Menu
BENİM GÖZLERİMLE BAK İSTANBULA
Öykü • BENİM GÖZLERİMLE BAK İSTANBULA

BENİM GÖZLERİMLE BAK İSTANBULA



Galata köprüsünde yürüyorum. Dalgınlık yine beni bulmuş, etrafımda ne var ne yok habersizim. İçimde belli belirsiz duygular geçiyor, ancak birine hakim olabiliyorum. Onunla oyalanıyor, derdimi döküyorum. Çok sevdiğim bu şehirde yalnız olmak hissiyatı başını alıp gitmiyor çok uzak tepelere. Yamaçlarında bitmiş otların yanına devrilmiyor. Bu yalnızlık başka bir yalnızlığın tercümanı olarak hep var oluyor benimle. Buna bir de hasretlik eklenince, bu şehri görmeyen kara bir gözden dökülen damlalar oluveriyorum.

Babamın  masal gibi anlatmasıyla aşık olmuştum İstanbul’a. Yıllarca içimde can verdim bu aşka. Hep diri kalsın diye her gün anlatmasını istedim. Öyle hemen üzerinden geçilip unutulacak bir masal değildi. Her satırında sayfaları dolduracak kadar sonsuz bir mana barındırıyordu. Her dinlediğimde bu mana daha bir derinleşiyor,  yüreğimdeki onlarca sarsıntıyı göz bebeğimden dışarıya fırlıyordu.

Babamın İstanbul’a duyduğu hasretle büyüdüm. Onun hasreti dev dalgalar gibiydi. Bir türlü durgun bir sahil bulamayan, köpürdükçe köpüren ve gün geçtikçe azalmak yerine büyüyen bir dalgaydı. Yaşadığımız şehri kapkara bir görüntüye mahkum eden bu buruk özlemin hep seyircisi oldum. Gün geldi ben üzüldüm babamın yerine. Ben ağladım

Babam yirmi yaşlarında İstanbul’a gelmiş. Toy bir delikanlının heyecanıyla şehre ilk geldiğinde hiç susmayan bir gürültü ve kalabalıkla karşılaşmış. “Nasıl alışırım, birine çarpmadan yürümek imkansız” diye söylenmiş. Seksenli yılların İstanbul’un da garip bir misafir gibi yaşamış aylarca. Yabancısı olduğu insanların yanı sıra bir türlü yürümekle bitiremediği sokaklar da bazen  of çekmiş.

Yavaş  yavaş bu şehre alışmaya başlamış. Yıllara boyun eğmeyen saltanatına, cesametiyle dünyaya meydan okumasına,  vakarının her yerde görünmesine, bir sultan gibi ağırlanmasına  gönlünü kaptırmıştı. Gürültüsünde bile bir sükunet saklı olduğunu  ve sabah ışıklarını ortaya döken, öğlen dağılmasını seyreden, akşam ise yeniden toplayan  güneşe benzetmiş. Güneşin yedi rengi İstanbul’un yedi tepesinde daima parlamış, ışıkları ona vurup durmuş.

Kız kulesini ilk gördüğünde, kalbin bütün hallerini temaşa eden bir ruha benzetmiş. O hep en ince çizgilerde yürüyen, en gizli hatıralarda dolaşan bir seyyah oluvermiş nazarında.  Vapurdan bakarken onu gizemine dalıp gittiği anlar çok olmuş. Deniz ortasında bakışlarına sırlar bıraktığı,  sonraları hayaliyle o sırların keşfine çıktığı geceler az değilmiş.

İstanbul, maneviyatı ve  görkemli geçmişiyle yaşıyordu. Tarihindeki  binlerce hadiseyi hâlâ kucağında taşıdığına inanıyordu.  Çok yaşlıydı. Yüzündeki çizgiler devasa hatıraları gün yüzüne çıkartıyor, irili ufaklı her tarafında yollar beliriyordu. Gezip gördükçe o hatıralar daha çok büyüyor, sevgisi ona göre katmerleşiyor, önüne geçemedi bir sevda oluveriyordu.

Canından bir parça gibi sevmiş. O canında gezerken, vapuruna binmiş, iskelede balık ekmek yemiş, Üsküdar’dan kız kulesini seyretmiş, Emin önünden galata kulesine bakmış, Eyüp sultanda dua etmiş, Divan yolunda aşka gelircesine yürümüş, Yeni caminin merdivenlerinde oturmuş,  Beyazıt meydanında güvercinlere yem atmış. İstanbul’da yapılması gereken her şeyi yapmış.

Artık bir İstanbullu gibi yaşıyordu. Onu başka bir yerden geldiğine kimse inanamazdı. Her hali, her tavrı hatta konuşması bile bu kentin diğer insanlarında farklı değildi. Annemle evlenmiş, ağabeyimde bu şehirde doğmuştu.

Gökyüzünün kapalı olduğu bir öğlen sonrası İstanbul yavaş yavaş siluete bürünmüş. Kendini çekmeye hatta saklamaya başlamış. Hızlıca etrafında dönüp ne olduğunu anlamaya çalışan babam hiç bilmediği bazı ilçelerinden ya da adalarından veda musikileri de duyduğunu zannetmiş. Sonra musiki sesi bütün şehri kaplamış aniden. Neden böyle bir duyguya kapıldığını anlayamamış önce. Şaşırmış, öfkelenmiş, yumruğunu sıkarak eve girmiş. Daha selam bile vermeden annem eline bir mektup uzatmış. Mektubu okuduktan sonra neden İstanbul’un o gün üzerine kara bir perde çekilmiş gibi kendini sakladığını anlamış.

Babam mektubu aldığı dönemlerden çalıştığı fabrikanın kapanmasıyla işsiz kalmıştı. Tam üç aydır iş aramasına rağmen bulamamıştı. Günleri çaresizlik içinde geçerken bu mektubu bir çare olarak görmüş. Annesinin dilinden ağabeyi tarafından yazılmış. Babasının rahmetli olduğunu, kendisine miras bıraktığını haber vermişler.

Yedi yıldan sonra ayrıldıkları günü babamdan on yaşındayken dinlemiştim. O zaman annem bana hamile imiş. Yanlarında üç yaşında ağabeyim, karnı burnunda annemle otogara giderken İstanbul’u bırakmanın hüznü olanca kuvvetiyle vurmuş, darbelerinden canı yanmış. Otobüs yavaş yavaş uzaklaşırken, arkasında bıraktığı her şeyi bir sis kaplamış; camiler, binalar, caddeler bulanık görünmüş gözlerine. Bu şehri bir daha göremeyeceğini ağır ağır hissetmiş.

Babam memleketimize döndüğün de dedemin bıraktığı miras ve hemen eski ahbapları aracılığıyla bulduğu işten dolayı geçim sıkıntısını pek çekmedik. Bazen iyi  olduğumuz günlerde oldu. Ama ben babamın kıtlık içinde Emin önündeki balık ekmekten aldığı zevki hiç unutamadığını biliyordum. Bazen sofrada bir ah çeker. Ev halkı bu ahın ne olduğunu hemen anlardı. Annem:

-Artık yeter!. Kendini çok üzüyorsun derdi.

Babam anneme dönüp öyle bir bakardı ki, unutulmayan bir aşkın var gücüyle ayakta durduğunu görürdüm. Sözleri bu içten bakışından kuvvet alarak konuşmaya başladı mı  odanın tavanına kadar gür bir sesin acizliği yankılanırdı.

-Bırak hanım bari İstanbul için üzüleyim. O bile bir sevinç. Diye karşılık veren babamın gözlerinde birikmiş yedi yılın anısı göğe durmuş ayna gibi parlardı. Öyle ki onsuz İstanbul’un yaşadığına inanamıyordu. İnsanları vapura biniyor olabilir miydi? Kız kulesine bakıyor, kuşlara yem atıyorlar mıydı? Bütün bunlar  devam ediyor muydu? Kendisi yoktu ya sanki İstanbul’da yoktu. Ama o vardı. Çok uzaklarda hâlâ  sevdasıyla milyonlarca  insanı yüreğinde, belinde, kucağında taşıyordu.

“O bile sevinç” bu sözüyle kaç gece düşünmeme sebep olmuştur babam. Yorganı üzerime çektiğimde  o şehrin üzüntüsünü de çekiyordum. Ama babam gibi o sevinci duyamıyordum. Nedeni İstanbul’u görmeyişime verdim. Ben ona kavuştuğumda sevinecektim.

Babam, büyümeye başladığımda üniversiteyi İstanbul’da okumanı çok isterdim oğlum derdi. Özellikle benim için söylemesinin sebebi kendisindeki İstanbul sevgisinin ben de mevcut olduğunu görmesindendi. İstanbul’da okumak fikri hayalimi süslüyor, Beyazıt meydanında elimde kitaplarımla yürüyeceğimi düşüncesi beni ders çalışmaya daha çok teşvik ediyordu.

O gün babam için hayatında ki en özel günlerden biriydi. Benim için ise hayalimin gerçekleştiği gündü.  Babam ancak vapur iskelesine geldiğimizde İstanbul’da olduğumuzu anladı. Martıların sesleri, kalabalığın hiç değişmeyen gürültüsü kulaklarında seyran ettiğinde. İki yıldır göremeyen gözlerine değil kulaklarında dolup taştı İstanbul. Babamın gözleriyle bakıyordum. Ben anlatırken sessizce dinliyordu.

“İstanbul’u dinlemek bile görmek kadar güzeldir” dedi babam. Yeni camiinin merdivenlerinde oturuyorduk. Orhan Veli’nin meşhur şiiri “İstanbul’u dinliyorum” aklıma geldi. Sırf bu şehre duyduğum sevgimden dolayı ezberlediğim şiirlerden biriydi. Babama ilk kıtasını okumaya başladım. Gerçekten hissetmek adına kapattım gözlerimi.


İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;  
Önce hafiften bir rüzgar esiyor; 
Yavaş yavaş sallanıyor  
Yapraklar ağaçlarda; 
Uzaklarda, çok uzaklarda  
Sucuların hiç durmayan çıngırakları;  
İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı.

Vapurun düdüğü,  tramvayın rayların üzerinden geçerken çıkardığı gürültü, kuşların kanat çırpınışları, çarşının kalabalığı, simitçinin bağırtısı ve çocukların şen şakrak gülüşleri duyuluyordu.

Babamın sağ eli yana düşmüş, başı dik, bomboş bir karanlığa dalıp gitmişti. Yedi yıl boyunca gördüğü şehrin şimdi görememenin tarifi yapılamazdı. Israrla sorduğum bütün sorulara susmakla cevap veriyordu. Kim bilir neler doğup neler batıyordu kendi dünyasında. Hangi camilerde gezinti yapıyor  hangi köprülerde yürüyordur. Ya da hiç biri değil. Sadece dinliyordur.  Bana düşen ise ilk geldiğim günü babamla paylaşmış olmanın memnuniyetini duymaktı. Geçirdiğimiz bir gün boyunca uğradığımız her mekanda babamın sessizliğine şahit oldum. Bu şahit oluş şimdi her şeyiyle gördüğüm bu şehrin emsalsiz güzelliğine inmiş bir gölge gibi beni takip etmekte.

Babam memlekete döndüğünde “benim gözlerimle bak İstanbul’a” demişti. Aylardır buradayım. Ve babamın gözleriyle İstanbul’a bakıyorum.

Diğer Yazıları