Geçenlerde Remington marka daktiloma bir mesaj geldi. Muharrirler Birliği’nde “Edibelerin” bir toplantısı varmış. Hipnotik mi Hipokrat mı,yoksa psikolok psikopat mı, bir zat gelecek, hasbıhal edecek, ders verecekmiş.
Ders denilince pek hoşuma gitti. Ne zamandır mürekkep yalamamış, okul defterimde beyaz bir sayfa açmamıştım.
Etrafımdaki gençler: “Hanım teyze, sen bu işlerden anlamazsın, boşuna zahmet etme!” dediler.
Helalim Şevket Bey’e sordum: “Git Hüsniye. Aklın fikrin belki açılır; umarım bir fayda şifa bulursun.” dedi.
Merak ettim, kimdir neyin nesidir, hele şu çocuğu bir göreyim.
Toplantıya giderken, bir yandan da Medebiyatımızı düşünüyordum. “Duyarlık meselesi” kafamı kurcalıyordu. Sümüklü zırlak kadın yazılarından da, yazarlarından da hoşlanmam. Fakat acilen ağzı salyalı maço yazarlara had bildirmek gerekebilirdi. Ancak Şevket kafa bırakmadı ki; yok çorabıymış gömleğiymiş, yok haşlanmış patateslerin yeriymiş.
Sorunlarım büyüktü. Bir kere.. gazetedeki “Kahramanlar Tüneli” isimli tarih köşemin yazı konuları yeterince karışık olabiliyordu. Rakip gazetedeki sütunumun adıysa “Kadın Gözüyle Kavramlar ve Tarifler” di. Bazen evdekilerin fittirufizzuğu yüzünden ters köşelerde; “Cengiz Han’ın Gelini” yerine, “Fırında Hamsi Buğulama” türünden bir yazı çıkardı. “Kahraman Kızarmış Balık”, tarih okurunu y(apıştırırdı).
Muharrirler Birliği’ne bu hava içerisinde gittim. Salonda hatunlar, az sonra başına gelecek afattan habersiz güle oynaya oturuyorlardı.
Kürsü başındaki “çatık kaş, asık surat, bayat b(adem)”, elindeki kâğıda hatun kişileri maddeleyip, hizaya dizip, numaralandırıyordu. Bir yandan da sorduğu tokat gibi mütecaviz sorularla şaşkına çeviriyordu. Ne cevap versek, ne yana dönsek, otursak kalksak, tavana baksak kabahat.
Hatta bir an, minderinin altında kızılcık sopası, hazretin içinde de bolca bağ bulunan beyaz bir gömlek olup olmadığını merak ettim. Bana ruhçu anlamlı bir bakış attı, iğneli bir gülüşle kıkırdadı.
İsmi Sait, soyadı Gülenöz’müş. O öz’den güldü, biz gülemedik hanımcağızlarım. Bizi tarumar etti yani.
Acayip sorularla bombardımana tutuyordu. İçimiz dışımıza çıkmıştı.
Kaçacak delik yoktu. Demirden yumruklarıyla bizi yerimize çakmıştı. Mütemadiyen eğlenip duruyordu. Âlem başımıza geçmişti.
Sorgu odasındaydık; lâkin ikna edilmemiştik.
Benim..
asırların sillesini yemiş, tarih boyunca zulmedilmiş, ayaklar altında çiğnenmiş, kesilmiş ezilmiş ve biçilmiş, yenilmiş, tukaka edilmiş çilekeş çilli masum maznune, mağdure, menfure, mecnune, merhume başörtülü, türbanlı şapkalı, kuaförden çıkmış laik biçare gariban kardeşlerim…
“Acı patlıcanı hıyar çalmaz”. Boyun eğmeyecektik. Meseleyi gözden geçirdim.
Maatteessüf üzüntümden de konuyu kaybettim…
Önce neyle karşı karşıya olduğumuzu bilememiştik. Kendimizi defetmeden, bu belâyı nasıl defederiz diye düşünmeye başladım. Panik atak, “majör/minör/soprano depresyon” içindeki, stres/dert/nur topu hemcinslerime kulak verdim.
Hepimizin duygusu birdi. Küçük hatta büyük kıyametin kopması yakın gibiydi. Sait Bey’in hali bana bütün kadın yenilgilerini hatıra getirdi.
Fazla zayiat vermemek için, kenetlenmeye karar verdik. Devir “Benlik” değil, “Senlik” devriydi.
Aksi takdirde, fena halde bir hezimet olacak, çil yavrusu gibi dağılacak, bozguna uğrayacaktık. Hemen bir plan yapmaya koyuldum. Konuşmak tehlikeliydi.
Beyin yoluyla iletişim kuracaktım. Gözlerimle de kadıncıklara talimat vermeye çalıştım; sağını açtım, solunu kırptım, ikisini birden kapattım; başımın pozisyonunu değiştirdim, salladım. Golf sopası yutmuş İngiliz asilzadesi gibi, ağırbaşlı mollavari bir vakarla durdum. Hatta pek meyus, müteessir olan Şebnem’e de; “erkek egemen dile”de bir söylem geliştirmek üzere dilimi çıkardım.
Lâkin bütün bu çabalarım sonucu “Sait” denen hain de bana göz kırptı. Panik halinde kardeşlerime feryat ettim:
“Sakin olun! Metanetinizi koruyun. Dik durun! Durum kontrol altında.”. Gerekirse evde yatışmak için bir kaç avuç ilaç alırlar; gözyaşlarıyla orayı burayı ıslatırlardı.
Asiye bön bön bakıyor; psikoterapatın sorduğu, annesiyle olan ilişkisini bize aktarıyordu. Hande, koca adaylarını yanına dizmiş neden evlenemediğinin hesabı veriyordu. Canan göklerde yüzüyordu. Sevim, şimdiye kadar hiç hissetmediği “yaşlanma korkusuyla” çözülüyordu. Bir tanesine daha bütün zihin kuvvetimle yöneldim.
“1, 2..1,2. Cevap ver Burcu!”
Burcu, çırpınışlarımı hiç anlamamışçasına, ağlaması şiddetlendi. Benim de beynimdeki ağrı hiddetlendi.
“Çok Üzgünüm… S.O.S. Telepatik arıza!”. Arıza dedim de aklıma birden, âlet edevatıyla tamirci Şevket düştü.
Durum gittikçe kötüye gidiyordu. Vahimdi, hazindi. Sait Bey’in verdiği terapi ve motivasyon sonucu -anlaşılan hazık bir hekim karşısındaydık- baktım en yakın arkadaşım, yüksek bir moralle kendini asmak için ip arıyordu. Bazılarımız pencereyi açıp kapıyor, kararsızlıkla kimin kafasına düşeceğini planlıyordu.
Benimse artık gözüm dönmüştü, az kalsın Türkiye “İlk kadın seri katil”ine kavuşmak üzereydi. Muharrire olmayan bütün sakallı bıyıklıların icabına bakacaktım, fırsat kolluyordum.
Ancak birkaç saniye geçti geçmedi fikir değiştirdim. Sait Bey’e göre, kadın kısmı böyle fırfır dönermiş; aşkîye/eşkıya olan bazılarıysa hem yanar kebap gibi, hem dönermiş. Buna “sınır çizgisi” deniyormuş. Erkeklerin dönekliği ise bence sonsuzdu. Hatta “Kahpe dünyaya”, “Erkek” diyebilirdik.
Hayır, elimi kirletmeyecektim, yapacaksam da bir iş, eldiven takacaktım. Ben ki bir kahramandım, kendimi âli kadın menfaatleri uğruna feda edecektim.
Derhal bir set çektim, naçiz ve toprak gövdemi mezkûr şahsın oklarına karşı siper ettim. Bir taraftan da sağdan soldan kar topluyor, yuvarlayıp “HEDEFE” atıyordum. Fakat mühimmatım pek suluydu. Bari çay tabaklarını biriktirip, cephane olarak yedekte tutayım diye fehmettim. Ayakkabılarımı düşündüysem de, pabuç pahalıydı, tesadüfen en kazık mağazadan almıştım.
Kösler vuruyor, davul zurna çalıyor, uzaktan at kişnemeleri, kılıç şakırtıları duyuluyor, cenk havaları çalınıyordu.
“Hazret” ikide bir sinir bozucu bir sesle, “Sizi yüzünüzden okuyorum” diyordu. Biz de onu okuduk. Âyete’l-kürsîler, Fatihalar… Hatta Safinaz Hanım, fısıltıyla: “Başlanmış bir hatmim vardı abla, bugün epeyce okudum; ömrümüz vefa eder de şu terapiden bir sağ çıkarsak, iş güç bahane etmeyip, derhal tamamlayacağım.” dedi.
Vaziyet fenaydı. Halimize kılığımıza bakılırsa, Hz. Ayşe’nin imdada gelmesi uzak ihtimaldi.
“Bari Amazon Ordusu yetişse; delikanlının kulağını bükse, hiç değilse kesse... Bizi muzaffer eyle Yarabbi!” diye dua ettim.
Aslında yardım çağırmak, destek kuvveti gerekliydi. Lâkin vakit yoktu. Evdeki “barutlar” peş peşe patlayabilirdi.
Sonunda hepimiz, yaralarımız kanaya kanaya toparlanmaya çalıştık. Çarnaçâr yollara döküldük.
Pekiyi, Sait Bey ne konuştu derseniz..
Gün boyunca “İd/İt” deyip durdu. Anladığıma göre, herkesin önünde arkasında dolaşan bir İT’i varmış.
Sakın ola ki yüz verip, “Gel kuçu kuçu!” falan deyip şımartmayacaktınız. Yoksa ipten kopar, “İt Kopuk” denilen “itleşme” durumu ortaya çıkarmış. İtler bazen marazlı bir ruhla birleşir, meydanlarda dolaşırmış.
“İtiniz”; arada havalanmak; özgürce koşturmak; bodrum ve çöplüklerde dolanmak istermiş. O zaman aşağıya değil, yüksek katlara çıkaracak; güneşi ayı yıldızları, semayı gösterecektiniz.
Yine “İt” hırlar, durmaksızın havlar; ürümeye ve üremeye niyetlenirmiş. Kulak asmayıp, ipi boynuna dolayacaktınız.
Kemiklere leşlere takılmasını önleyip; eski sarayı, Sahibini, evveli ve öteyi hatırlatacaktınız.
Unutmadan söyleyeyim; yolculukta yakıt, benzin alacaksanız da “Süper” alacaktınız.
Şevket eve gelmemiş olaydı bari.