Orta yaşın dinginliği ve sükûnetinde şu ân hadiseleri daha iyi değerlendiriyor; şerhler koyup, sayfalar açıyor.
Öğrenciler teneffüste. İlkler, annesinin elinden tutmuş gelen ürkekler, bir alfabeyi dolduran cümlelere belki destanlara yazılı özgün harfler, eserler..
Severek gülerek gururla seyrediyor. Manzara cıvıltılı.
İrkiliyor, dışarıda boy atmaya çalışan taze bir baharla gelen şarkıyla. “Baharın Gülleri Açtı.”
Birden boy atmış, depreşmiş hüzün. Alışkın, ama güller dökülüveriyor gibi geliyor. Yeşermesi için biraz çabalayacak.
Anıların ayak sesleri...daha dün gibi. Batıyor çıkıyor; girip dalıyor, kurcalıyor.
Hatırlıyor, o meşum sabahı...
“Dört köşe kutuların gönüllerine kurulmadığı, iletişimin kalpten olduğu, çağca teslim alınmadığımız zamanlardı” diye düşünüyor.
Nergis ölmüştü ve artık annesizdi. İlaçlar göz önüne geliyor, nöbetler, pişmanlıklar, dokunaklı nasihatler, tartışmalar, insan ağırlıkları...
Sevgi sözcükleri boynunu büktüler, içinde yığıldı kaldılar, haberi alınca. Kelimeler vurucu. Muhatabına dökülmedikten sonra neylesinler; kısı(t)lı sevdalarıyla büsbütün dilsizleştiler.
(Ya hayatlar? Neden hep başında gibiyiz, daima eksik yaralı ve tamamlanmamış gideriz? Hangi konumda nerede olursak olalım, hayatı neden asla yeterince anlamlandıramayız; daima aç tutkulu, gizli bir suçlu gibi ölümcül günahlarımızla “hikâyemizin” koynunda yaşarız.)
Sorular, sorular. Artık ne mânâsı vardı.
Hiçbir şey yapamamıştı. Başında beklemeliydi. Refet izin vermemişti. Ama kaldığı akraba evinde sabaha kadar sıkıntıyla kıvranmıştı.
Ruhu sızlıyordu. (Hep geç oldu Allah’ım. Neden?)
İçine dolan bir şey... Keder, sevgi dalgası.. Yoğun, kaçınılmaz, kaçılmaz...
Bir ölüye sevgisini nasıl duyurabilir? Tekrar başlayabilir, mümkünün güzelini, kararıp kalmayan geleceği gösterebilir, “Hep istediğin gibi olacak anne!” diye vaat edebilir?
Babası gelip, Bahri Amca’nın evinden onu alıyor, Gülizar Teyze’yle beraberce hastahaneye gidiyorlar.
Son ziyaret. Morgda... Bembeyaz yatıyor, dimdik, boylu boyunca. Bütün acıları dindi, huzurda. (Çok çekti! Niçin?)
Ölüm sebebi: Son zamanlardaki mevcut hastalıklardan en meşumu.
Ona karşı durumu hep örtbas etmişler, eğlenceli yeşil zamanlarını, acıya çalmasın diye alabildiğince uzatmaya yeltenmişlerdi.
Nergis’in hastalığı sinsice ortaya çıkmış, sonra -çaresiz- kanserden söz eder olmuşlardı. Tedavi fasılları. Şifa masalları. Yılan kuyruğuna bağlı umutlar.
Anlamaya toparla(n)maya çalışmıştı; bir de bakmışsınız, nereye gömüleceği konuşuluyor filan. Yani bunun gibi.
Ahmaklığı mazeret değildi halbuki. Düpedüz annesinin gittikçe yıkıldığını görmezden gelmişti; 2 kere 2’yi ekleyememişti.
Malûm, varı yoğu Nedret’ti. (Beni seviyor mu, aldatıyor mu, tekrar kazanabilir miyim, kafasını kırayım mı?)
Kız, fingirdeğin tekiydi. Bunaltıdan Nergisten fazla, kendisi hayale(te) dönmüştü.
Can çekilmiş.. Ölüye sarılıyor. Geç olduğunu bile bile. Saçmalasa da ses çıkarmayıp, göz yumuyorlar.
19 yaşında artık büyümeli... Soğuk. Çok üşüyor. Babasının sesi, uzaktan:
“Mütevekkil ol Nihat! Sabret!”
(Güzel kadındı. Her şey bu kadar ucuz mu? Güzellik, sağlık, zeka.. kolayca elden gidecek mi?)
Boş bekleyişler, avuntular, sahte sahipliklerin tesellileriyle mi vakit geçirdik geçireceğiz?
Babası kâh başını okşuyor, kâh sırtını sıvazlıyor. Konuşmaları insicamsız. Zavallı o da şaşırdı.
Bir başka Nihat devrede...İleri geri bozuk,Tanrı’ya söyleniyor. Ne alıp veremediği var ailesiyle. Bellemiş işte, belâ hep evlerinde.
Gene de.. (Nedret haberi duymuş mudur acaba, yeise kapılmış mıdır?)
Bir film sarıldıkça, oynadıkça yüreğini kesiyor.
Sigara tiryakiliği; Nedret yüzünden babasına alkollü yakalanışı; bazı kız ailelerinden şikâyetler; “Sen evvelâ oğlunu eğit!” işittirmeleri; ailecek baş eğmeleri.
Annesi sanki sadece günlük ihtiyaçlarını karşılardı ve o.. deli dolu gençlik hızıyla yaşarken, kadını atlayıverdi, basıp geçti. Nasılsa, her ne yapsa affedileceğini zannederdi. Babaya ise zaten mesafeliydi.
Ki annesi kolay taşmaz, üzüntüsünü belli etmezdi. Yorulurdu, ağrırdı, kanardı ama incitmez yükletmezdi.
“Sırtın terli, gene üşüteceksin Nihatçığım. Ben azıcık keyifsizdim, ilgilenemedim kusura bakma oğulcuğum”
“Nesiyle ilgileneceksin kazık kadar herifin!”. Refet fena kızardı.
“Hassas çocuk. Akıllıdır zekidir, pek üstüne varma. Düzelecek, meraklanma.” Ata yadigârı, “evladiyelik” sözler resmi geçit yapardı.
Hastahane yeniden gözlerine, burnunun dibine dayanıyor....
Sırtına almalı, bir lahza. Sevgisini belli etmeli. Mezara girmeden, gömülmeden duygularını akıtmalı. Aksi takdirde yükünü nasıl taşımalı.
(Belki beni duyar. Seni seviyorum anne! Hep sevdim)
Esasen ne yapacağını da bilmiyor, “annesiz Nihat’ı” mı gebertsin, eline silah alıp, dünyaya mı sıksın, kurşun mu döksün. Hayır, havanda su dövsün.
İşte burada gülüyor; düzensiz dizginsiz düşünceler duygular. Her azası mânâsız ve yük.. kalbiyse yekten.
Gülizar Teyze müdahale etmiyor, ağzı kıpır kıpır. Nihat’ın o zamanlar anlamadığı, ezberinden kendi alfabesinden okuyor.
Davranıyor. Anneyi kaldırmaya çalışıyor. Ağır.. yapamayacak. Dirisini kaldırabildi mi de, ölüsünü kaldıracak.
Yıkıla yıkıla ağlıyor. Adamlıktan çıkmış, insan ağlayışı değil.
(Neden.. keşke...)
Bazı lâflar söylemek istiyor, sesi uçmuş. Ölüm Alfabesini okuyamıyor, çok yabancı, hâlâ tıfıl. Bitkin, kör gözlerle geziniyor.
(Annem olsaydı beni çoğaltırdı.)
Görünmez bir el adeta onu durduruyor. Bakışları tek noktaya mıhlanıyor.
Bebekler, küçük insan ölüleri... Şimdiye kadar hiç şahit olmadığı sahneler.
Beter üzülmesi gerekirken, annesinin kaybından duyduğu amansız ıstırap hafifliyor.
Bebeklere, hayatları doğmadan bitmiş, hiçbir deneyimin malikiyetin sahibi olmamış, iki dünya arasında kalmış, herhalde “hayatları” hep sorgulanmış, asla “olgunlaşamayacak” “A(a)dem” uzantılarına odaklanıyor. (Yedek bile değiller.) Ve sağanak boşanıyor.
“Biz hiç değilse güzel günler gördük.”
Refet omzunu tutuyor. Teselli edici, dindarane sözler:
“Hastaydı. İyileşme ümidi yoktu. Bu dünyada tam bir tutukluydu. Artık hür... Kazandı da gitti. Hastahanede ömür geçirmesini ister miydin.”
Nergis’in bir defa daha yüzünü ezberliyor.
“Allah’a ısmarladık öğretmenim! Tanrı’ya dua edeceğim; sana iyi bakması için.”
Bütün sözler, söylenecekler, içinden yükselenler, aminler ve çerçeveli kimlikler karmakarışık oluyordu sonra.. Ezber bozan ölüm, oyunbaz kader.
Önce ölüye ağlıyordu, bundan böyle özüne.. yaşama inançlarının yitmişliğine, fuzuli gelen cismine.
Şimdi ne yapacaklar. Birbirlerinden başka kimseleri yok. Üstelik Nergis.....YOK.
Ankara caddelerinde babası Refet’le birlikte yürüyor. Ertesi gün annesiyle son bir yolculuk yapacak, cenazeyi kasabalarına taşıyacak, gurbet elde bırakmayacaklar.
Aslında yolların hepsi birdi. Mekân bir.. Önemsizdi cevhersizdi insanlar.
İrinli tükenmiş zamanlar yaşardı. Hayat ölüm için vardı. Evrende her “rahim” cehennemin ağzına adam taşırdı.
Bay Ölüm’den nefret ediyordu. Gamdan, tasadan, hüsrandan, keder ve gussadan. Çileden, ıstırabın diş(l)isinden.. Çünkü tazeliğini ve “hayatın cildini” bozuyordu.
O zehirli bahar sabahını, “Baharın Gülleriyle” birlikte çizdiğinde, buna benzer duygular, izlenimler sökün ediyordu.
Babasına ziyadesiyle üzülüyordu. Annesiyle birlikte tükenmişti. Bazen birlikte ağlıyorlardı. Ne yapacaktı koca adam. İki insan.
Böyle yalınayak, çıplak, kuru, bir başına... Başkent Ankara’da, kasabada, dünyada. En önemlisi yan yana. (Gömleğinde kirli, ah baba!)
Hastahane çıkışı, hallerinde herhalde bir tuhaflık vardı. Gelip geçenler acayip acayip bakıyordu. Yahut Nihat, tüm varlığı çiziyor yadırgıyordu.
Öfkeli, ters, acizdi. Muhtaç mutsuz ve terkedilmişti. Annesini tezden özlemişti. Artık yeterdi.
(Öğrencilerini bile bahçe kapısına kadar geçirirdi. Dudaklarından hiç kötü söz duymadım. Yalnızken, hoşlandığı için “Gülbeşeker” diye çağırırdım, hemen koşup sarılır, başını göğsüme dayardı.... Fazlasıyla iyi bir eşti............ SEVGİLİ GÜLBEŞEKEEER!”
Zaptedilmiş kesik bir hıçkırık sesi. Nihat kendine geldi.
Yan yana yürürken, babası ona doğru dönüp, kendine çevirmiş ve ansızın alnından öpmüştü. “Baba!”
Kimi teselli ettiği belli değil, başını sallayarak: “Atlatıcaz oğlum atlatıcaz!” dedi.
Daima itidalli, metanetli görünen adam; ağladığını beceremese de göstermek istemiyor, merhamet davet eden bir gayretle nasılsa ayakta kalmış, “sıhhatli varlık kusurunu” örtmeye çalışıyordu.
Zihninde yüreğinde oynamalar; gelgitler... Ölüm marşları, türlü ezgiler. Ömür oyuncakları, dekorlu şık düşler, dirim üzerine cafcaflı söylevler...
Yanlarından üç tekerlekli arabasıyla, muz satıcısı geçti. Canı muz çekti.
(Tanrım ne alâka ama? Hayret! Acıkıyordu susuyordu yoruluyordu; tercih bile yapıyordu. Meslekler ve Kızlar!)
“Sana muz alayım Nihat”. Babaydı, sevdiğini bilirdi.
Hayattan çook.. alacakları vardı. Ölümün “âli rehberliğine” karşılık...
Refet: “Daha başındasın oğlum, öğreneceğin çok şey var.” diye, yüzüncü kez yineledi.
Haklıydı. Ne alfabeler söküp kitaplar devirecek, yaşamına harfler ekleyecek, çetrefil girift okuma yazmalar yapacak, ne devasa deryadil “hocalarla”.. kazanacaktı.
Heceleyecek, belleyecek, öğrenecek ve öğretecekti. A’dan Z’ye... Elbette hummalı “yüksek gerilimler” de yaşayacaktı.
Ama “Hayat Alfabesinin” neresindeydi, durduğu yeri kestirebilse.
Neyse ki, “seçili sözcüklerle, gönül bilgisiyle” kendi dilini kurabilmişti. “Sevgi”...
Gürültü artmıştı, pencereyi kapadı.
Müzik usul usul içinde çalmaya başladı. Göğsündeki “yalnız talebenin” sesine; evrendeki tüm “baharlı” öğrenci nefeslerine karıştı.
“Baharın Gülleri”... Nergis Öğretmenin en sevdiği şarkıydı.