Menu
DELİ DELİ
Öykü • DELİ DELİ

DELİ DELİ



Sokak aralarına gizlenmiş çocuklar onun gelmesini bekliyorlar. Ellerinde  bilye büyüklüğünde taşlarla. Her an gelebilir beklenen.

İşte geliyor. Hemen atılıyorlar öne. Eller boşalmaya başlıyor. İsabet edilen yere ah bırakıyor taşlar. Sonra yerlere o bildik yerlere düşüyorlar. Arkasından başka taşlar  yine başka taşlar. Bir nara kalan diğer taşları hiç zorlanmadan boşaltıyor. Yere kavuşmanın sevinci görünmüyor. Başlıyor kaçışma. Eller  pes etse de diller oyununa devam ediyor.  Birkaç adım atılıyor. Arkaya dönülüp “deli deli” diye bağırıyorlar. Koşmaya devam ediliyor.  Yüz geriliyor, sinirler alt üst oluyor. O durunca çocuklarda duruyor. Gülmelerini hem de delice gülmelerini sürdürüyorlar. Alay edilen bütün öfkesini çıkartırcasına ellerini yumruk yapıyor. Yetmiyor öfkesini dindirmeye. Bir evin duvarına vurmaya başlıyor kendini. Bir belini bir göğsünü. Yuvarlanıyor bedeni.

Çocuklara dönüyor.  Karşılıklı bakışlar alayla öfkenin birbirine karıştığı anın resmini çiziyor. Kara kalem bu resim  bir anda hezimete uğrar gibi  çıldırıyor. Çocuklar korkularını o bildik gülmelerin arkasına saklıyorlar sinsice. Daha fazla bakamadan kaçışmaya başlıyorlar yeniden.  Terler dökülüyor anlından yanakların ucuna. Bir iki üç değil dört beş kere  dökülüyor.  Yakalanma endişesi sanki terin içinde bir buhar makinesi olmuş. Yaktıkça yakıyor.

O bildik bilmedik hisleri  yine sarsılıyor bedeninde. Bir kitabın sayfasında bekleyen ayracın sakinliğinden uzak. Can yakmak istiyor. Ezmek istiyor her şeyi. Bu  andan önce geçmişi. Bir karıncayı ezer gibi.  Saçlarındaki bütün  beyazları şahit tutmak istercesine.

Göğün maviliği hiç bu kadar mavi güneşin rengi hiç bu kadar sarı olmamıştı. Bugün cumartesiydi. Diğer günlerden farklı ve anlamlıydı. Yalnızlığına bir yaren gelecekti. Mutlu bir evlilik ve çocuklar.

Salonun ortasında annesiyle öylece kala kalmıştı. Ruhunun her yanında onu  yakan ateş kütleleri oluşmuştu. Engel olamadığı bir titreme vücudunu sarmıştı.  Çiçekler bir dahaki  kız istemede olmayacakmış gibi  fırlatıldı yerlere. Artık onun nazarında bütün çiçekler solmuştu. Evindeki çiçeklerin bile suyunu hep ihmal edecekti bundan sonra. 

Evlerine doğru yürürken göğün maviliği griye güneşin rengi siyaha dönüşmüştü.  Deliliğin işareti olduğunu henüz anlamamıştı. Ertesi gün bir dahaki ertesi gün düşünmesi, algılaması farklılaşmıştı. “Ben kızımı vermiyorum” tek bu söz hep dolaştı zihninde. Yemeğinde, suyunda,  rüyasında,  konuşmasında.  Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Ağaçlar yapraklarını döküyor,  gökkuşağı çıkıyor, yağmur her zamanki gibi yağıyordu. Ama o bunları idrak edemiyordu. Öylesine bakıyor, öylesine gülüyor, öylesine karnını doyuruyordu. Ciddiye alınacak hiçbir şey kalmamıştı.

Üzerinde soğuk sular geziyordu sanki. Titreme hali o cumartesi gününden miras kalmış gibi hiç geçmiyordu. Ayrılık  namlusunu ona dikmiş o da hep bakıyordu. Gözünün feri gidene kadar, duygular yorulana kadar bakacaktı belki de. Her şey ayrılık olacaktı. Kökünden  sökülen ağaç gibi.  Yanı başında deli deli esecek bir rüzgarın dokunmasını hissedecekti yüzünde. Her esişinde üzülecek zaman gelecek üzülmeyi unutacaktı. Her şeyi unutacaktı. Aşkını bile.

Hayat hep böyle devam ederken günün birinde onun deliliğini gün yüzüne çıkardı.  Kendi halinde yaşayan, hep onunla sessiz sedası varlığını sürdüren deliliğini.

Yine başı önüne eğilmiş, yine omuzları çökmüş, kolları sallanmadan yürüyordu.  Arkasından onu takip eden birilerinden habersizdi. Sonra  “deli deli” diye bağırdılar ona.  Durdu. Başı kalkmış, omuzlar dikleşmişti. Her şeyden habersiz yüzünün bazı yerlerinde damarlar atmaya başladı. Uzun zamandır yoksun olduğu kan yüzüne gelmiş ateş gibi yakmaya başlamıştı. İl kez ona  deli diyorlardı. İsyanlar, kabul etmemeler dolaştı kanla beraber gözünde. Kırmızı bir renk peyda olmuştu. Kızgınlık kırmızılığın içinde parladı. Şimdi hakimiyet ondaydı. Hemen arkasını döndü. Çocuklar bu gözü görünce korktu; kaçışmaya başladılar. Arkalarından gidemedi. Yana baktı. Bir evin bahçe duvarı. Ona hakim olan öfkesi  bütün gücüyle onu duvara yöneltti.  Kendini duvara vurdukça bir şeyler gücünü yitiriyor, rahatlama geliyordu. 

Yüzlerce cumartesi geçmişti o günün üzerinden. Titremeler hala devam ediyordu.  Mahallenin delisi olup çıkmıştı çocukların yüzünden. Bir gün yine bu kovalamaların olduğu  esnada on yaşlarında küçük bir kız gördü. Babasıyla beraber. Onlara doğru yürümeye başladı. Küçük kız onu görünce korktu hemen babasının arkasına saklandı. Ellerini uzatırken kız daha çok babasının arkasına sığınıyor, babası korkmamasını defalarca söylemesine rağmen bir türlü ikna olmuyordu.  Alışılmış bir halden farklıydı bu durum. Nasılda cezp etmişti bu kız onu. Saçlarının okşamak isteyişine karşılık tepki veriyordu. “Eve gidelim” diyordu durmadan. Çaresiz babası elinden tutup eve götürmüştü onu. Üzerinde taşıdığı deliliği her şeyin önüne geçmiş, küçük çocuğun başını sevgiyle okşayamamıştı. Belki de geçmişinde kaybolan bir istekti  bu kız çocuğu.  Hatırlamıyordu. Ama onu birkaç dakikalık başka ufuklara baktıran bu duygu yabancı gelmemişti.

İşte bugünde yine o kovalamalar yaşanıyordu. Zamanla çocuklar büyümüş yerine başka çocuklar geçmiş olsa da  durum yine değişmiyordu. Duvarlarda tükeniyordu bedeni. Her darbe alışına boyun eğmek zorunda kalıyordu. Hayatın bir yerinde onu bulmuş olan bu deliliği bir sığınma olmuştu acılarına. Unutmanın değişik boyutlarında  geziyordu. Bugüne kadar ne olmuşsa şimdi önemini yitirmişti. Bir tek bu kovalamalar nedense önemini yitirmiyordu. Onu kendi haline bırakmıyordu. Birbirini kopya edercesine geçiyordu günler. Geçiyordu ama dizinin üzerine çökmüş halde bir noktaya dalıp gidiyordu bazen. Bu dalışı bazı şeyleri değiştiriyordu. Çocuklara tesir etmese de ona bakan genç bir kıza nüfus ediyordu. Saçlarındaki beyazlara baktı. Yerlerde gezen gözlerine. Şimdi ne düşünüyordu bu haliyle? Öylesine mi bakıyordu yerlere?

Çocukken saçlarını okşamak isteyen bu adama hep farklı bir ruh haliyle baktı büyürken. Korkusu yok olmuş yerine bazen şaşırıp kaldığı hisleri vermişti. Evden her çıktığında şahit olduğu bu kovalamalara bakarken çocukların attığı taşlar ona gelmesin diye dikkat etmesini bir yana bırakırsa  aslında bir tiyatronun sahnesi vardı bu yollarda. Nerdeyse her gün seyrettiği. Yıllar geçmesiyle değişmeyen tek oyuncuydu bu adam. Ama birkaç senedir  o da yoktu. Sanki biri elini uzatıp onu sahneden çekmişti. Öyle gizli çekmişti ki kimse görmemiş kimse anlamamıştı. Her zamanki gibi çocuklar oyun oynuyor, gülüyor,  şakalaşıyor, kavga ediyorlardı. Sanki hiç yaşamamış, hiç bu sokaklarda alaylara maruz kalmamıştı. Aradan geçen birkaç seneden sonra genç kız daha yeni hatırlamıştı onu. Kendi kendine  “şimdi nerelerde?” dedi.

Diğer Yazıları