—Ee sonra? Dedim... Ve gülerek anlatmaya başladı:
Aslında anlatacak pek bir şey yok. Anlatsam sanki beni umursayacaksın.
Samimiyetime inandığını sanmıştım. İstersen burada bırakalım.
Tamam, tamam devam ediyorum. Ablama gittiğimi söylemiştim. Tek derdimi paylaştığım oydu. Onun orda ki delilerden tek farkı arada gerçekten sıyırıyor olmasıydı. Kendimi suçlu hissediyorum bu yüzden. Bana neden diye sormayacağınız söz verirseniz her şeyi anlatmak istiyorum size.
Peki. Buyurun Zuhal Hanım...
Tek sırdaşım Züleyha, yani ablam. Ona sorduğum sorular bana yanıt olarak geri dönüyordu. Bunu bir delinin nasıl başardığını bilmiyorum. İlk önce onu çekemediğimi üzülerek itiraf etmeliyim. Her zaman benden daha mükemmel olabildiği için kıskançlık taşıdım durdum içimde. Başım ağrıyor. Bugün daha fazla konuşmayacağım.
Peki Zuhal... Peki...
Günlüğünü okuduğumu umarım fark etmemiştir. Ederse bir daha bana hiç bir şey anlatmayacağını biliyorum. Benden gizliyor olsa da bir şeyleri ona karşı dürüst olmam lazım geliyor. Bunları not aldığımı bir bilse... İşin kötü tarafı sanki biliyor bunları. Öyle ki umursamıyor beni... Onun günlüğü benim günlüğümün bir kısmını oluşturmaya başladı bugün. Günlükler bir olunca aşk mı oluyor bunun adı. O bir katil olsa bile bu aşk mıydı?
‘Bir bisiklet boşluğu daha buldum ücralarımda. Sana tutunabildiğim kadar var olduğunu biliyorum. Ne kadar yerle bir oldumsa o kadar sığınıyorum loşluklara. Senin hoşluk diye bildiğin şeylere baktığım loşluktayım bugünlerde. Eskiden yaptığımız şeyler heyecan vermez oldu. Vapur sefalarına kıs kıs gülerken yakalamış gibiyim seni. Sanki okuduğum şiirleri önemsememişsin gibi gözümden düştün... İşte bu sebepten tam da senden bana gelen hoşluklar kayboluyor bir bir. İnce tınıların kalmasına ramak kala yazıyorum sana. Beni ben yapan şeylerle sana şık vedalarla bir son hazırlıyorum...’
Bu satırlarda olmadığım için bu kadar hınç duymam normal değildi. Zuhal benim o çok görmek istediğim yerin çocuğu gibi. Oysa mevsimlerini yitirmiş biri sadece... Bu satırlar öldürdüğü sevgilisi içindi. Beni öldürse öldükten sonra mutlu olur muydum bu satırlar için... Biraz uyku, belki her şeyi çözecek bir rüya diliyorum inandığımdan...
Rüyamda gördüğüm şey celal’i öldürmeden önce yazılmış olan o satırlardı... Günlerce bu rüyayla uyanırım diye uyumaktan bile vazgeçebilirim... Öldürmesinden çok acı çektiğim şey nedenini anlayamamam ve bundan daha ötesi var, celal’i bu kadar seviyor olması... Onu değil de beni öldürseydi bile dediğim oldu. İşimin başına dönüyorum... Yani Zuhal’in başına.
Gittiğimde görüş odasından dışarı bakan penceresini okşayarak onu şöyle teselli ediyordu:
Burada olmayabilir Senden dışarı bakamıyor olabilirdim. Şükretmen lazım...
Onun gibi birinden bu tür şeyler duyduğumda garip oluyordum. Katil sonuçta diyor ve selamı konduruyordum. Ne yapacağını bilmeyen o olmalıydı ama benim işte...
Hoş geldiniz edip bey bakın ne kadar hoş bir gün... Bugün size ne anlatacağımı tahmin edemezsiniz... Bugün size kıskançlık duygusunu anlatacağım...
Her gün aynı şeyi yapıyorsunuz zaten...
İltifatın için sağol
Anlayamadım
Anlatabildiğimi söylemen beni mutlu etti onu dillendirdim doktor...
Ben senin küçük sırdaşınım doktorun değil Zuhal...
Hanım desen yalan söyleme derdim... Peki, o zaman edip dinlemek istediğin şey var mı ben anlatayım mı?
Dinliyorum...
Elleri bir şiirden fırlamış gibi karşımda anlamsızca dokunuşlar yapıyordu... Ve bana içten bir inanışın temsili hikâyeciği gibi görünüverişleri hayra yorunacak bir güzelliğe sahipti... Başladığında ilk cümleyle birlikte her zaman ki gibi gözlerini gözlerimin içine değdirdi...
-celal her şeyin en harikasını yapardı. Sevgilerin, işlerin, iyi bir evlat rolünü de çok sıkı bir şekilde üstlenmişti, iyi yemek yapıyor, iyi kitaplar okuyordu... Bu benim kendimi ona uzak hissetmeme neden oluyordu. Kendimi diğer kızlar gibi sevgililerinin omzuna yaslandığında güven duyar bir halde düşlüyordum. Ama celal’e tüm bu iyiliklerinin yanında güven duymuyordum. Çünkü güveni gölgeleyen bir ezilmişliğim vardı. Yorgun bir sevdayı paylaşıyorduk. Üç yılın ardından büyük kavgalara sahne olduk. Bunu anlatmak çok güç... Yaptığım şeylerin bedelini sonradan çok ağır şekilde ödedim. Ablama, kendime, aşkıma ihanet etmiştim... Uzun uzadıya anlatmak bir şey ifade etse ve ben saatlerce konuşsam. Bu bir hastalık demiştin ya. Ben iyileşemiyorum edip. Hastayım beni bu hastalık öldürmüyor. Ve öldürmeyen hastalıklar o kadar kaliteli değildir diye düşünüyorum. Kendim dışındakileri öldüren bir hastalığım var. Babam bana lanet okumamayı öğrettiğinde -küçük yaştaymışım demek ki- aklıma kazındığından olsa gerek hiç bir şeye lanet okumadım kendime bile... Kendimi küçük bir kız gibi hissetmek için neler vermezdim. Hani bir film izlerken yanındakiler gülüyor diye gülenlerden... Olmayınca olmuyor kasmamak lazım...
Dedi... Ve güldü... İçinde olan o hayvansı taraf ortaya çıktı tekrar. Onu en çok o anlarda canıma katasım geliyor.
—Sana saçma gelebilir ama edip, sana konuştukça içimden mevsimler gelip geçiyor. Kasım ayını bir camın arkasından izlemenin, kasımpatıların ilk açışlarında ki masumluğu göremememi unutturan bir yanın var... Bir gün bir yere gidersem bir tek seni haberdar edeceğim...
—Zuhal bunlar beni mutlu eden sözler.
—Bak celali öldürdüm ve hastayım... Ben bir katilim... Bu kadar daha fazlasını sordukça yaşlanıyorum. Ve yaşlandıkça ölümüm uzaklaşıyor gibi. İyisi mi buna bir son verelim...
O an söyleyecek birçok şey varken -peki... Dedim
Eve geldiğimde yolları, çiçekleri, mevsimleri, Zuhal’in anlattığı şeyleri düşündüm durdum. Niyetlendiğim halde uyumadım... Sabah olmalı ve onunla konuşup iyileşmesine ikna etmeliydim.
Sabah oldu... Söz verildiği gibi sabah oldu. Simitçi çocuk evimin çaprazında ki yerini aldı. Kapımda ki gazeteler her zamanki gibi çayla harman oldu. Dinlediğim şarkı yerini hüzne bıraktı... Her şey normaldi. Hapishaneye gittiğimde odama gittim direk konuşacaklarımın provası için. Yardımcım geldi ve bana bir haberle eş değerde olan o mektubu vererek:
—Edip hocam, Zuhal kaya kendini zehirlemiş. Nerden bulduğu belli olmayan ilaçlar ileri derece hastalarımızda kullandıklarımızdan. Bir kutu içmiş. Gece kaldırıldığı hastanede midesi yıkanmış fakat beyni kaldıramamış bu kadar yükü... Bu mektubu da size vermesi için gardiyana verilmiş...
Her zaman Zuhal’e verdiğim cevabı büyük bir suskunlukla Asya’ya verdim:
—Peki...
Mektubu okudukça hıçkırıklara boğulasım geldi. Olmadı... Tek bir lanet yaş dökülmedi mürekkebin üstüne. Oysa bir kelimesi silinse geri gelecek gibiydi. Dökülmeyen kelimelerle söz verdiği üzere gitmeden beni haberdar etmişti bir anlamda... İçime kelimeler şırınga etmiş ve gitmişti...
‘Sevgili Edip...
Sana uzun uzadıya anlatmak yerine, yerinde bir davranış yaparak ölüyorum. Bu hastalığın beni öldürmeye niyeti yok. Üşengeç bir hastalığım var anlayacağın. Neden sorusunu bana hiç sormadığın için minnettarım sana... Ama seni merakta bırakarak gitmek bana yakışmayacağından kendim sorup kendim yanıtlıyorum şimdi...
—neden?
—bunun çok uzun olduğunu söylemiştim. Ama şunu bilmeni istedim. Kedimi İsrail gibi hissediyorum. Cennet için savaştıklarını iddia edenlerden... Oysa cennetim yalandan, tıpkı onların ki gibi... Ve ablama karşı suçluyum... Delirmesinin sebebi olduğum için... Eniştemi öldürdüm ablamı kıskandığım için... İşte bu yüzden gidişim acıtmasın canını... İyi ki varlığınla varlığımı onurlandırdın... Cehenneme şu sıralar hoş buluyorumdur zira hala hayatta değilsem...
Verdiğim cevaptan hoşnut olman dileğiyle... Hoşçakal. Zuhal’
Ee’den öncesini zamanında sormadığım için bir aşkın yanıkları olacak bundan sonra ki kelimelerimde...