Menu
TÜMEL ve TİKEL AHLAKIN KÖKENLERİ ÜSTÜNE NOTLAR
Öykü • TÜMEL ve TİKEL AHLAKIN KÖKENLERİ ÜSTÜNE NOTLAR

TÜMEL ve TİKEL AHLAKIN KÖKENLERİ ÜSTÜNE NOTLAR

İnsanlıkla yaşıt olan ahlak, her açıdan iyi olduğu herkes tarafından kabul edilen değişmezlerin, her bir ferdin gönlü basa basa “işte gerçekten iyi” dediği olguların varlığıdır. Ahlak, zamanın eskimesiyle eskimeyen, insanın ölmesiyle ölmeyen, zeminin değişmesiyle değişmeyen mutlak doğrular, yani insanlığın adeta işbirliği ile mühürlediği hayatın güzelliğine dair yüz akı gerçeklerdir. Ahlak ancak insanın olduğu yerde bulunabilir. Herhangi bilinçsiz bir varlığın herhangi bir tavrı ahlaki olarak nitelenemez. Kimse bir taşın, ağacın veya bir şuursuz bir canlının ahlaklı olduğunu dile getiremez. Ahlak insanla ilgilidir. İnsanlar arası ilişkilerin mevcut olduğu yerde ifadesini bulur. Ama ahlak bireyle başlamasına rağmen onunla son bulmaz.( Filiz, Şahin, Ahlakın Akli ve İnsani Temeli, Konya 1998, s. 51). Ayrıca kişinin, kendisine, tabiata veya Yaratacı’ya karşı sergilediği tutumlardaki ahlakiliğin ele alınması ise ayrı bir konudur. Ahlak bir şemsiye kavramdır. Erdem, fazilet, iyilik vb. hasletleri de bünyesinde barındırır.
Ahlakın genel kabul gören bir tanımını vermek ise oldukça zordur. Ancak, “insan hareketlerini idare eden ideal kanunların (kuralların) ilmi ve bunları hayatın çeşitli durumlarına en iyi şekilde uygulayabilmek sanatı” şeklindeki bir tanımı nakledebiliriz. (Pazarlı, Osman, İslam’da Ahlak, İstanbul 1972, s.13). Yine ahlak, bir kültür çevresi içinde kabul görmüş, belirlenmiş ve tanımlanmış değerler manzumesi ve amaçlarla, bu değerlerin nasıl yaşatılacaklarını, söz konusu amaçlara nasıl ulaşılacağını ortaya koyan kurallar öbeği veya bir insan topluluğunun belli bir tarihsel dönem boyunca, belli türden inanç, emir, yasak, norm ve değerlere göre düzenlenmiş ve söz konusu düzenlemeye bağlı olarak töreleşmiş, gelenekleşmiş yaşam biçimi şeklinde de tanımlanmıştır. (Cevizci, Ahmet, Etiğe Giriş, İstanbul 2002, s.3). Hasılı, Kınalızade’nin veciz tanımıyla ifade edecek olursak, “Ahlak tıbb-ı ruhanidir, nitekim sanat-ı tıb ilm-i cismanidir (Ahlak, ruh hastalıklarının tedavisi, tıp ise bedenin tedavisi ile ilgilidir.). Bu ilm-i şerifle nefsin ahlâk-ı rediyyesin izâle vü ifnâ ve ahlâk-ı raziyyesin idâmet ü ibkâ kılmak müyesser olur (Ahlak ilmiyle nefsin kötü huylarının ortadan kaldırılması, hoşa giden huylarının devamlılığının temini sağlanır.).” (Kınalızâde Ali Çelebi, Ahlâk-ı Alâî, (Haz: Mustafa Koç), İstanbul 2007, s. 55).
Ahlakın temeli sadedinde dile getirilen tezler genel olarak iki başlık altında incelenebilir. 1- Ahlakı din ile temellendirenler, 2- Ahlakın temelini dindışı öğelere dayandıranlar. İkinci grup da kendi içinde çeşitlilik arz etmektedir. Ahlakı akılla, sezgiyle, duyularla temellendirenler. Dindışı ahlak temellendirmelerine yöneltilen eleştirilerin merkezinde -eğer bu tezler kabul edilirse- ahlakın sübjektif bir karakter kazanacağı endişesi yer almaktadır. (Konunun ayrıntıları için bkz: Recep Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, Ankara 2003, 4. Baskı, Etik temellendirme tarzları için bkz: Doğan Özlem, Etik -Ahlak Felsefesi-, İstanbul 2004, s.24-29. ayrıca (dindışı) ahlaki temellendirmeler için bkz: Annemarie Pieper, Etiğe Giriş, (Çev: Veysel Atayman, Gönül Sezer.), İstanbul 1999, s. 157-203).
Bir tavrın ahlaki olmasının şartları da felsefe tarihi içerisinde tartışıla gelmiştir. Ancak çok fazla ayrıntıya girmeden söylenebilecek şey, ahlakın özgür irade ile anlam kazandığıdır. Yine bunun yanında daha başka koşullar da ileri sürülmüştür. Mesela, ahlaki eylem bilinçle, yani kasıtlı olarak yapılmalıdır. Malumdur ki, insan, rasgele sergilediği bir tavrın ahlakiliğinden söz edemez. Yine ortaya konulan eylemin yargılanabilir bir tabiat arz etmesinin gerekliliği de dile getirilmiştir.
“Ahlak yasa ve kurallarında mutlaklık kabul edilmezse, o zaman ahlaki anarşi doğar; herkesin gayesine göre bir ahlak türer.” (Erdem, Hüsameddin, Ahlak Felsefesi, Konya 2005, 4. baskı, s. 74). Yani ahlaki olgunun zaman ve zemine göre değiştiği kabul edilirse yapının üzerinde yükseldiği temellerin sarsılacağı açıktır. O yüzden onun, tarih sahnesindeki her toplum için olduğu gibi, hala hayatını sürdüren her bir sosyal grup için de aynı olduğunun kabulü zaruridir. Ancak daha sonra da değinileceği gibi ahlakın bir değişmeyen, zamanlar üstü bir yönü, bir de sonradan kazanılan olumsuz yönü bulunmaktadır (hulk-u tabîi ve hulk-u kesbî [Seyyidî, Ali, Ahlâk-ı Dînî, İstanbul 1329, s. 7.
]). Bu, İslam geleneğinde bu “ahlâk-ı hamîde” ve “ahlâk-ı zemîme” olarak da adlandırılmıştır. (Bilmen, Ömer Nasuhi, Yüksek İslam Ahlakı, İstanbul 1949, s. 4). Gerçekten de hırsızlığın, zinanın, iftiranın, yalanın, adam öldürmenin, zulmün meşru görüldüğü hiçbir memleket düşünülemez (Seyyidî, Ahlâk-ı Dînî, s. 5) ve bu gibi zararlı eylemlerin ortak bir şuurla kötü görüldüğü bilinmektedir. Yine fakirlere yardım etmek, insanları sevmek, fedakarlık yapmak gibi bazı eylemlerin de -adeta tek bir elden bilgilendirilmişçesine- genel bir kabul gördüğü de bir gerçektir.
Ahlaki olanı bilme konusunda tarih boyunca iki temel ekolden bahsedilebilir: Birincisi, ahlakın mutlaklığını savunan anlayış. İkincisi, ahlakın değişkenliğini müdafaa eden anlayış. (üniversalizm -evrenselcilik-, relativizm -görecelik- [Özlem, Etik, s. 19]) Dolayısıyla buradan hareketle ortaya çıkan ahlakın temeli ve mutlak iyinin nasıl bilinebileceği sorunsalı birçok düşünürü meşgul etmiştir. Ve ele avuca gelir bir sonuç elde edilmesi de gerçekten güçtür. Bu konuda kalem oynatanlar kendi bulundukları konumdan hareketle kavramları irdeledikleri için karşı tarafı tatmin edecek bir anlayış sergileyememektedirler. Ama işin doğrusu, bu bir yerde de kaçınılmazdır. Çünkü her bir kalem eri yetiştiği çevrenin, ait olduğu medeniyetin, inandığı dinin/ideolojinin penceresinden olaylara bakmaya -neredeyse- mahkumdur. Yani insan, istediği kadar “dışarıdan okuma” yöntemleri denesin, ayaklarının bastığı yeri inkar edemez ve kendi zemini o farkında olmadan içten içe fikirlerini belirler. İyinin nasıl bilenebileceği ile alakalı da üç temel tez vardır. Bunun akıl ile tespitinin mümkün olduğunu söyleyenler, sezgi ile bulunabilirliğini belirtenler ve vahiy ile kavranabileceği inancını savunanlar.
Dört kavramın konumuzla yakından ilgili olduğu görülmektedir. Allah, ahiret, anlam (gayelilik) ve ahlak. “DÖRT A” şeklinde formüle edilebilecek bu kavramların konunun netleşmesine biraz da olsa katkı sağlayacağını umuyoruz.
1-) Allah:
“Ahlakın kökeninde Allah vardır.” söylemi temel ekollerden birinin ana argümanı, diğerinin ise reddine çabaladığı ana sorundur. Ancak birçok filozof ahlakın aşkın olanla bağlantısını sağlamak veya vazife bilincini yerleştirmek için bu ibareye başvurmuştur. -Burada Kant’ın, ahlakın en temelli gerekçesi olarak Tanrı’yı dile getirmesi akla geliyor. (Filiz, Ahlakın Akli ve İnsani Temeli, s. 12) Bir insanın iyi bir tavrı sergilemesi için, o bir üst varlıkla ilişkisinin bulunması gerekli midir? Ahlak, sadece Tanrının emrettiği bir ödev sorumluluğunun zorunlu sonucu mu, yoksa insanın özüyle gelen bir iyilik hasletinin yansıması mıdır? Aslında bu soruların temelinde Allah-ahlak ilişkisinin neliği/nasıllığı yatmaktadır. Yani tanrının varlığından mı ahlak düşüncesine gidilecek yoksa ahlaki tecrübeden mi tanrının varlığı bulunacak? (Aydın, Mehmet S., Kant’ta ve Çağdaş İngiliz Felsefesinde Tanrı-Ahlak İlişkisi, Ankara 1991, s. 1).
Aslında mevzuyu iman denen unsurdan başlayarak ele almak gerekiyor. Hayatın her yanı ile ilgili, hayatın her safhasında müdahaleye hazır, hayatın ta içinde bir kavram. İnsanı yanlışa karşı uyaran fıtrat, vicdan, akıl ve peygamberlerle aynı çizgiyi paylaşan dipdiri bir karışım. Dikkat edilirse fıtrat, vicdan ve akıl insanın kendisinde bulunan unsurlarken, peygamber insanlık tarihine bir müdahaledir. İlk üç kavram her insanda varken ve peşinen verilmişken dördüncüsü onun dışında ve istemi olmadan ona dışarıdan yol gösteren bir “seçilmiş”tir. Demek ki insanı iyiye götüren unsurların en kötü ihtimalle %75 i ona peşinen verilmiştir. Diğeri ise insanlığın ayağının sürçtüğü yerlerde bir üst kudret tarafından iyiye çağırma vazifesini üstlenmiştir. Yani insan yalnız değildir. Her hareketini vurabileceği bir mihenk taşı, her başının sıkıştığı yerde sığınabileceği bir tutamağı vardır onun. Bu verilenlerin ise hangisi veya hangilerinde insanın katkısı vardır? Cevap: hiçbirisinde. Demek ki insan bazı şeyleri peşinen almıştır. Bunları onun yaşam yolculuğunda ona yardımcı kılan ise bir üst kudrettir. Bu kavramlar kendi kendini yaratmadığı ve insan tarafından da icat edilmediği için zaruri olarak bir var ediciyi göstermektedir. Bu ise Allah’tır. İnsanın kendi dışında, kendisini yaratan bir varlığın bulunduğunu kabul etmesinin sağladığı yararların en önemlisi ahlak olsa gerek. İnsanın sahip olduğu ve ayağının sürçtüğü yerlerde ona yol gösteren olguların kendisine ihsan edilmesi ve bunlarda onun -verilme aşamasında- hiçbir dahlinin olmaması, insanı bir üst makama sorumlu kılar. Çünkü kendisine verilen şeylerin bir amaç için verildiğini gayet iyi bilir insan. Ahlaklılık bu bilince varmakla Allah merkezli -teosentrik- olur. Haddizatında Allah demek, kainat başıboş değil, demektir. Başıboşluğun ve kaosun hüküm sürdüğü bir yerde ahlaklılığın olamayacağı ise aşikardır. Şimdi konunun girişindeki soruya dönelim. “bir insanın iyi bir tavrı sergilemesi için, o tavrın bir karşılığının bulunması gerekir mi?” cevap olarak kesinlikle hayır veya evet diyemiyoruz. Ama, insan sorumlu bir varlık olarak, sorumluluğunu sunacağı bir yaratıcıya iman ettiği zaman, onun kendisini görüp-gözettiğini, her halinden haberi olduğunu, gizlisinin gizlisini bile bildiğini kabul ettiği zaman, bütün bu sahnenin anlamsız olduğunu düşünemez. Dünya zemininde yaptığı bir tavrın yaratıcı tarafından tespit edildikten sonra, o tavrın bir karşılığının bulunmaması da abes olur. Zaten iman eden insan da iman ettiği kudretin abes iş yapmayacağını peşinen kabullenmiştir. Kişi, tavrını karşılık beklemeyerek yapsa da, o yaptığa işe -bir şekilde- olumlu veya olumsuz bir not verileceğini bilir. Bu ise sergilediği tavrın zeminine istemeyerek de olsa Allah’ı yerleştirdiğinin kanıtıdır.
Bu noktada insana peşinen verilenlere kısaca değinmek gerekiyor. Fıtrat ile bir giriş yapalım.
Fıtrat, Kuran’da din ile eşanlamlı olarak kullanılıyor. (Rum, 30/30: “O halde sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah'ın yaratışında değiştirme olamaz. Doğru ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar.”)
Yani insandaki din duygusunun zaten onun özünde yerleştirilmiş olduğu bu ilahi beyanla bizlere öğretiliyor. Yine aynı yerde fıtratta değişme olmayacağı belirtiliyor. Bilindiği gibi Allah’ın bir ismi de Fâtır’dır. Fıtrat ise yaratıcının, kişinin özüne koyduğu doğruyu gösterme cevheridir. Cevher dedik çünkü işlenmezse zamanla söndüğü bilinmektedir. Ortak akla, iyiye, güzele yani topyekün vahye götüren, iyiyi kötüden ayırma melekesini insana veren bir unsurdur fıtrat. Kişinin, “Allah’ın varlık ve birliğini kavramasına imkan veren, doğuştan edindiği sezgisel yetenek”tir. (Muhammed Esed, Kuran Mesajı, (Çev: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İstanbul 2002, 5. Baskı, s. 826, not: 27).
Akseki, Ahmed Hamdi, Dersleri, 1968, s. 103 -alıntı sadeleştirilmiştir-, ayrıca farklı vicdan tanımları için bkz: Pazarlı, İslam’da Ahlak, s. 92,93. (Muhammed Esed, Kuran Mesajı, (Çev: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İstanbul 2002, 5. Baskı, s. 826, not: 27).
Yaratılış itibariyle herkeste bulunduğu için, bir gayri müslimde ahlaki bir tavır gördüğümüz zaman şaşırmamamız gerekir. Çünkü o da Allah’ın yarattığı bir kul olarak ruhundaki güzellikleri kullanmaktadır.
Vicdan, kelime itibariyle “bütün özellikleri ile bulunan” manasına geliyor. Ancak daha özelde kazandığı mana “kalp gözü, basiret, acıma ve merhamet hissi ifade eden bir ruh hassası” şeklinde ifade edilebilir. Veya daha derli toplu bir tanımla, “insanda bir saik-i fıtridir. İyi ve fena olan amaçlarımızı ve hareketlerimizi görür; fena düşünce ve hareketten dolayı bizi kınar (tevbih ve tekdir eder).” [Akseki, Ahmed Hamdi, Dersleri, 1968, s. 103 -alıntı sadeleştirilmiştir-, ayrıca farklı vicdan tanımları için bkz: Pazarlı, İslam’da Ahlak, s. 92,93].
Bu kavram da aynı fıtrat gibi kişinin tabii oluş sürecinde kendi dahli olmadan ona bahşedilen bir manevi can simididir. Ancak vicdan ile ilgili bazı handikaplar da yok değil. Mesela vicdan -ittifakla- öznel bir tabiat arz eder. Kişinin eğilimleri ve kötü hareketlerin yarattığı alışkanlıkların tesiri ile bazen kişinin arzu ettiği şeyleri söyleyebilir, yanılabilir. (Topçu, Nurettin, Ahlak, İstanbul 2005, 131).
Bu noktalar gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü kişi bazen yanlış işlere de vicdanını şahit tutabilir. Bu şahitliğin önem arz ertesi için zikri geçen faaliyetin fıtratın kontrolünden geçmesi gerekir. Çünkü kişinin iyiliğe meyli fıtri ve doğaldır. Bunun en büyük delili kişinin istemeden, tasarlamadan kötülük yapamamasıdır. Halbuki insan elinde olmadan da iyilik yapabilir. Bir örnek daha verecek olursak; hiç kimse kendisine kötülük yapılmasından hoşlanmaz, ama herkes kendisine yapılan iyilik ile mutlu olur. Bu da iyiliğin fıtri ve insana uygun, kötülüğün ise bir nevi fıtratla zıtlaşma olduğunu müşahede etmemizi sağlamaktadır.
Akıl, bağ kurma özelliğidir. Olaylar arasında zihni bağlantıları kurmaya yarar. Genel bir prensip olarak “aklı olmayanın dini de yoktur.” Din akıllı insanları muhatap alır. Aklın verilişinde de insanın müdahalesi yoktur. İnsanları iyiye ve doğruya sevk etmek için verilen akıl bazen kötüye de kullanılabilir. Aklın kullanımında devreye irade kavramı da girer. İlk iki kavram mutlak olarak iyiyi işaret etmesine karşın akıl, ancak vahyin denetiminde iyiyi tam olarak gösterir. Burada Kuran’ın, akletme fiilini kalbe atfen kullanması da ilgi çekici bir nokta olarak zikredilebilir. (Hac, 22/46: “Peki, yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, orada olup biteni kalpleri kavrasın (akletsin) ve kulakları işitsin? Ne var ki, onlarda kör olan gözler değil; kör olan, göğüslerdeki kalpler!”).
Peygamber, Allah’ın insanlık tarihine kendisiyle müdahale ettiği, kendisine tevdi edilen bütün iyiyi gösterme melekelerini körelten insana, kendi cinsinden bir uyarıcı, doğruyu bildiren ve Rabbi tanıtan bir elçidir. Peygamber insanın dışındaki akıldır derler ki, yukarıdaki mülahaza gözden kaçırılmamak kaydıyla doğrudur. -aklın ancak vahiyle mutlak iyiye ulaştırıcı özelliği- . Peygamberler her daim iyiye çağıran, ortak aklın güzel dediğini dillendiren ve ahlaki yaşantılarıyla insanlara örnek olan şahsiyetlerdir. Onlar bir ailenin fertleri gibidirler, her birinin söylediği diğerlerini doğrulamıştır. Toplumları için ellerinden geleni fedakarca yapan bu seçilmiş insanlar, Allah’ın insanlığa birer armağanıdırlar. Peygamber kavramının ilk üç kavramdan farkı, insanın içinde değil, -hem gönderilişinde hem de bildirilerinde iki tarafın da seçim hakkının bulunmaması olgusu- dışında olmasıdır.
2-) Ahiret:
Eğer iyinin, güzelin, doğrunun bir karşılığı olmayacaksa, eğer bu dünyada insanlığa eziyet edenlerle, insanlığı aydınlığa çıkarmaya çalışanlar aynı sonla karşılaşacaksa, eğer insanın içindeki ölümsüzlük arzusu ebediyetle taçlandırılmayacaksa, eğer gelen elçiler tümüyle yalan söylüyorsa hayatın anlamı ne olabilir. Özünden soyutlanmış ya da başka bir deyişle ruhundan soyulmuş bir dünya ne kadar yaşanabilir bir yer olabilir ki? Ahlakın Allah’tan sonraki en temel rüknü ahirettir. Çünkü insan ancak ötelerde hesabını vereceği bir tavır için hakikatin hatırını kırmaktan kaçınır. Ancak daha üst bir merciin, yaptığı işlerini denetleyeceğini, ona iyiliğinin karşılığını iyi olarak, kötülüğünün karşılığını kötü olarak vereceğinin bilincine ulaşarak kendisini derli toplu bir şahıs olmaya zorlar. Zaten insanın yirmi dört saatini denetleyen tek mekanizma kendisidir. İnsanı, kendi yüreğinin sesi, ortaya koyduğu işlerin kaydedildiği bilinci ayakta ve ahlaki bir birey olarak tutar. Böyle olmazsa, kişi herhangi bir mekanda herhangi birine yaptığı işlerin karşılığını vereceğini düşünmezse, o kişiyi ahlaklı olmaya iten bir sebep de yok demektir. Belki kısmi bir ahlak söz konusu olabilir ancak bu, daha önce değinildiği gibi kişinin bir kazanımı veya ahirete inanmayı devre dışı bırakan bir unsur değil, zaten ferdin özünde var olan iyilik duygusunun dışa tezahür etmesidir. İnsan fıtraten temizdir.
Ötelerle bağlantısı olmayan ve hesap bilincinin yanına yanaşmadığı bir dünya hayatı sadece bir kayıptır. Bu hayat mutlak manada ahlaki olamadığı gibi insanlığa da bir şey sunamaz. Halbuki ahlaklı bireyin en temel vasfı hemcinslerine değer katmaktır. Onların değerini sömürmek ise dünyevileşen bireyin bencil tavrından başka bir şey değildir. Eğer bir insan hakikat adına kaygılı, insanın iyiliği adına endişeli ve ebedi bir hayat adına sorumlu ise, özünde, arzu edilen ahlaki yaşantıyı gerçekleştirmiş demektir. Çünkü mutlak hakikat Allah’tır, ebedi hayat ve sorumluluk bilinci ise ahireti işaret eder. Birçok düşünürün (mesela Miguel Unamuno) hiçliktense ebedi cehennemde kalmaya razı olmasının temelinde insanın özündeki ebedilik arzusu yatar. Ve sergilenen ahlaki tavırların bir mükafatı olacağının tesellisi, o tavırları, bu dünyada ortaya koyanlara moral destek olur, karşılaştıkları zorluklara dayanma gücü verir. “Ahlak ve vazifenin en büyük yaptırımı Allah ve ahiret düşüncesidir. Ahlakın en büyük garantisi ise, insanın yaptıklarının hesabını bir başka alemde vereceği inancıdır.” (Erdem, Ahlak Felsefesi, s.98).
Allah ve ahiret kavramlarının birbirinden ayrılması veya ahiret olmadan, Allah’ın varlığını kavramak ise zaten imkansızdır.
3-) Anlam (Gayelilik):
Bu kavramdan kastımız, kainattaki her şeyin bir gaye/hikmetle var olduğudur. Tabii ki buna insan soyu da dahildir. (İnsanın var oluş gayesi ile ilgili bkz. Yunus, 10/14, Hûd, 11/7, Zâriyât, 51/56, Mülk, 67/2).
Ancak insanı diğer canlılardan ayıran, onun yaptığı işin farkında oluşudur. Yani diğer canlılar bilinçsiz bir surette vazifelerini yerine getirirken insan, akıl, bilgi, teknik, düşünce, tasarlama vb. özellikleri ile iş yapmaktadır. Bir bal arısı yaptığı bal peteğinin gözelerinin boyutunu tamamen kendisine ilham olunduğu şekilde yapar. Kendi teemmülü bu süreçte etkin değildir, çünkü arılar düşünebilir bir tabiatta yaratılmamışlardır. Aynı şekilde bir tavuk, yumurtasının ölçülerini tasarlamaz ve ne kadar süre kuluçkada yatacağının hesap-kitabını da tutmaz. Sadece içgüdüleriyle bu işleri yapar. Kainatta bulunan insan dışındaki (canlı/cansız) bütün varlıklar değişmez bir kanuna bağlı olarak iş görürler. Buna rağmen hepsi de gayelidir. Bu gayelilik sürecinde onların istek ve iradelerinin bulunmaması ise bir önem ifade etmez. İşte, kainattaki canlı-cansız bütün varlıkların bir amacı varken, bütün bu varlıkların kendisinin hizmetine sunulduğu insan gayesiz olamaz, onun hayatı bir anlamsızlık üzerine kurulamaz. (Burada insanın aklına bazı Kuran ayetleri geliyor, mesela: Kıyamet, 75/36: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?”, Müminun, 23/115: “Sizi boş ve anlamsız bir oyun yarattığımızı ve Bize dönmek zorunda olmadığınızı mı sanıyordunuz?”). Her yanından düzenin, intizamın ve tutarlılığın çağladığı bu dünyada akıllı ve iradeli tek varlık olan insanın başıboş olmasını kabullenmek çok zordur. Yani iradesiz ve şuursuz varlıklar bir şeyler için durmadan, yorulmadan çalışacaklar, ama iradesi ve aklı ile insan, anlamsız bir hayatın öznesi, bitimli bir dünyanın tüketicisi ve kendisine verilen sermeyenin mirasyedisi olacak. Bunu akıl, mantık ve vicdanın içine sindirmesi gerçekten imkansızdır.
Bu anlamlılık/gayeliliğin ahlakla bağlantısı ise ilk iki maddeye benzemektedir. Anlam burada bir nevi sonuçtur. Belki derin tefekkürlerin belki de insanüstü bir kaynaktan alınan net bir bilginin sonucu. Ve anlamlı olan, başıboşluktan sıyrılan bir hayat, ahlaki zemini sapasağlam olan bir hayattır. Bu yüzden İslam ahlakı, insandaki ilahi amacın belirlenmesiyle başlar. (Farûkî, İsmail R., Tevhid, (Çev: Dilaver Yardım, Latif Boyacı), İstanbul 2006, 4. baskı, s. 78). İlahi amacın keyfiyeti ise, teklifi yerine getirebilecek olan varlığın bazı ayrıcalıklarla donatılmış olması ile anlaşılabilir. Bu ayrıcalıklar daha önce değinildiği gibi akıl ve iradedir.
4-) Ahlak:
Sayılan ilk üç maddenin ardından ahlakın bir başlangıç mı yoksa sonuç mu olduğu sorusu sorulabilir. Ahlak hem başlangıç hem de -özellikle ilk iki madde göz önüne alındığında - sonuçtur. Ama her şeyden önce ahlak, bir ilişkidir (insan-insan, insan-toplum, toplum-toplum ilişkisi). Ancak bu ilişki özgür ve niyetin belirleyici olduğu bir ilişkidir. İnsanın olmadığı yerde ahlaktan da söz edilemez. Ahlakın dışa yansıması sade bir niyet olmanın ötesinde tutarlı eylemlerle olur. Hilmi Ziya Ülken’e göre ahlaki tamamlık, yalnız iyi olmak değil, fakat iyilik hududunu genişletmek, başkalarını iyi olmaya mecbur etmekle meydana gelir. (Ülken, Hilmi Ziya, Ahlak, İstanbul 1946, s. 260).
Yine ahlak meselesinin merkezinde sorumluluk kavramı bulunmaktadır. (Topçu, Nurettin, İsyan Ahlakı, İstanbul 2002, 3. Basım, s. 37).
Ahlak kelimesi Arapça’da “hulk” veya “huluk” kelimelerinin çoğulu olarak kullanılmaktadır. Arap dilinin büyük lügatlerinden Lisanu’l-Arab’ın müellifi İbn Manzur’un kelimeye verdiği manalardan biri de dindir [İbn Manzur, Ebu’l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensari, Lisanu’l-Arab, Beyrut (t.y.), X, 86]; (diğerleri: seciye, karakter, huy, insanın içi ve dışı vs.) Din ve fıtrat kavramlarının Kuran’daki bir ayette aynı manada kullanıldığını belirtmiştik. Hulk, Allah tarafından her yaratığa verilen zahiri şekil olan halk’ın (cisim) tersine iç varlığımızın sabit şeklidir. (Draz, M. Abdullah, Kuran Ahlakı, (Çev: Emrullah Yüksel, Ünver Günay), İstanbul 2004, 3. Baskı, s. 397, aynı tanımın farklı bir ifadesi için bkz: İmam Gazali, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, (Çev: Ahmed Serdaroğlu), İstanbul 1977, III, 125). Burada bir noktaya değinmek gerek. “Bir kelime kavramlaşma sürecinden sonra sadece gramatik yapısı göz önünde bulundurularak değerlendirilebilir mi?” sorusuna cevabımız hayır olacak. Peki, “kavramlaşma aşamasında kelimenin etimolojisinin ona hiç mi etkisi olmaz?” cevap, tabii ki olur. Dolayısıyla kelimenin tarih içindeki seyrini takip etmek gerek. Bu ise bu yazının hacmini oldukça aşan bir konu. Belki bir iki atıfla konuyu biraz açabiliriz. Kadim ahlak kitaplarımızda ahlak kelimesinin hem iyi hem de kötü hallerinin bulunduğu kabul edilmiştir. Yani kişinin doğuştan sahip olduğu iyi huyların yanında, sonradan ailesinin, arkadaşlarının veya başka dürtücülerin etkisiyle kendisine mal ettiği şeyler de ahlak olarak isimlendirilmiştir. İbn Miskeveyh (İbn Miskeveyh, Ebu Ali Ahmed b. Muhammed b. Yakub, Tezhibü’l-Ahlak ve ibn Miskeveyh fi’t-Terbiye, Beyrut 1985, s. 25,26) “hulk”u, düşünmeksizin ve zorlama olmaksızın, nefsin fiillerini ortaya koymasını sağlayan durum olarak tarif ediyor. (Gazali’nin tanımı da aynı, İhyâ, III, 125). Onu da iki kısma ayırıp, birinci kısmın kişinin tabiatından kaynaklanan haller, ikinci kısmın ise alışkanlık ve eğitimle kazanılan durumlar olduğunu belirtiyor. İslam ahlakçıları ahlakın iki boyutunu ifade için iki terim kullanılmışlardır. Hüsnü’-hulk ve sûu’l-hulk. İyi huylar genel kabule göre fıtrattan kaynaklanır. Kötü huylar ise insan kazanımıdır. Bu ayrımın sıhhatli olduğu açıktır. Bu durumda biz fıtratla ahlakı aynileştiremiyoruz. Çünkü fıtrat mutlak olarak iyiyi gösterirken, ahlak hem iyi hem kötü olabiliyor. Ancak bu, topyekün de iki kavramın arasını ayıracağımız manasına da gelemez çünkü kelimenin temel anlamlarından kopamayız. Ahlaki tavrın tespitinde kişinin doğuştan getirdiklerinin etkisi yadsınmamalıdır. Yine ahlakın, ilk çocukluk döneminde alınan aile terbiyesi ve düzenli bir aile yaşantısıyla olan bağlantısı da göz ardı edilemez (B.Russell). [Aydın, Tanrı-Ahlak İlişkisi, s. 89]. Terbiye; insanın ruhu üzerine, sevgi, örnek, bağışlamak ve hatta cezalar sayesinde icra edilen, dahili bir faaliyeti harekete geçiren ve insanı değiştiren çok ince bir tesirdir. (İzzetbegoviç, Ali, Doğu İle Batı Arasında İslam, (Çev: Salih Şaban), İstanbul 1993, s.145). Ancak her şeye rağmen kişinin iyiyi kazanımında iyi olan özünün, kötüyü kazanımında (yani kötü tavrı huy, ahlak haline getirmesinde) ise dış caydırıcıların etkisi dikkatlerden kaçmamalıdır.
Batı dillerinde ise ahlak kelimesinin karşılığında kullanılan terimler (etik, moral), karakter anlamına gelen Yunanca “ethos” (Cevizci, Etiğe Giriş, s.3) ve yine karakter, hareket tarzı manasına gelen Latince “moralis” (Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, s.1) kelimelerinden türetilmiştir. Ayrıca etik, ahlak bilimi olarak da tanımlanmıştır. (Tillich, Paul, Ahlak ve Ötesi, (Çev: Aliye Çınar), Ankara 2006, s. 35, krş: Cevizci, Etiğe Giriş, s. 5, etik ile ahlak arasındaki farka dair bir tartışma için bkz: Annemarie Pieper, Etiğe Giriş, s. 30-33 ve Doğan Özlem, Etik -Ahlak Felsefesi-, s.21-25 ve s.163-165). Arapça’daki “hulk” kelimesinin de aynı anlam alanında gezindiğini kaydetmiştik. Bu da ortak bir değer olarak ahlakın, kişinin kendisini (tabiat), özünü, karakterini işaretleyen bir durum olduğunu göstermektedir.
Yeniden mevzuya dönecek olursak, ahlaki bir tavrın kökeninin insanın özünden (fıtratından) gelmesi bizi şaşırtmıyor. İnsanın yapısında iyiliğin peşinen olduğunun en belirgin delillerinden biri ise daha önce değinildiği gibi insanın tasarlamadan iyilik yapabilmesine rağmen, planlamadan kötülük yapamamasıdır. Yine, yapılan her bir iyilik her hatırlayışında insanın içini ferahlatırken, yapılan her kötü iş de her hatıra gelişinde insanın içini sıkar. Bu da insanın özü itibariyle iyiye meyyal olduğunun bir iç delilidir.
“Ya cüzi (kısmi, tikel) ahlak ne olacak?” sorusu ise gerçekten sorulmaya değer. Bu tip ahlakla ifade etmeye çalıştığımız şey, birçok yanlışına hatta inançsızlığına rağmen bazı insanlardaki iyi huylar, güzel tavırlar vs. Aslında bu sorunun cevabı daha önce verilmişti. Bu tip bir durumda kafanın karışmasına gerek yok. Çünkü temel söylemimiz: “insan fıtraten -tab’an- iyidir.” şeklindeydi. Yani bir insandaki iyi huylar onun aslında, özünde, tabii yapısında bulunan özelliklerdir. Kötü haller sonradan, dışarıdan kazanılır. Böyle bir durumda şunu anlıyoruz: her ne kadar az da olsa bu hal, insanın tab’an (yaratılıştan) iyi olduğunun bir başka delilidir. Yani kişi kötüyü ancak başkasından görerek beller. Halbuki iyi için kendisini dinlemesi yeterlidir. Mesela “İyilik, insanın tabiatına (hulk) hoş gelen şeydir” (Müslim) şeklindeki nebevi beyan da bunun izahı sadedinde dile getirilebilir. Kişinin çevredeki birisine iyilik yapıldığını gördüğü zaman duyduğu iç huzuru ya da birine haksızlık yapıldığında içinin sıkılması da iyinin insanın özünde olduğunu gösterir. Yine, temelde huzurlu ve iyi bir aile içi eğitimin, ferdin ilerideki hayatına artı değer kattığı ve kendisindeki fıtri güzellikleri muhafaza etmesine yardımcı olduğu da toplumsal bir gerçektir.
Sonuç
Ele aldığımız kavramlardan ilk ikisini bize ayrıntılı olarak anlatan, açıklayan tek kaynak vahiydir. Anlam/gayelilik ile ilgili hem vahiy hem de bilim, bize istifade edebileceğimiz imkanlar sunmaktadır. Son kavram olan ahlak ise hem dini metinlerde hem felsefi eserlerde tetkik edilmiştir. Vahiy, ahlakın her bir cüzünü tüm ayrıntılarıyla anlatmış değildir. O, çoğu zaman genel ilkeler koyarak insanlığa yol göstermiştir. Ancak gözden kaçırılmamalı ki, hiçbir ahlaki buyruk yoktur ki, aynı zamanda dini ve insani bir buyruk olmasın. (Ahmed Naîm, Ahlâk-ı İslâmiyye Esasları, İstanbul 1340-1342, s. 16). Bu durumda, ortak aklın iyi dediği, üzerinde iyi olduğu hususunda ittifak edilmiş, şer’an doğru kabul edilen, safi insan yüreğini hırpalamayan ve insanın değerini koruyan her tavır da ahlakilik çatısı altında değerlendirilebilir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, verimli ve sağlam olan, faal fazilet [ahlak?], bizim değerimizi artırır. Ve bizi gittikçe daha yükseğe çıkarır. Fena olan ve geleceği bulunmayan kötü ahlak bizi yavan ve bayağı kılar ve hatta bizi insanlıktan çıkarır (Draz, Kuran Ahlakı, s. 189).