Ne zaman “Âkif” dese biri, ne zaman bir şiirini ya da bir tek mısraını terennüm etse, ne zaman onun bir sözüne atıf yapılsa bir mecliste, ne zaman istiklâl, imân, Çanakkale, Sırat-i Müstakîm ve/veya Sebîlürreşâd bahisleri geçse, ne zaman Balıkesir’e yolum düşse, ne zaman Kastamonu’ya adımlasam, ne zaman gönle işleyen şeyler söyleyen iyi bir hatip dinlesem minberde, ne zaman kalın bir pardösü görsem birinin üzerinde soğuk bir kış günü, ne zaman Tacettin Dergahı’na varsam, ne zaman Baytar Mektebi’nden dem vurulsa, ne zaman yakılmış olan bir Kur’ân meâlinin küllerini düşünsem, ne zaman Arabî veya Fârisî bir beyit okusam, ne zaman cidden yürüyen ve yorulmayan birini görsem, ne zaman Mısır günlerini, Ezher’de Türkçe derslerini hatırlasam, ne zaman Necid çöllerinde Nebîler serverinin yoluna varmaya çalışan birini tahayyül etsem, ne zaman Beyoğlu’ndaki o eski binayı ansam, ne zaman hastanede beyazlar giymiş olan o ihtiyarı düşlesem, ne zaman bayrağa sarılarak gençler tarafından toprağa bırakılan o beden gelse gözümün önüne, ne zaman Âkif dese biri yanımda; boğazıma bir şeyler dizilir vesselâm...
Neden Âkif? Âkif’i ayrıcalıklı yapan ne? Aslına bakılırsa Osmanlı eğitim kurumları öldü denildiği zaman dahi muhteşem değerler çıkarmış tarih sahnesine. Şimdi Ahmet Cevdet Paşa’yı düşünüyorum da; konunun uzmanlarının ifadesine göre resmi bir görev olarak meşgul oluncaya kadar tarih ilmi ile ilgisi yok. Ama yazdığı Tarih’in, klasik vakanüvisliğin çok çok üzerinde olduğu aşikar. Yine onun, “Mecelle” çalışmaları başlayıncaya kadar İslam fıkhı ile ihtisas derecesinde bir ilgisi yok, ama “Mecelle” ortada. Veya Ahmed Naim Efendi. Kendisinin uzmanlığı büyük oranda ahlak felsefesi, Tecrid-i Sarih Tercümesi’nin başına yazdığı mukaddime ve şerhin ilk iki cildi ise, Türkiye’deki hadis usûlü ve şerhi çalışmalarının ilk adımı ve belki de hala en önemlisi. Aslen oldukça kuvvetli bir fıkıh nosyonuna sahip olan Elmalılı [Küçük] Hamdi Efendi’nin resmi bir görev olarak yazdığı tefsiri de aynı kabilden. Hala geçilemedi ve geçilmesi de şu anki ilmi ortamda mümkün değil. Daha da ötesinde, Osmanlı bakayası olarak Cumhuriyet Türkiye’sine uzanan isimlerin büyük çoğunluğunun, ilmi anlamda oldukça müdakkik, interdisipliner adamlar olduğu malum [yukarıda zikredilen örneklere Köprülüzâde Mehmed Fuat, İzmirli İsmail Hakkı gibi isimler de eklenebilir]. Bu hem belli bir coğrafya kültürüne sahip olmanın hem de köklü bir ilim geleneğine yaslanmanın sonucu olsa gerek.
Sanıyorum Âkif’in oturtulması gereken ilk yer de, Osmanlı ilim geleneği olmalı. Âkif ilmiye sınıfına mensup değil ve formel olarak ulûm-i İslâmiyye eğitimi de almadı. Ancak meraklısı için ummân misâli imkanların olduğu bir devirde bir dertli olarak koşturdu. Özellikle dil konusunda şahsî gayretleri oldukça ibretâmiz. Arapçadaki derin vukûfiyeti herkesçe müsellem, Farsça ve Fransızcası da oldukça iyi bir seviyede. Öte yandan bilindiği üzere Âkif, Baytar Mektebinden mezun oluyor ve bu çerçevede bazı görevler de yapıyor. Yazdığı şiirler, dil ve ilimdeki konumunu gösteren ve uzun iknâ çabaları sonucunda kendisine tevdî edilen Kur’ân meâli meselesi, Sırat-i Müstakîm [şu sıralar neşrediliyor Bağcılar Belediyesi Kültür yayınlarından. İlk cilt oldukça özenli ve emek mahsulü olarak elimizde] ve sonrasında Sebîlürreşâd’daki tercüme ve teliflerinin kalitesi, mûsikî sevdası [ki ney üflemenin yanı sıra Neyzen Tevfik ile olan muhabbetleri biliniyor], iyi bir sporcu [hem pehlivanlığı hem uzun mesafeleri yürüyecek bir beden dinçliği] oluşu, işinin ehli bir hâtip olarak bilinmesi ve daha pek çok done, ilk etapta çok yönlü bir şahsiyetle karşı karşıya olunduğunu göstermeye kâfi.
Ancak Âkif’ten, taşa kazınası yüzlerce mısraının dışında zihnimde kalan bir görüntü var: Pehlivanlığını, geçirdiği hastalıklara bırakmış, günü sıcak ve gecesi soğuk olan Mısır bâdiyesinde harabe misali evinde eski ve küçük masasının üzerinde sararmış kağıtlara karalanmış Kur’ân tercümesi müsveddeleri ve birkaç şerhi ile Mevlânâ’nın Mesnevî’si duran solgun yüzlü, zayıf bir ihtiyar. Bu görüntü hiç gitmiyor gözümün önünden. Meal vazifesinden “yazacağım üç-beş şiir var, bu onlara mani olur, ne meali bitirebilirim ne de şiirler yazılır” diyerek kaçmaya çalışan ancak iş başa düşünce de yılmadan yıllarını tek bir çalışmaya teksif eden ve sonunda bin bir zahmetle bitirdiği meali de muhtemel şiirleri de elde olmayan Âkif.
Acaba dua yerine mi geçti ilk anda dedikleri? Eşref saatine mi denk geldi? Yoksa gerçekten biliyor muydu Âkif başına gelmesi muhtemel şeyleri? Muamma. Gerçek ise kocaman bir sızı. Âkif’in, üzerine düşen şeyi bihakkın yaptığında şüphe yok. Tamamlanan meali okuma imkanı bulanların kanaatleri bu yönde. Belki de eldeki münferit Âkif tercümelerinin çok üzerinde bir tercümeydi Mısır’da kaleme alınan, ince ince işlenen çalışma. Çünkü her bir kelime ile kaygıları gelgitleri vardı Âkif’in. Eşref Edip’in şahitliği ise oldukça muhkem ve akıcı bir tercümenin varlığını gösteriyor. Mealin [1961 senesinde yakılması dolayısıyla] elde olmaması ise modern Türkiye’deki meal yazımı açısından ciddi bir kayıp [Âkif’in Kur’ân meali hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Dücane Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi; Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Mısır Hayatı ve Kur'an Meali]. Özellikle de Elmalılı’nın, çeşitli çekincelerinden dolayı okunmasının zor olmasını tasarladığı meal tarzının türlü ve niteliksiz kopyalarının piyasada dolaştığı bir zamanda.
Âkif’in meal yazımı esnasındaki hâlet-i rûhiyesi gerçekten çok etkileyici Mısır mektuplarından anlaşıldığı kadarıyla. Kararsızlık ve çekinceler var ilk başta, sonrasında yoğunlaşma ve hemhâl olma, son olarak da bitmeyen tashihler ve iki kapak arasına getirilerek emanet olmak üzere bir dosta bırakılan meal. Halbuki Âkif ilk defa çevirmiyordu Kur’ân âyetlerini, öyle ki elimizde meali olmasa da ondan gelen yüzlerce âyet çevirisi var. Âkif’in, mealden bu kadar çekinmesi hem dindarlığı hem de mevcut siyasetin seyri ile daha rahat anlaşılıyor. Öte yandan Mısır yaşantısı boyunca, yeni cumhuriyetin içinde bulunduğu gündem ile ilgili neredeyse hiç konuşmamasını, bu meal çalışması yoğunluğu bağlamında anlamlandırmak da daha doğru bir tutum olur herhalde. Bir ikinci sebep ise yıllardır tek tük de olsa gündeme getirilen İstiklal Marşı’na yönelik eleştirilerin [basında çıkan bu eleştiriler için hem Çantay’ın Âkifnâme’si ve hem de İsmail Kara ve Fulya İbanoğlu’nun Sessiz Yaşadım Matbuatta Mehmet Akif 1936-1940 adlı eserleri bu dağınık malzemeyi topluca görme imkânı veriyor] meyve verme ihtimali olmalı. Yani güncel konular hakkındaki değerlendirmelerin, pek çok kutsalın zedelendiği bir ortamda bu marşa da ilişme ihtimali. Ancak bu suskunluğun kesinlikle tepkisizlik olmadığı da belirtilmeli [İbrahim Sabri Bey’in ithâmları bu kabilden], zira bazı hâtıralar Âkif’in Mısır günlerinde bu meseleden dolayı namazlarını ancak sehiv secdeleri ile edâ edilebildiğini gösteriyor [Ali Ulvi Kurucu merhumun Ertuğrul Düzdağ tarafından neşredilen hatıralarına bakılabilir].
Âkif’ten bir meal kalmadı belki ve yazmayı tasarladığı piyes ve şiirlerini de yazamadı. Ama Âkif, Safahât’ının yanı sıra sayfaların gölgesinde kalmaması gereken bir yaşantı yani ciddi bir duyuş ve duruş bıraktı. Hem konuşmaya hem susmaya, hem fiilî olarak koşturmaya hem zihnî olarak çalışmaya, hem tevâzua ve sadeliğe hem bilgeliğe ve âlimliğe, hem istiğnâya hem de gerçek zenginliğe dair iyi bir örneklik. Âkif’in sûreti ile sîreti tertemizdi ve ikisi de buram buram İslâm kokuyordu. Herhalde onun en izlenesi ve iz bırakan yönü bu. Âkif derdi olan biriydi ve kelimenin tüm çağrışımları ile Müslüman olarak yaşadı ve o ikrârla teslim-i rûh etti. Âkif irfân ile burhânın, ilim ile ahlâkın tüm yönlerini zihnen ve kalben yaşamıştı ve bundan dolayı Allah tarafından sevilmenin ve kabul görmenin bir tezahürü olarak gönül ehli insanların kabulüne mazhar oldu ve oluyor.