Menu
BURHANETTİN BEY
Öykü • BURHANETTİN BEY

BURHANETTİN BEY



Bahçe kapısından girdi. Gözleri tavukların ve köpeğin üzerinde gezdi. On iki tavuk vardı. Her biri bahçenin dört tarafını turluyor, yiyecek bir şeyler arıyorlardı. Toprağı deşeliyorlar, taze bitmiş otların canlarını çıkarıyorlar, küçücük karıncalar tavuklardan kaçacak delik arıyorlardı. Açlığın verdiği tesirle ne bulurlarsa ağızlarına atıyorlardı çaresiz. Onların bu hallerini kaşları çatılmış, burnu kıpkırmızı olmuş, sinirlendiğinde alnında beliren üç beş çizgiyle bakıyordu. Yine gelinleri tarafından aç bırakılmış olma ihtimali aklında hızlıca geçti. “Evet, evet mutlaka yine yemlerini vermeyi unutmuşlardır” diyerek sinirli eve girdi. O sırada salonda konuşmaya dalan gelinlerine fark ettirmeden mutfaktan en keskin bıçağı alıp yeniden bahçeye çıktı. Bu affedilir bir hata değildi. Bir, iki, üç saymaya başladı. Daha iki gün önce yine unuttuklarını bahane etmişlerdi. Ama bir daha unutmayacaklardı.

İlk tavuğa yakaladı. Hiç vakit kaybetmeden yatırıp boğazını kesti. On bir tane daha vardı. Bahçe bir anda kaçan tavuklarla onları yakalamaya çalışan adamla curcunaya döndü. Sağa sola kaçıyorlar, bağırıp duruyorlardı. Uzun uzun ve soluksuz. Kanat sesleri, mavi gökteki kuşların kanat çırpınışlarına benzemiyordu. Bu gürültü üç katlı evin ikinci katının pencerelerine vurmaya başladı. Sert bir cismin bütün kuvveti üzerlerine yayıldı. Kelam değil, insan çığlığı değil gıt gıt gıdak diye etrafta yayılan bir çığlık. Gelinler yerlerinden fırladılar. Bahçeye geldiklerinde gördükleri manzara karşısında donup kaldılar. Tavukların başları bedenlerinden ayrılmış, her iki uzuv ayrı yerlere dağılmıştı. Hâlâ bazılarının nefes aldıkları görülüyordu. Yemyeşil otlar kanların istilasıyla renk değiştirmiş, gözle görülecek kadar toprağa dağılmıştı.

Uzun ve zayıf olan gelini gayri ihtiyari ellerini ağzına götürdü. Nerdeyse parmağını ısıracaktı. Şaşkınlık ve korku sert yüzünde dalga dalga esti. Cılız bedeninde kalp süratle atmaya başladı. Duracak gibi de gözükmüyordu. Asla tahmin edemeyeceği bir hadiseye şahit olmuş, alnından terler boşalmaya başlamıştı. Diğer kısa ve şişman gelin “aman Allah’ım!” ağızdan sayıklar gibi çıkmış, başka söze hacet kalmamış gibi sadece baka kalmıştı. İnsana sükunet veren yüzü bembeyaz kesilmiş, kırmıza benzer yollar ayrılmıştı.

Köpek ise tellerin kenarına çökmüş, masum masum sahibinin yaptıklarını seyretmişti. Onu bu ürkek hali tavukların kaçışlarına karışmış, daha önce görmediği bu manzara kabuğuna çekilmiş yırtıcı bir hayvanın sessizliğini vermişti. Hele o bıçak bir korkuda ona bırakmış, gık bile diyememişti.

Son tavukta bıçaktan kurtulamamış, bir anda bahçe tavuk cesetleriyle dolmuştu. İki gelin kendilerine dönüp bakan kayın pederinin o ateş gibi gözlerini görünce titremeye, kaçacak bir yer var mı diye düşünmeye başlamışlardı. Burhanettin bey gelinlerine bağırdı. Bu devasa beden bu gür sesle ne kadar orantılıydı. “Ben size bu tavuklara yem vermeyi unutmayacaksınız demedim mi? Bu kaçıncı ihmal ediş.” Karşıda tek bir cevap bile yoktu. Şiddetli bir karayel esiyor, ama onları uçurmak yerine sabit olarak yere çakıyordu. Bu nasıl karayel? Keşke uçursaydı onları. Başları öne eğilmiş iki gelin bu öfkeyi hak ettiklerini çoktan anlamışlardı.

Kanlara bulaşmış bıçağı bahçenin sağ tarafına fırlattı. Bir an dönüp tavuklar baktı. Yaşamla bütün alakaları bir öfke yüzünden kesilmiş, ötüşleri sineklerin vızıltılarıyla yer değiştirmişti. Köpek ise yalvarırcasına ona bakıyor, sanki beni kesme diyordu. Tavuk ve kan kokuları burunlara geliyor, yüzü buruşturuyordu. Gelinler de tıpkı köpek gibi tek bir nefes bile alamıyorlardı. Şu kötü an bitsin diye dışarıdan duyulamayacak bir duaya sarılmışlardı.

Tavukların çoğu komşulara dağıtılmış sadece birini pişirmekle o kötü gün son bulmuştu. Büyük gelin şimdi doksan yaşında olan kayın pederine tavuklu çorbayı içirirken o günü hatırlamıştı. Artık mazinin bir payı olan o gün ne zaman tavuk yese hemen aklına geliverirdi. O da altmış yaşına gelmişti. Göz kenarları kırışmış, yılların birikimi şişman bedeninde çoktan yer edinmişti.

Bir doksana yakın boyu, yüzü, omuzları kocaman olan bu adam tıpkı ismi gibi cesametliydi. Babası Burhanettin ismini koyduğunda bu ismin ömrünün her safhasında yer alacağını bilir miydi? Annesinin karnında ağlayan, zavallı kadının odanın içinde koşturan bu adam nevi şahsına münhasır olacağını daha çocukken anlamışlar mıydı? Burhanettin zor bir adamdı. Zor olduğu kadar yufka yürekli, bol bol hikayesi olan biriydi. Herkesle uyum sağlayamaz. Menfi, tembel insanlardan nefret eder, onları hayatına asla sokmazdı. Çevresinde mecburen böyle birileri varsa fazla muhatap olmaz, çalışkanlığına zarar verir diye ayak üstü konuşmalar yaparak hemen uzaklaşırdı onlardan. Sonu gelmeyen düşünceler deryasına dalar, her hadisede bir sonuç çıkarırdı mutlaka. Boyu gibi düşünceleri de uzundu. Yüzü, elleri, bacakları her yeri uzundu. Öyle ki ömrü bile uzun olmuştu.

Henüz çocukken farklı bir yapıya sahipti. Ne çocuklarla sokakta oynamış ne de babasının elinden tutup baba oğul muhabbetini yaşamıştı. Daha çocukken bile genç delikanlı gibi davranır, hep kendinden büyüklerle arkadaş olurdu. İlk okul mezunuydu. Bir terzinin yanında önce çıraklığa başlamış daha sonra kendi ve dikiş makinesinin sığa bileceği kadar bir dükkan satın almıştı. Müşterilerini çoğu zaman kapı önünde karşılar, provalarını orada yapmak zorunda kalırdı. Kırklı yılların sonu bu küçük dükkanda geçmiş ellilerin başlangıcında biraz daha büyük bir dükkan satın almıştı. Artık hem kendi hem de müşterileri de bu geniş yerde rahat hareket edebiliyordu. Genel olarak erkek kıyafeti dikiyordu. Ahbap olduğu adamların yanı sıra hiç sevmediği ama katlanmak zorunda kaldığı müşterileri de olurdu.

Pala bıyıklı bir adam vardı ki onu görünce içinde ne kadar menfi duygular varsa ortaya çıkar, ister istemez mimik hareketleri ve konuşmasıyla belli ederdi. Bu belli edişe rağmen aldırmaz, kıyafetlerini, söküklerini hep ona getirip diktirirdi. Dükkanına uğradığı zaman kalmak bilmezdi. İş sırasında gevezelilik yapmaktan hoşlanmadığından karşıdakiyle konuşmazdı. İşine olan hırsı bilindiğinden karşıdaki kahvesini içer, ayaklarını üst üstte atar, biraz vakit öldürmek içinde oyalanır dururdu.

Burhanettin birinin kendisine dikkatle baktığında o işe tam olarak hakim olamazdı. Dikişi yanlış çizgide götürür, eline iğne batardı. Ara da bir başına yana çevirir, rahatsız olduğunu gösterirdi. Ama karşıdaki anlamamakta direndiğinden ilk onun işini yapar, göndermek içinde bütün gücünü sarf ederdi. Konuşma aralarında hiç evine davet etmediğinde yakına bu adama bahaneler uydurmaktan da bıkmıştı.

Hiç muhatap olmak istemediği bu tembel, çok gülmekten göz kenarları çizgilerle dolan Osman beyle dünür olmuşlardı. Nerden oğlu gidip bu adamın kızını bulmuştu. Artık evinde ağırlamak zorunda kalıyor, sırası gelince oğluna bir güzelde sitem ediyordu. İşte kısa, şişman olan küçük gelin bu hoşlanmadığı Osman beyin kızıydı. Gelinine kızdığı çoğu zaman onunda bir payı olurdu. Sanki gelini azarlarken bütün hıncını babasından çıkarıyormuş gibi gelirdi. Akşam yemeklerinde Osman beyde sofrada ise o yemek tamamen zehir olurdu. O sırada ya geçmişinde yaşadığı kendince çok ilginç bir hadiseyi anlatır ya da günlük o gün ne olmuşsa seri seri halinde bahseder, konuşma sırasını kimseye vermezdi. Böyle durumlarda hep dinleyen taraf olduğundan ekşi suratıyla mukabele ederdi. Hiç gocunmayan, alınmayan Osman beyde anlattıkça anlatırdı. Gelinler damatlar ve torunlar gergin bir ortamda yemeklerini yemek zorunda kalırlardı.

Bir gün dükkanında birkaç müşterinin bulunduğu sırada Osman beyin gevezeliği tutmuştu yine.

“Ne güzel ayak ayak üstüne atışınız var. Her iki ayağınızda yerde” demişti.

O anda iki müşteri de hemen ayağına bakmıştı. Aynı anda yukarıdaki ayakla aşağıdaki ayak yere sabit olarak değiyordu.

Daha önce kimsenin dikkatini çekmeyen bu ayak üstüne atışı yıllarca üzerinde kalmasına sebep olmuştu. O günden sonra gerek bir arkadaş sohbetinde gerek resmi bir dairede beklediğinde ya da evde onu ayak ayak üstüne atışana bakarlardı. Herkesin yüzünden önce ayaklarına bakmasından rahatsız olurdu. Hayatı boyunca hiç normal oturmamış bir adam için ayak ayak üstüne atmadan oturmak imkansızdı. Bugün bile bu yaşlı haliyle elinde sigarası, kendinden emin duruşu ve artık meşhur olmuş beden hareketiyle aynıydı. Gençken neyse şimdi de öyleydi. Hep balkonda oturuyor, bütün gününü orada geçirmek zorunda kalıyordu. Diğer balkonlardan bakanlar yine onun ayaklarına bakıyor, kendi aralarında fısıltıyla konuşuyorlardı.

O eski hali pek değişmemişti. Yine ismiyle müsemma yine gözlerinde merhametten çok öfke vardı. Hele gururu taşkın derelerin akışı gibi önüne ne çıkarsa avuçlarına alacak kadar haşmetliydi. Hayatında hiç çıkartamadığı sigarası ve çayıyla yaşamaya devam ediyordu. Ramazan ayında öfkesi yere göğe sığmazdı. Gündüz çayı ve sigarası olmadığında ne yaptığı işe ne de hayatın gidişatına kendini verirdi. Aklında tamamen iftar vakti, saate bakmak günün en çok yapılan işi olurdu. Kaç defa. Bazen öğlen eve gelir. Bahçede oturur rahat edemez. Merdivenden inip çıkar. Odasına geçer, dayanamaz salona gider. Uyumaya çalışır, yatakta dönüp durur. Tavana bakar, başka düşüncelerden medet bekler, olmaz. Hücrelerine kadar işlemiş sigara ve çay krizine girer, orucunu bozamadığından sebepsiz öfkelenirdi. Bu hali başta gelinleri olmak üzere bütün ev halkını huzursuz ederdi. Her Ramazan başlangıcı tedirgin, korku; bitişi sevinç olurdu. Hiç normal olmayan bu durum arife günüyle mutlu sona erer, bayramda herkesten daha çok neşeli olurdu. Nihayet gündüzde sigarasına ve çayına kavuşmuştur. Artık öfke aynı minval üzerinde devam ederdi.

Doksan yıllık ömrünün her safhasını net hatırlamasa da bazı özel anlar zihninde yeniden dirilirdi. O dirilme bazen bütün gününü bazen de birkaç saatini alırdı. O kendinden geçişi bir baygınlık nöbetine benzerdi ki dış dünyayla iletişimi kesilmiş, saniyelerle, dakikalarla, saatle alakası olmayan bir zaman üstünü çıkmıştır. Bu hal son dönemlerde daha çok artmış, git gide gerçek bir hayatın kurgusu hayalinde gezer olmuştu. Dışarısı sanal, suni ne el tutulur ne de gözle görülür bir hakikati vardı. Her şey bir rüyaydı ve bu rüya bitmek üzereydi. Son kez geçmişe dair bir acı kalbinde dolaşmaya başladı. En küçük oğlunu henüz otuz sekiz yaşındayken ölmesini hatırladı. Gözleri kırmızı çizgilerler, kalbi de kıpkırmızı kanlarla doldu. Ve Azrail ona yavaş yavaş görünmeye başladı.

Diğer Yazıları