Menu
HAYDİN BİSMİLLAH
Öykü • HAYDİN BİSMİLLAH

HAYDİN BİSMİLLAH

İlk defa yaşıyordu bu duyguyu.

Bunca yıllık evlilik, çoluk çocukla geçirdiği mutlu yıllar onu gençleştirmişti adeta. Özlemle geçen yıllarda hayallerini süsleyenlerdi şimdi onu sıkıntıya sokanlar.

Laf anlatmaya çalışıyordu kızına:

-Kızım beni iyi dinle! Sen kendini vermiyorsun, dinlemiyorsun, düşünmüyorsun, ilgilenmiyorsun…

Kızı, inadına devam ediyor, babasının anlattıklarını kâle almadan kulak ardı ediyor, elindeki kalemin üzerindeki yazılara, mindere, pencereye bakıyordu…

Bu davranışı babasının kızgınlığını artırıyor, kendini zor tutuyordu. Boyun ağrıları içinde kaldığını hissediyor, başı çatlayacakmış gibi oluyor, içinden çıldıracakmış gibi oluyor, oflayıp pufluyordu.

Kızı hiç oralı olmuyor,  bakmıyor bile. Kendi havasında, kendi vurdumduymazlığı, kendi aymazlığına devam ederken,

-Baba! Sen yapıver bunları yoksa bitmez, dedi.

Babası başından kaynar sular döküldüğü hissiyle kıvranırken, bir kez daha sabretmesi gerektiğini düşündü.

İlgisini çekeceği düşüncesiyle matematiğin kolaylığından bahsetti, korkulmaması gerektiğinden dem vurdu.

-Sen bunu başarabilirsin, sen çok zekisin, dedi.

Saf ve masum bir ifadeyle:

-Baba! Doğru mu söylüyorsun? Ben akıllı mıyım, dedi.

Babası tamam şimdi oldu, diyerek ilgi göstereceğini düşündü:

-Elbette ki akıllısın. Hatta dünyanın en güzel kızı da sensin.

Bu iltifatlarla kızının gözlerinin içi güldü. Biraz önceki baygın bakışları yok oldu.

Ortada bir gerçek vardı; kırka yakın matematik problemi çözülmeyi bekliyordu. Zaman hızlıca akıp geçiyor, problemler durduğu yerde duruyordu.

Bir kez daha denemek düşüncesiyle:

-Hazır mısın, çözmeye başlayalım mı? dedi.

Kızından hiç cevap gelmedi.

Babası kalemi aldı. Anlatmaya başladı. Sanki kız orada yoktu. Dinlemiyordu.

Babası bir kez daha “sabır” dedi. Anlatmasına devam etti.

Sorduklarından kızının orada olmadığını anladı. Sanki inadına yapıyormuşçasına en basit işlemleri bile yapmıyor, duyarsız davranıyor, yok sayıyordu.

Babası sabrın sınırına gelmişti. Kendini tutamadı. Sabır taşı çatlamıştı, taşmıştı işte. Bir anda kükredi:

-Dinleeee! Hiç burada yoksun. Ben senin için yırtınıyorum, sen hiç tınmıyorsun bile. Dinle dedim sana! Dinleeeee!

Kızı birden bağırmaya başladı. Öyle bağırıyordu ki babası ne diyeceğini unuttu. Yaptığının yanlışlığını kabul etmek bir yana babasını suçlamaya devam etti.

Ağladı. Gözyaşları aktı. Burnunu çekti.

Eğer güç yetireceğini düşünse belki de babasının üzerine yürüyecek kadar hışımla baktı ve bağırdı:

-Bana bağıramazsın tamam mı? Sen bana bağırırsan ben de sana bağırırım. Sen bana kızarsan benim de sana kızma hakkım var. Korkmuyorum işte! Senden korkmuyorum, anladın mı?

Babası ne diyeceğinin şaşırdı. Kızından böyle bir tepki geleceğini hiç düşünmemişti.

Bağıracaktı. O da tırsacak, susacak, korkacak, ürkek bir tavşan gibi boynunu bükecek belki de biraz ağlayacak, hepsi bu kadar...

Ama kızının söyledikleri onu bocalattı. Kalkıp iki tane patlatmak geldi içinden. Biricik kızıydı. Taze nazenin yüzüne vurmak istemedi. Sustu. Ama kızının söyledikleri de kabul edilebilir gibi değildi. Bir başkaldırıydı. Karşı koyuştu. Baba otoritesinin bittiği yer, zaman ve mekândı…

Hışımla baktı kızına. Öfkeden köpürecekti. Hatta ortadan çat diye ikiye ayrılacaktı...

Babasının gözyaşları akacak yer aradı. O içine akıtmayı tercih etti. Bu bir çaresizlikti. Kırk beşini aşmış bir adam, küçük kızının söylediklerine bir anlam verememenin sıkıntısını yaşıyordu. Bitmişlikti belki de. Hâlâ söylenmeye devam eden kızını dinlemek istemiyordu.

Kulağında “Beni korkutamazsın tamam mı? Senden korkmuyorum. Sen bana bağırırsan ben de sana bağırırım…” cümleleri bir uğultu halinde çınlıyorken kapıdan çıkıp gitti.

Hanımı arkasından seslendi:

-Sofra hazır.

-Çok sinirliyim, gerginim, öfkem kabardı. Siz yiyin ben dışarı çıkıyorum.

Hanımı olanları anlamaya çalışan gözlerle arkasından bakakaldı. Kızının sebep olduğunu anlaması çok uzun sürmedi.

Adam yolda amaçsızca yürüdü. Sokaklar boştu. Akşamın ilk karanlığıydı sokakları dolduran. Üşüyordu. Titremeye devam etti. Ara ara geçen insanların bakışlarına aldırış etmedi. Yüzüne bir kırbaç gibi yapışan ayaza aldırmadı. İçi içine sığmıyordu. Nasıl olurdu: Küçük bir kız babasını yok sayardı?

Soğuktan vücudunun uyuşmaya başladığını düşündüğünde nerde olduğuna baktı. Anlayamadı.

Etrafına göz gezdirdi. Evden çok uzaklaşmıştı. Artık sokakları, lambaların pörsümüş, uzamış sarı ışıkları aydınlatıyordu. Uzaktan ara ara yankılanan köpek ulumaları kulağını tırmalıyordu.

Hep sorguladı kendini. Nasıl olurdu? Neden olurdu?

Yoksa büyüklerine kendisi de böyle sıkıntılar yaşatmış mıydı? Sabretmesi gerektiğini biliyordu. Çocuk terbiye etmenin kolay olmadığının farkındaydı.

Suçlandı. Kendini suçladı.

İyi eğitemediğini düşündü. Daha dikkatli olması gerektiği kanaatiyle öfkesinin azaldığını fark etti. Hayatında ilk defa öfke sebebiyle evi terk etmişti. Peygamberimizi hatırladı. “O boşa söz söylemez.” diyerek öfkeli insanlara yaptığı tavsiyenin önemini tekrar düşündü.

Dönerken işe yaradığını gördü. Artık evden çıktığı andaki sinirleri körelmiş, kızına olan kızgınlığı uçuvermişti. Kendi kendine bazı tedbirler alması gerektiğini düşündüğünde evin kapısından içeri giriyordu.

Saatler geçmiş olmasına rağmen sofranın ortada, çocukların etrafında kendini bekliyor olduğunu görmesi, şaşkın bakışlarını hedefsizce kaçırdı.

Kızının gelip boynuna sarılması, gülümsemesini sağlamaya çalışan bakışları, ne diyeceğini unutturdu:

-Özür dilerim babacığım, özür dilerim. Beni affettin mi?

Kızı defalarca tekrar ettiği cümleden bıkmadığını göstermek istiyorcasına yalvardı.

-Tamam, dedi ama bir daha beni üzmeyeceksin.

-Tamam, üzmeyeceğim.

Ailedeki sevgi atmosferi gönüllere aktı. Gözler yine canlandı, yüzler yine gülümsedi.

Baba sofraya çağırdı herkesi:

-Haydin bismillah.