Yeknesak günleri, sınırları aştıran, kırıp geç(ir)en sanal bir ses:
“Beni tanıdınız mı Atiye? Ben ilkokuldan arkadaşınızım…. Ziyaret Defteri’nde ismini görünce şaşırdım. Heyecanlandım.”
Başını kuy(t)usundan çıkarıp, hayatın daha ziyâde elemine, çilekeş derbeder senelere inmeye sevk eden bir güç. Ancak dalmaktan ve soluksuz kalmaktan korkuyor.
Bazı isimlere neden bir müddet takıldığını düşünüyor. Deftere girenler çıkanlar… Aslında kimin geldiği, kimin gittiği de meçhuldür. “Çoktan unuttum, sayfayı kapattım” dersiniz, aniden boy gösterir. Bilinmeyen gizemlidir ve ürpertir.
Derken hayatınıza yeni bir nefes üflenir. “Eski zamanların haşarı veledi”, tazesine yol verir seçilir. Tanrı misafiridir(!) beklenmeksizin gelir.
Hususî bir duygu; özge, gölgeli bir gerçeklik uyanıyor. Yıllar sonra, içinde taşıdıkları, birikenler şaşırttı. O kadar hayretteki, yeni bir çocukluk gençlik bile peydâ edebilirdi; sonra aklı kesti ki, zaten öyle yapıyor.
(Kimsin Sen? Hikâyeni yazarken ne kadarını havalandırıyorum. Zihnim seni hangi yöne ve kılığa çeviriyor?)
Herhalde tatlı bir rüyadaydı; hastalığını ilk defa duyunca, keskin bir ıstırapla uyanmıştı. Herkesin başına gelebilirdi, ama özbeöz şahsının… Kabulde güçlük çekecekti.
Anlamak için kendini O’nun yerine koyuyor. Geçişler yapıyor; kâh orada, kâh burada. Değişik düşünceler, kafasında zıtlaşıyor. Yürek ağlamaklı. Bazen “hastaya” değil, kendine nasihat ederken yakalanıyor.
Ne biçim şeydi, doktor gözetiminde yaşamak, güneşten mahrum kalmak; internet mesajlarına, postacıya, hemşeriliklere bel bağlamak, “sağlamlardan” medet ummak. Dünyasının sığışmak zorunda olduğu mekânlar, yalıtılmak; evdekilere, yakın çevreye, hayata hükmünün geçmemesi, nasıl bir şeydi?
Çaldığın kapılardan geri dönmek, her dakika “teyakkuz”, eksilmek, bir yudumcuk saadet için dilenmek…(Abartıyorsun, duygularını kabartıyorsun kızım)
Tanıdığı başkaları, “Coşkun’un benzerleri” aklına geldi; bir hastalık ordusu, dünyayı sararak istilâ etti. Karşı koyamazdı. Bedeni göz göz oldu, doldu.
Küçücük, yere çakılı, dili kesik bir Coşkun: “Ben çıkamam, güneşi buraya getir; vatan havası, suyu, iki senedir görmediğim hasta anamı getir.” diyerek; görünmez camlardan, ilâç lekeleriyle kararmış perde arkalarından, kahredici dilhun edici bir sessizlikle konuştu konuştu.
(Seninle birlikte kasaba, köy, mezra, kır.. Her neyse geride bıraktığım bir hayat üşüşüyor. Arkada bıraktığım ve delice özlediğim. “Şimdi yaşa!” deseler, kalabilir miyim oralarda? Lütfen hiç sorma!)
Kendimi toplayıp: “Metin olunuz Coşkun Bey. Sağlığınıza kavuşacak, mutlu günler göreceksiniz” diye yazıyorum.
Kocam anlayışlı bazen dudak bükerek, fakat genelde hoşgörülü, kazanımlarından emin, yazışmalara aldırmıyor.
“Gurbet elde, posasını çıkarmışlardır adamın. Baksana erken yaşta emekliye ayırmışlar.” diyerek düşüncelerimi paylaşıyorum Ekmel’le.
(Seyahat yasak, sigara yasak; ömür kaydırak, çıka gelse Azrail, her ânı saydırarak…)
(Arasıra tutamasan, ifşa etsen de; durumu hafifletmeye çalışan sözcükler dökülüyor mesajlarından. Hayatın(ın) doğrultulmuş, bezemeli yanları. Öyle çabalıyorsun ki… Hissediliyor ve ben patlıyorum.
Paniğe kapılmış, teselliler veriyor. “Dine sarıl!. Allah’a ram ol!”. Hastanın okuyacağı âyetler, edeceği dualar, ibadetler. Bazen maneviyatın, iletişimin meşruiyetini sağlamada bir katkı sağladığını göz önüne alıyor.
(Tanrı’yı kandırmaya çalışıyor, pazarlıklar ediyorum. Savunmasız, çaresiz Coşkun namına; rüyalardan, tefeüllerden, sırlı bir âlemden, variyetli gözükse de esasen hep gariban kişilerden; otoriter, üst perdeli mesleklerden türlü işaretler, sevinç emareleri bulmaya çalışıyorum bakın aynı durumda, filânca kişi de iyileşmiş; doktorunuz dedi ki hayat falına bakıyorum.)
Sağlığından utanıyor, huzurundan. (Aynı yerde değiliz. Hamdolsun, tek parça ve memleketteyiz)
Yurt dışının, duyguyu keskinleştiren yahut körelten bir tarafı mı vardı? Gerçi insan her yerde aynıydı.
Belki de onu silkelemeye, derde direnmeye çağırır; hayatına ışık taşımaya çalışırken, aslında şahsını kurtarıyor. Yardım edebilirse, kendini mesut hissedecek, temizleyecek.
Hakkında bilmediği pek çok şey var. (Çocuklarını anlatıyorsun bana; bir kız, bir oğlan. Ezgin kelimelerin hem mesut, hem de buruk alacakaranlık bir istikbali düşünerek, bedbin bezgin. Seni düşündüğümde hep duygusalım. Yaşlılık alâmetleri.)
Karısı, çocukları gözünün içine bakmış olmalılardı. Ellerinden geleni yapacak, akabinde “beklemeye” başlayacaklardı. Sevginin kalitesi, kuvveti tam da burada sınanacaktı.
(Aranızda konuştuğunuz kelimeler, hep “yaralı” mıydı?)
Herhalde daima söylenmesi gerekli, yerinde cümleler sarf edilirdi. Hasta üzerinde bir hasar yaratmasın, mükedder zamanlar uzamasın diye titizlenilir, etraf fazlasıyla gerilirdi.
(Kimse sana kızamazdı. Billur kalbin kırılamazdı.)
(İlk başlarda, onlarca sene sonra senden haber aldığımda, bütün gün Leyla gibi geziniyordum. Nereye dayanacağı belli olmayan; gereksiz, sonuçsuz bir iletişim olacaktı. En azından hiç birimizin vakti yoktu. İsteksizliğimi fark edince bana “ölümcül bir hastalığa yakalandığını açıklamaktan çekinmedin. Rahatsızlığın ilerlemişti.)
Mevtle burun buruna bir mevta hayatı; bu bedeni çatlatır, ruhu sonuna kadar gerercesine yaşayış ne menem şeydi?
İştahsız, enerjisiz, yeni güne hazırlanıyor(um).(Beni hastalandırıyor, adeta dirhem dirhem öldürüyorsun. Yok canım, demir gibiyim. Rol çalma! Dalıyorum yine…)
Okula “iğneci” gelmiş, iki sınıf birleştirilmişti. Kaçış yok. Öğretmen “Kim önce aşı olmak ister çocuklar” diye soruyor. Zayıf, çelimsiz bir oğlan çocuğu, gözleri tek bir noktada sabit( üzüm gözleri siyahî ışıklar neşreden, nazlı bir kıza dikilmiş),kahramanca bir edayla, acele adımlarla öne çıkıyor.
Önlüğünün sol kolunu dirseğine kadar çekiyor. İğneciye korkulu kaçamak nazarlar fırlatsa da, ısırgan yapışmış bakışları, mübalağalı davranışlarıyla “hedefe” yüklenmeye devam ediyor. “Gülmez Sultan’ın” burnu havada, kaşları çatık.
Aşı olduktan sonra, başı dik, gururlu, “nişanlısını” gözleriyle tekrar raptetmiş, yerine geçiyor.
(Eyvah! Okulda lâfımı çıkardığı yetmedi; şimdi bütün terbiyesiz oğlanlar gene isimlerimizi birleştirip alay edecek)
“Sıkıntı” devam ediyor. Bir keresinde de, mektebin bahçesinde cılız pazılarını şişirmişti de; kız hemen “Ben pazılı erkeklerden nefret ederim” demişti.
Diğer muzırlara pek aldırmıyor. Fakat bir takım varlığı gereksiz, “kurbağa suratlı” erkek öğrencinin söylediği; kuyruklu saçmalar, vıraklamalar onu yiyip bitiriyor.
İdealist, öfkeli babası müdüre bir kaç kere şikâyete gitti, gürledi: “Disiplin Kuruluna verin. Bu yaramaz oğlanı derhal okuldan atın!”. Yatıştırıp, gönülleyip gönderiyorlar. “Siz merak etmeyin beyefendi. Biz terbiyesini veririz.”
“Atmamışlar, hâlâ B şubesinde yerinde duruyor baba!”
Tereddütlü ama ağzından kaçırıveriyor: “Büyüyünce evleneceği kızlardan biri de benmişim.”
Umduğu karşılığı bulamadığından olacak; ufak “James Bond’un” çehresi buruşuk… Dişlerini sıkmış, dudakları büzük, acıyla kolunu ovuşturuyor. Eskisi kadar, malûm sıraya hevesli bakışlar fırlatmıyor. Geri sayım başlamış artık, Fenerbahçeliler ağlamaz ama ağlamasına ramak kaldı. Sevgilisinden de yüz bulamadı.
Bir iki dalgacı gülüşü fark eden kız kindar, sebep olana karşı hırslanıyor; “Hep senin yüzünden. Aptal n’olacak! Babama söylersem görürsün gününü!”
Nasılsa Coşkun’un “Alamancı” babası ölmüştü.