprakları Geri Alma Politikası” önemli bir kırılma noktasıdır. Diğer bir kırılma noktası ise 1792’den sonra uygulanan “Denge (Muvazene) Politikasıdır. Bizdeki bu kırılmalara karşın, bazı devletlerin stratejilerinde ise en ufak bir sapma göremezsiniz. Bunu misallendirmek gerekirse, Rusya buna güzel bir örnek teşkil eder. Zira Çar Deli Petro’dan itibaren stratejik zihniyeti: “ Sıcak Denizlere İnmektir.” Bunu gerçekleştirirken de, bir yandan Balkanlar ve Kafkasya üzerinden Akdeniz’e inmeyi hedeflerken, diğer yandan ise Baltık Denizi’ne doğru yayılma planları yapar. Böylece deniz ticaretinde de etkin olabilmek amacındadır. Zira deniz gücüne ve ticaretine sahip olmak devletlerin en önemli hayat damarlarından biridir.
Derler ki Deli Petro’ya deli denmesinin nedeni de bu sıcak denizlere inme politikasıdır. Zira Petro sıcak denizlere ineceğini söylediğinde, Rusya henüz küçük knezlikler halindeydi.. Bu ideal ise o günün Rusya’sı açısından bakılacak olursa oldukça ütopiktir. Fakat başta Çariçe Katherina olmak üzere, sonraki Rus çarlarının da bu stratejiye sahip çıkmasıyla giderek hedefine varma noktasında ciddi bir yol kat etmiştir. Özellikle de Timur’un son derece yanlış politikalarından biri olan cihan hakimiyeti politikasının bir yansıması sonucu, Rusya ile aramızda tampon bir devlet konumunda bulunan ve Rusların güneye inmesini engelleyen Altınorda Türk Devleti’ne son vermesi, Rusya’nın ekmeğine yağ sürmüştü. Kısa süre içersinde Rusya güneye doğru inmeye başladı ve artık hızla stratejik hedefine ulaşma yolundaydı. Bu amaca ulaşmak için bir dizi de siyasi politikalar belirledi: “ Balkanlardaki Slav unsurları“ Panslavizm politikası”, Slav olmayıp Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebinden olanları “Pan Ortodoks Politika” ile diğerleriniyse “Pan Hristiyan” politikalarla kendisine bağlamak... Diğer yandan Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti’nin kurulmasına destek olmak ve bu yolla sıcak denizlere inmek için bir dizi çalışma başlatmanın yanı sıra Baltık Denizi’ne kıyısı olan ülkelere yönelik Lehistan ve İsveç’e yönelik özel politikalar... Fakat ilginç olan şudur ki, Rusya çarlık rejiminin devrilmesinden sonra SSCB kurulduğunda bile bu stratejik zihniyetinden zerrece sapmamıştır. Şöyle ki:
Yeni devletin adı: “SSCB”;
Stratejik Zihniyeti yine: “Sıcak Denizlere İnme’dir”.
Fakat dikkat edilmesi gereken husus siyasi politikasını değiştirmediğidir.. Zira dünyada artık dinin etkisi azalınca “ Pan Ortodoks” ya da Pan Hristiyan politikalar da eski etkinliğini yitirdi. SSCB, bu politikaların etkinliğini yitirdiği yerlere ise ideoloji ile gitmeye karar verdi. Bu amaçla Bolşevik rejimi yaymaya çalıştı. Gerçekten de amacına ulaşma düzeyini görmek için, sadece Demokratik Almanya ve Berlin duvarının yanı sıra, Çin’i, Balkanlarda burnumuzun dibinde Bulgaristan’a kadar gelmesini hatırlamamız bile yeterlidir sanırım. Rejimini yayamadığı ülkelerde ise düşüncede de olsa bir idol oluşturmada oldukça başarılı olacaktır. Hatta Türkiye’yi bile etkisi altına almak için gerek kültürel, gerek siyasi tedbirler almaya çalışmıştır. Mesel bizim saltanattan farklı bir yönetime geçeceğimizi hissedince yeni TBMM ile dostane diplomatik ilişkiler içerisinde yer alacak, hem kendine dost ararken, bir yandan da yayılma hedeflerini planlayacaktır ve bizim Ermeniler ile Gümrü Antlaşması’nı imzalamamızda etkin olduğu gibi, Moskova Antlaşması ile yeni TBMM’yi tanıyan ilk büyük devlet olacaktır. Böylece bize destek elini uzatırken, diğer yandan da ideoloji yoluyla yeni yönetime kendi rejiminin etki alanını genişletmek istemediğini kim söyleyebilir? Bu yolla savaşmaksızın Türkiye’yi ideoloji yoluyla etkisine alıp, sıcak denizlerde ticaret yapabilmeyi hedeflemişti. Ama 29 Ekim 1923’te Bolşevik sistemi değil de Cumhuriyet’i kabulümüz Rusya için hiç beklemediği oldukça büyük bir tokattır. Bundan sonra ezeli rakibimiz Rusya yeniden bize düşman olacak ve ikili ilişkilerde tekrar düşmanca bir siyaset belirleyecektir. Biz ise tedbir olarak Birleşmiş Milletler vb. teşkilatların kapılarını zorlayarak, Rus tehdidine karşı ortak bir platform oluşturan devletlerle temaslarımızı yoğunlaştırarak ezeli düşmana karşı yeniden dostluk paktları arayarak denge politikasına devam ederek uluslar arası dengeler oluşturmaya çalışacağız...
Gördüğümüz gibi, Bolşevik Sistemde bile Rusya sıcak denizlere inme stratejisinden vazgeçmezken, metodunu, yani siyasi politikasını değiştirecektir. Nitekim SSCB dağılma sürecine gireceğini anlayınca Ülkemize, bilhassa İstanbul Başbakanlık Arşivi’ne birçok Rus araştırmacı göndererek, başka bir konudan ziyade, öncelikli olarak “Osmanlı Toprak Sistemini” inceletecek ve kafasındaki bir soruya cevap bulmaya çalışacaktır: “Osmanlı’nın yönetiminde de topraklar devletin malı( miri arazi), SSCB’de de öyledir. Lakin Osmanlı, bu toprak sistemi ile nasıl 600 yıl ayakta kaldı da SSCB niçin yüz yılı tamamlayamadı?”İşte biz tarihimize sövüp dururken, Rusya bu soruya cevap bulma ve kendine model olacak ipuçlarına ulaşmanın peşindeydi. Neticede SSCB çöktü. (Bunun nedenlerini tartışmak çok uzun ilmi araştırmaları ve tartışmaları gerektirir.) Yerine Rusya Federasyonu kuruldu. Araştırdığı toprak sistemini şu anki siyasi politikalarında kullanmadığını veya Osmanlı eyalet sistemini -ki ABD’li araştırmacılar örnek alıp yeni yapılanmalar oluşturuyorsa- örnek almadığını söylemek mümkün müdür?
Neticede Rusya Deli Petro’dan günümüze siyasi hayatında kaç kez rejim değişikliği yaşadı? Buna rağmen stratejik bir sapmadan tam anlamıyla söz edebilir miyiz? Yoksa biraz dondurmuş ve metodunu değiştirmiş olduğunu mu söyleyebiliriz? Acaba Rusya hedefine ulaşmak için bir yandan siyasi iradesini yani, merkez otoritesini güçlendirmek ve yeni bir vizyon arayışı ile mi meşguldür? Biz bu soruların cevaplarını düşüne dururken bir yandan da, ya biz? Uzun vadeli planlamalar yapıp, kendimizi geleceğe aktarıp, dünya siyasi hayatında etkin yerimizi alacağımız kalıcı stratejiler belirliyor muyuz? Bu sorunun cevabı evetse gelecek kuşaklara bu bilinci aktaracak ciddi eğitim stratejileri belirleyebiliyor ve tüm bunları partiler üstü kılıp, milli bir bilince dönüştürebiliyor muyuz? Bu alanda eğitimden, sosyal hayata, sağlığa, iç ve dış politikalara kadar her alana yönelik stratejik uzun vadeli ve kalıcı planlar çizebiliyor muyuz? Bu sorulara da cevabımız evetse, o zaman her darda kalışımız bir Çanakkale ve Sakarya dirilişlerine sahne olabilir diye yarına umutla bakabiliriz ve gelecekte varlık sahnesinde bir Türkiye’den söz edebiliriz.
1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.
Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir.
Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.
Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)
Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.