‘Yanımda saçları yağmur kokan bir güzel kız/umuda yaklaşıyorduk ortak adımlarla...’*
Hayat, diye başlardı bildiğimiz bütün yağmurlar… Bilmediğimiz hiçbir yağmur yoktu üstelik. Bütün zamanları biliyorduk, bütün yağmurları ve çocukları ve insanları. Bir rüzgârın esişi oluyordu yola çıkış ve çalıştığınız dükkândan yükselen ses size bütün değerlerinizi tükürtüyordu;
Şu şarkıyı değiştir!
Olur, olmaz yerde giren replikler gibi hayata gecikmiş ve eskimiştik. Gecikirken yollarda sürünmüştük. Böylelikle bizleri, eskimenin anlamını sözlüklere resimli anlatım olarak sundular… Böylelikle şarkımızı değiştirdik. Şarkı bizi değişti, şehirler bir kez daha inatla parlayarak ıslandılar. Bir şehir ıslakken en az bir kadın kadar güzel olabiliyordu işte, çocuklarsa kirli… Kirlenmiş tüm çocuklar adına sokak lambasından damlayan yağmura dilimi uzatıyor, çekici ve fiyakalı bakışlar atan tüm kadınlar adına ayakkabımı birikintilerden uzak tutuyordum ve şehirler adına başı dik duruyordum… Ben bu ülkenin üç yağmurlu şehirciğiydim, su birikintileri küçük kasabalarım, büyük umutlarım…
Adımımı, hayata sertçe indirdiğim zamanlardı. Başımı dik ve yerde tutmayı aynı anda becerdiğim günlerdeydi takvim yaprakları, o zamanlar takvim yapraklarını koparıyorduk. Şimdi kendimden birer birer yonttuğum gözyaşı huzmesi ışık tutarak anlatıyor günlerimi. Günlerim oryantal takılarla keyif buluyor. Koca adam oldun be azizim, diyorum aynalara. Boş gördüğüm her ayna, kendime isyan şehirciği kurmamı öğütlüyor. Dünyayı kendime karşı örgütlüyorum; işlerim asla yoluna girmiyor, başarıyorum…
Kendi uzağına bakan bir adamım artık. İsmimi hiçbir ağza bir hıçkırık kadar yakışmayacak. Gayrısında bir eylülün hıncını döküyorum işte, tüm gevezeliğim bundan… Şemsiyem yok, şemsiyesi olmayan bir kadın arıyorum gözlerini benden, gözlerini aşktan, gözlerini yerden kaldırmayacak. Yüzüme taze huzur kokusu çarpıyor bilmeden. Bu şehrimin ilk kısmını, yani umudu oluşturuyor… Şehrimi kurdum; umut, toprak ve dua…
Eve gelmeme az kaldı, Üsküdar’dan vapura biniyorum, bayatlamış bir hüzün getiriyor önüme çaycı, sahipleniyorum. Hüzünlere de zam gelmiş diye hayıflanıyor yaşlı martı, martısız şehirlere selam yolluyorum; ilk fırsatta dizlerinize döneceğim.
Bilgiç bir rüzgâr esiyor, saçlarımın hafiften döküldüğünü hissediyorum, yıllarım çıkıyor saklandığı yerden, bir çocuk kadar güzel gülümsüyor. Ne adamım be, diye espri yapıyor can simitlerine. Hüznüme katık lazım, çayıma simit söylüyorum. Katıklarında bayatlayabileceğini unutmuşum. Ve yıllarımı alıyorum karşıma. Yıllarım benden hevesli savaşmaya.
Aynı saftayız ulan, diyorum… Basıyor kahkahayı, Allahtan kaptan benden yana, kahkahasını kimse duymasın diye siren sesini buyuruyor orta yere. Hep geç kaldın diyen yıllarımı çay tabağına bırakıyorum, üstü kalsın, bayat katıkta martılar için diyorum çaycıya…
Mücadeleden iniyorum, gözümün alabildiği kadar insanlara bakıyorum, yüreğimin alabildiği kadar yükleme yapıyorum. Annemin –gadalarımı- aldığı yıllar geliyor aklıma, tamam diyorum tamam dünya ben taşırım hepsini, ileride duran on sekizlik delikanlıya benden bir tebessüm çek, önceden provasını yaptığım ölümümü üzerinden çekip bana ver…
Herkesin savaşı kendine, diyor… Ah ne çok konuştum. Şu inen âmâ savaş malulü, hayattan esinlenmeyecek kadar da şanslı aslında. Hepimiz bir savaşın eteğinden yenilgilerle ve zaferlerle dolu, iç muhasebelerini tutacak müşavirler olmadan soluk alıyoruz öbür savaşın kıyısında.
Ahan da bitti şehir, oh be diyorum. İki yüzünü göstermiş meğer ikiyüzlülüğünü. Af diliyorum, eteklerinde dileneceğim kadını arıyorum. Şehir bitiyor ama ben şehrin yüzünü yani yenilgiyi yeni görmeye başlıyorum. Altımı çiziyor bir dostun varlığı, omuzlarım çöktükleri yerden harekete geçiyorlar. Martılar insafa geliyor, ağıtımı yakıyorlar… Çaycı helvamı dağıtıyor onlara; bayat katık martıları mutlu ediyor…
Adımlarımı sayıyor bulutlar, - eve gitsin öyle yağalım, paçasına hayat bulaştırdığımız yeter, yenilginin hüznüyle zırlasın biz susalım, diyorlar Hepsini duydum ben, onlarda dedikodu yapmadılar zaten, sıvazlanacak bir sırtım da yoktu…
Otobüs durağına geçiyorum, medet umuyorum yağmurdan. Yağmur şehri iki yerinden sararken, üçüncü noktasında tıkalı kalıyorum. Martısız kalıyor çığlıklar. Arkam denize dönük…
Otobüse biniyorum, yağmur başlıyor. İki kişi geliyor yan perona. Birinin elinde şemsiye yağmurdan saklanmakla meşgul… Diğeri hiç oralı olmuyor gözlerini kapayarak sırtını yağmura veriyor; işte bu da kayıp tebessümüm… Başımı otobüs camına yaslıyorum, bayan yağmur, saçlarını öte yana atıyor ve aynı yağmura baş koyuyoruz… Otobüsüm Fatih’e gidiyor ya onun ki? Bu büyük soru beni cezp ettiğinden, üşenmeden kalkıp bakıyorum… İkisi de aynı yerden geçiyor, benden ne kadar önce inecek ki saçları yağmurdan bir tebessüm kokan kız… İsmi yağmur olsa, umudun rolünü ona verebilirdim…
Üçüncü şehri yakıyorum bakışlarında, hiçbir mevsime benzemiyor kirpikleri. Ne eylülün yakan matemine, ne baharın tazeliğinin arasında yitip gitmişliğime… Bana bambaşka bir mevsimi müjdeliyor. Camın buğusuna yazı yazıyor çocuk kalbi. Hala kalp çizen kadınlarda kalmış be, diyorum yitirmişliğime…
Kırmızı ışıkta duruyoruz. O da aynı yöne bakıyor, fakat bu bakış yağmuru bile etkiliyor, sırılsıklam oluyor bakışları. Sırılsıklam ediyor bakışlarımı. İkimiz birden ağlıyoruz. Adı yağmur olsun, saçlarından süzülen ben olayım diyorum, arabesk şarkılar alınıyor. Durağa geldim, kalkmam gerek diyorum, anlıyor. İniyorum, iniyor… Gözlerinden dökülenin yaş değil tebessüm olduğunu müjdeliyor.
Kurtardım şehrimi… Üç kere yağmur yağdı, son kez savaşa çıkmıştı bileklerim. İsmini fısıldıyor bana…
Aylardan ne diye soruyor, eylül deyince başlıyor anlatmaya…
— Ben eylülde doğdum biliyor musun? Eylül’ün huzur olduğunu anlatmıştı bir dostum, hüzün diye yaftalayan acımasızlara kanmamam gerektiğini buyurmuştu. Onların yağmur sonra kokan ‘Toprak’tan bile habersiz olduklarını söylemişti… Yağmur ve toprak ve dua... Hayatımı kuruverdim bunun üstüne... Acılarımın yani…
Bana doğum günümde, su birikintisine düşmüş ve özenle kurutulmuş bir yaprak verecek kadar yürekli birini gösterdi bu ay…
Bu sırada birbirimize bildiğimiz bütün aşk hikâyelerinden bahsettik… Sonunda üzerimizi hiçbir hikâyenin örtemeyeceğini gördük… Bir şiir nikâhladım ona;
yağmur iğri iğri düşer toprağa.
(*İ. Alperen BİÇER)