Menu
VİRÜSLÜ HAYAT
Öykü • VİRÜSLÜ HAYAT

VİRÜSLÜ HAYAT


Kafa yorgunluğuydu onu sersemleten, sendeleyerek yürüten.

Öğleye kadar bilgisayarın karşısında durmaktan bıkmış, et gibi olmuş, duyumsamaktan uzaklaşmış, programların azizliğine katlanmak zorunda kalmıştı.

Duyarsızlık, umarsızlık içinde dönüp durmuş, dışarıdaki dünyanın farkında olmadan ekranın içine dalmış, bu bilinmez dehlizin dosyalarında kaybolmuştu. Satırlar, sayfalar gezmiş, çıkmayı düşünmemiş, düşünmeyi unutmuş ve hiç kimsenin olmadığı, değerlerin yok olduğu, sadece kendisiyle etkileşim içinde olduğu, insanların olmadığı bir âlemde virüslerle, virüslü bir hayatta programlarla ve programlara çalım atmakla kendi dünyasını oluşturmuştu.

Boştu. Boşluktaydı.

Kendisine değer verilmesini ister miydi, onu da bilmiyordu. Değersizlik ve her şeyin gerçek dışı olan hayatında, sanal, var olmayan ama yaşadığını düşündüğü tuşların içinde, arasında bir yerde ya da mausun çizdiği rotada ilerleyen hedefsiz bir gemi gibiydi. Ram, bellek, ana kart, hard disk içinde çevrelenmiş bir dünya…

Kapıdan biri girse, merhaba dese, güler yüzle nasılsınız diye sorsa, birlikte bir bardak çay içse, kahvenin hatırı üzerine cümleciklerle gönül dünyasına kapı aralasa, komşunun üç gündür hastanede yattığını, bugün çıktığını duyar duymaz geçmiş olsun demeye gitse: insanı, insanlığını ortaya çıkaracak davranışlarla dışarıda hayat olduğunun farkına varsaydı…

Bilgisayarın karşısında monitör gibi olmuş, ekran gibi durmuş, ekran gibi donmuşken telefonun çaldığını duymuş, hayatın içinde olduğunu hatırlayamamış, sanki sanal çizgilerle belirlenmiş dairenin içinden yankılanan bir oyun sanmış, farkında olmadan eli, ekranı renklenen, yanıp sönen ve ses veren telefona gitmişti. Gözleri ekrandan kopmamış duyduklarıyla sinirlenip sanallığın sonu olduğunu hissetmiş ve bağırmış, azarlamış, arkadaşını kırmış ve paylama cümleleri ile gözleri ekrandan ayrılıp gerçek çizgiler içindeki alana dönüş yapmıştı.

Kızılacak bir şeyin olmadığının farkına vardığında ne yaptığını anlamak derdine düşmüş, yaptığının kokuşmuşluk, bayağılık ve gerçeklikten çok uzaklarda, sanki bir bilgisayar programının planlanmış, sınırlanmış alanı içindeki yapacaklarının listesini inceler gibi gözleri kapıya çivilenmişti.

Şimdi kapı açılacak, biraz önceki payladığı arkadaşı karşısına dikilecek, yüzüne hışımla bakacak; sen insan değil misin, sende insanlık kalmadı mı diyecek, belki de yüzüne tükürür gibi yapacak, makineleştin sen, insanlığını unuttun diyecek…

Oturduğu koltuktan fırladı. Kapıyı açıp çıktı odasından. Koridorda ilerlediğinde soğuk, sessiz duvarlar sanki üzerine geliyor, duvarlardaki cam mozaiklerin sanal ışınlarla onu sarmalayarak sanki görünmeyen, ışından iplerle bağlayıp, gerçekliğin farkına vardığı bu noktadan geri çekmeye çalışıyordu.

Hatta merdivenler birden yok olup onun gerçeklikle buluşmasını engelleyip, elsiz, ayaksız, beyinsiz ve düşüncesiz bir şeklide yalnızlık içinde yalnız kalmasına çağrı yapıyordu. Dönecek gibi oldu belirsizlikler dünyasına, odasına, ekran başına, internet bilinmezine…

Bir gayret, dedi kendine: sen insansın. Biraz önce yaptığın hatayı düzelt. Sen insansın, insan gibi davranmalısın, insan gibi…

Gözlerini açtı iyice. Birkaç merdiven daha inince tamamdı. Arkadaşının odasına dalacak ve insan olmanın gereklerini yapacak ve rahatlayacaktı.

Kapıyı açtığında biraz önce haşladığı arkadaşının da bilgisayar ekranında kaybolmuş halini gördü. Duraksadı. İçeriye adımını atmadan kapıdan selam verdi. Arkadaşı bir şey yokmuş gibi davrandı. Sanki biraz önce azarlanan kendi değildi. Biraz önce yaptıklarını normal gören arkadaşının davranışına şaşırdı. Şaşırması gerekmiyordu aslında. İnsan her şeye yatkındı: iyi, kötü, çirkin güzel…

Kulaklarda yankılanan sesti ikisini de gerçekliğin farkına vardıran. Çağrıydı gerçekliğe, insani değerleri hatırlamaya, insan olma güzelliğinin farkındalığına…

Birlikte çıktıklarında ezan Cuma namazı için çağrısına devam ediyordu. Kurtuluşa… Her şeyin sahibi olanın huzurundaki huzura…

Artık belirginleşen çizgiler vardı gözünde, kafasında, düşüncesinde. Sıkıntılardan, iç çalkantılardan, belirsiz bacalardan sünen ateşlerin yakıcılığından kurtuluştu yaşadığı.

“Oh” dedi içinden, dünya varmış.

Ayakkabılarını çıkardığında arınmışlık hissiyle doldu. Her şeyi ayakkabısıyla geride bırakmıştı. İçindeki karamsar, kara, kirli, paslı ve yağlı düşüncelerin hepsinden arınmış gibiydi. Hiç ağırlığı yok denecek hafilikte bir süzülüşle birkaç saf ilerledi…

Düşüncesi ne kadar berraktı, ne kadar temiz! İnsanın melekleşmesi bunun gibi bir şey olmalıydı: düşüncelerin temizliği, duyguların saflığı, arınmışlık…

Dizleri üstünde oturduğunda kafası öne düştü. Ve dudakları dualar okudu. Sabahtan beri yaşadıklarını yok saymaktı niyeti. Yanlışlığını anlamıştı sanki. Tam da O’na niyazda samimi bir şeklide dünyanın gerçekliğinin kendi ömrünün sonlu olduğu gerçeğiyle örtüştüğünü düşündüğü anda arkadaşı kulağına eğildi. Bir şeyler söyledi. Minberde imam hutbe okuyordu. Arkadaşı hâlâ konuşuyordu:

-Ne yiyeceğiz? Öğleyin ne yiyeceğiz?

İnsandı işte…

Diğer Yazıları