“Dostun Evi: Haverzemin Cengi” beşinci kitabın. Geleneksel bir cenk hikâyesinin modern bir yeniden yazımı. Bu metin nasıl doğdu? Sizin için nasıl bir tecrübe oldu?
Cenkler üzerine çalışacağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Edebiyatın, yazının en heyecan verici tarafı bazen ummadığınız metinleri gündeminize almanızı sağlamasıdır. Bunu bir çağrı, bir nasip olarak da yorumlamak mümkün. Geleneksel bir metin üzerinde tekrar çalışmak güzel, heyecanlı bir süreç olmakla beraber sizi kendi gündeminizden de uzaklaştıran bir deneyim. Kısıtlamalarını hâkim olduğu pandemide cenkler bir kurtarıcıydı. Bütün aile fertlerinin online bir halde okula, işe, hayata devam ettiği, belirsizliğin ve kaygının yüksek olduğu unutulmayacak o zor dönemde cenkler bir kaçış yeriydi. Fransız doktorlar Jean Paul Mira ve Camille Loch’tan gelen, aşıların Afrikalılar üzerinde denenmesi gerektiği teklifi, Afrikalı çocukların karton maskeleriyle sosyal medyada sevgi dolu emojilerle paylaşıldığı, birçok iş sektörünün küçülmesi ve kapanmasıyla dar gelirlilerin hepten mağdur olduğu, kocaman evlerindeki keyifli pozlarıyla ünlü ve zenginlerin “Evde Kal!” diye seslendiği, ölüm
haberlerinin geldiği, bayramların ekrandan kutlandığı, eve dışarıdan gelen her şeyin virüslü görüldüğü cayır cayır yanan bir ormanın içinde bulduk kendimizi. Alper Gencer’in Hz. Ali’ye Mektup şiirindeki “sana bu mektubu pişirişmiş bir çamurun
içerisinden yazıyorum/ ağaçların otların ortasında yaşıyorum/ cayır cayır yanan bir orman ne kadar uzun yaşar?/ Allah’ım benim yanmayan yerlerimden yangın çıkar” dizelerinde yangını derinden hissettiğimiz pandemide cenkler bu duanın kendisiydi. Acı ve kaygıları duymayacak kulaklarımız, darda kalanı sığdıracak geniş evlerimiz, kitaplardan başka tüm dünyayı saran karamsar havayı dağıtacak bir yelpazemiz yoktu. Oğlumun o günlerde özellikle fantastik kitaplara tekrar tekrar dönmesi ilgimi çekmiş, o arada kütüphanede duran cenklerle göz göze gelmiştim. Önceleri içinde birçok ilgi çekici, doğa üstü, fantastik unsurları, macerayı, heyecanı, barındıran cenkleri sade bir dille ortaokul çağı çocukları için yazmayı, daha sonraysa günümüz ve Peygamberimiz döneminde geçen, iki ayrı anlatının aktığı bir roman yazmayı düşünmüş, hatta iki ayrı zamanda geçen romanda yazarak ilerlemiştim. Ama cenklerin içine girince zamanı aşan, her daim gündemde olacak konu ve değerleri işleyebilecek atmosferi buldum. Kendimce gördüğüm eksikleri, belki de cenklerde bulmak istediğim şeyleri ince ince bazen cümlelerle bazen epigraflarla bazen yeni olaylarla, yan karakterlerle ekledim. Cenklerin yüzyıllardır süregelen nesilleri, nineleri, dedeleri, torunları birbirine bağlayan epik dilini bozmak istemedim. Okurken benim de keyif aldığım, birçok yaşamın, kişinin, anlatıcının içine karıştığı hoş bir dildi bu. Yazarken heyecanlandım ve merak ettim varacağım noktayı. Bu her romanımda yaşadığım bir tecrübeydi ama bu sefer yol arkadaşım çok sevdiğim Hz. Ali’ydi. Benim ona, onun bana söyleyeceği şeylerse çok önemliydi.
Bir röportajda “İnsanı keşfetmekten daha muazzam olanı insanı keşfetmeye çalışmak.” diyorsunuz. “Dostun Evi” bu keşif çalışmasında nasıl bir yerde duruyor?
Haverzemin Cengi’ni çalışırken bir önceki soruda ifade ettiğim gibi bazı şeyleri bulmak istediğimi fark ettim. Bu anlamda keşif beklentimle birlikte gelişti. Cenkler insanı keşfetmeye çalışmak olarak nitelediğim roman yolculuğumda farklı bir yol oldu
benim için. Hz. Ali ve dostları gittiği her yerde çürümüş bir düzenle karşılaşıyor olmalılardı. Çürüme, canlanma, ölme gibi hep güncel bir hâl. Bir şeyin çürüme sebebini bilmek çürümenin devam etmemesi için elzemdir. İktidar olmayı öncelemekle, bozulmuş, kokuşmuş bir sistem yerine adil ve ideal olanı koymak arasındaki farkın altını çizmek çok kıymetliydi benim için. Cenklerden günümüze bakmak, günümüzden cenklere bakmak değişmeyen insanın yanılgısı ve heveslerini, istediği şeye ulaşmaya çalışırken yok ettiği cinslerini ve yaşamı onurlu bir biçimde ayakta tutan değerleri anlatmak noktasında farklı bir tecrübeydi. Bu sabitlik aynı zamanda güçlü bir devinim yaratıyor. Değişmeyen bu hikâyeler içinde asla tam anlamıyla da keşfedilemeyecek bir insan karşımıza çıkıyor. Bu ise keşfetmekten çok daha öğretici bir süreç.
Kitabınızda baskın temalar dostluk, fedakârlık, yiğitlik, zulme boyun eğmeme, adalet, fütüvvet, sınanma gibi kavramlar çevresinde gelişiyor. Konu mu sizi bu temalara yöneltti, bu temalara yönelirken mi bu konuya ulaştınız?
Bu temalara nasıl yönlendiğime dair net bir şey söylemek mümkün değil. Hz. Ali’ye dair bilgilerim, cenklerde aradığım ve bulduğum şeyler zihnimde/kalbimde bir yol açtı. Bu yolda Hz. Ali’yle özdeşleştirdiğim kavramlar da vardı elbette. Biz bir insanı
severken de ondan nefret ederken de ona yakıştırdığımız kavramlar etrafında döneniriz. Hz. Ali’yle özdeşleştirdiğim kavramlar, onun yarattığı çağrışımlar bu temalara yönelmemde etkili olmuş olabilir. Haverzemin Cengi’nde dostlar birbirini
bulmaya giderken, aslında kaybolan ve deforme olan bir çok şeyi de buluyorlardı. Bir nevi Hızır ile Musa’nın yolculuğu gibi. Kıssadaki yolculuğa hakim olan ana tema bizi aşan bilgiye ulaşmak olduğu kadar koruma ve merhamet duygusudur da. Gemidekiler, yetim kardeşler, salih ebeveynler Hızır’ın akıl almaz eylemeleriyle canları, hakları, imanları korunur. Bu soruda saydığınız temaların hepsinin ucu merhamete dokunur. Hz. Ali’nin bu kavramları metne çağırmasında onu merhamet, cesaret ve hüzünden bağımsız düşünmemem etkilidir diyebilirim. Bireyselliğin ve bencilliğin hakim olduğu Haverzemin’e dostlarını bulmak için onca bilinmezle, kötülükle yoğrulmuş, zalim mi zalim bir yolda zulümle mücadele ederek, bir taraftan vicdan muhasebesi yaparak, bir taraftan vefayı gözeterek, hep sınanarak gitmek ve Dostun Evi’ne giderken ki gibi halinizle tekrar dönebilmek… Yusuf Züleyha ile nasıl sınandıysa Malik Bin Ejder de Atıl Cadı ile sınandı. Firavunlar hep varsa Musalar da hep vardı. Belki de bunu söylemek için Haverzemin diye bir yer kuruldu anlatıda. İnsanın yolculuğunun değişmediğini göstermek için yüzyıllardır bu yer ve anlatı dilden dile aktarıldı.
Hz. Ali ve arkadaşları gittikleri her yerde zulümle mücadele ederken aynı zamanda halkın güvenini ve sevgisini kazanıyor. Birbirini kaybeden dostlar birbirini bulmaya çalışırken birçok dost ve Müslüman kardeş kazanıyor. Savaşlar ve verilen mücadeleler kadar bu ilgi de dikkat çekiyor. Bu konuda neler söylemek isterseniz.
Tebaanın gönlüne girmeden kurulan, yalnız güce dayalı, yalnız güç ile ayakta kalmayı uman iktidarlar, başka bir daha güçlüyle alaşağı edilir ve adları hatırlanmak istenmeyenler arasına yazılır. Siz ve saltanatınız, zalimliğinizle bir imtihan vesilesi olarak anılır. Güven duygusunu adalet ve saygıyla kazanabiliriz ancak. Liderliğiniz bitse bile halkınızla bağınız güven duygusuyla her zaman güçlü kalır. Hep sıcak kalacak bir özlem gönülleri birbirine bağlar.
Bazen size duyulan güven ve inanç, talip olmadığınız bir şeye, sizi ummadığınız bir noktaya, liderliğe bile taşıyabilir. İster tebaa olsun insan, ister lider her iki şekilde de muhasebeye ihtiyaç duyar. Hz. Ali ve dostları bu muhasebeyi anlatıyor aslında. Yola çıktıkları andan beri İslam’ın barındırdığı güzellikleri gittikleri her yere kendiliğinden gelen bir süreçle bırakıyor.
Yerleşmiş, içselleştirilmiş bir dinin, İslam’ın tezahüründen muhabbet ve güçlü bir bağ doğuyor. Özellikle de itelenmiş, ezilmiş, sömürülmüş halklar için adalet, güven, muhabbet ve anlayışın var olduğunu bilmek çürümeye karşı tazelenme, bir ümit oluyor. Bu bağ kaçınılmaz bir şekilde bütün mazlumları kendine çekiyor.
Tarihi bir kişilik olarak Hz. Ali ile geleneksel destan karakteri olan Hz. Ali arasındaki bağ ve farklılık için nasıl bir yorum yapıyorsunuz?
Hz. Ali birçok özelliği ile Müslümanların sevgisini, muhabbetini kazanmış bir sahabidir ve Peygamberimizin çok sevdiği, üzerinden desteğini hiçbir zaman kesmemiş amcası Ebu Talib’in oğludur. Peygamberimiz kıtlık döneminde Hz. Ali’yi yanına almış, onu yetiştirmiştir. Bu birlikte kalış Peygamberimizin ahlakına, duruşuna, meselelere bakış açışına, üstlendiği birçok role şahit olmasını sağlamıştır Hz. Ali’nin. İlmin kapısı olarak andığımız Hz. Ali muhabbet ve cesaretin sembolüdür. Hicret
esnasında Peygamberimizin yatağına, onun yerine yatarak, canı pahasına Peygamberimizi sevdiğini ve ölümden zerre korkusu olmadığını göstermiş, Tebük Seferi dışında bütün gazve ve seriyyelerde Peygamberimizin yanında olmuştur. Tarihi
bu özellikleri zamanla dilden dile aktarılan anlatılarla onu efsaneleştirmiştir. Hz. Ali bir kurtarıcı olarak görülmüş, geleneksel metinlere bu şekilde yansımıştır. Tüm o olağanüstü özelliklerin arkasında yatan sebebi merhum şairimiz Sezai Karakoç, Çocukluğumuz şiirinde anlatmıştır: “Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde/Binmiş gelirdi Ali bir kırata/ Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından/ Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte/ Biz o atın tozuna kapanır ağlardık/ Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü/ Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü/ Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman/ Ali olmaktan bir sedef her çocukta”.
Velhasıl Hz. Ali tarihi özelliklerinden yola çıkılarak, bu özellikler gündemde tutularak efsaneleşmiştir. Efsanevi özelliklerini, Düldül ve Zülfikar’ı semboller olarak okursak Hz. Ali’nin tarihi kişiliği ve efsanevi kişiliği arasındaki bağ ve farklılıkları daha net
görebiliriz.
“Dostun Evi” beşinci kitabınız ve beşinci romanınız. Dergilerde az da olsa hikâyeleriniz de yayınlanıyor. O hikâyeleriniz hangi aşamada?
Zihnimde çok fazla anlatmak istediğim hikâye var. Ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz de bir yaşamımız var. Taşıdığım hikâyelerin hepsini roman olarak yazmam mümkün değil. Bu açıdan hikâye çok güzel bir imkân benim için. Ama ne zaman hikâye yazmaya niyet etsem ya da yazsam, hikâye içinde barındırdığı mesele ve karakterler itibarıyla benden daha fazla ilgi istiyor, durmadan yan karakterler ve yeni yeni hikâyeler çağırıyor. Zihnimin bir köşesinde roman olmak için bekliyor.
Onlara dur diyebildiğimde daha fazla hikâyem olabilecek sanırım.
Kitap henüz yeni. Yine de son bir soru olarak soralım. Gündeminizde neler var?
Gündemimde bir kıssanın ışığında üç kuşağın izini sürdüğüm bir romanım var. Yani yine roman var.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.