Menu
ve derviş sustu
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ve derviş sustu

ve derviş sustu

Kelimelerin duygularını ifade edemeyeceğini gayet iyi bildiği için sustu… Anlamın muğlâklığı, yorumun sınır tanımayışı ve muhatabın yargıları, konuşmanın safiyetini erittiği/ incittiği için sustu… Hâlbuki konuşma, kendini ele vermek demekti. Düşündüğünü dillendirmekti. Duygularına harf elbisesi giydirip harfleri, dağarcıktaki kelimelerin emrine vererek cümleleri aşikâr eylemekti, içini aşikâr eylemekti. Ve söz, güven demekti, “içten pazarlıklı değilim” demekti, “söylediğim gibiyim” demekti. Yalan, söze karışmamalıydı zaten; samimiyete kıyılmamalı, öz hırpalanmamalıydı. Yalanı, oynamayı, gevelemeyi gönderince uzaklara, sadece yüreğin yansıması kalmıştı sözcüklere. Ve konuşan ne derse, muhatap dinler, kulak verirdi. Gereğini gücü nispetinde yapardı. Çünkü güvenirdi. İnsanı hırpaladılar, güvenin canına kıydılar, güveni öldürünce maskeler çıktı tozlu sandıklardan. İnsanlar yüzlerine takındılar kendilerinin olmayan şeyleri. Örtmek için içlerini. Yutmak için sözlerini. Gizlemek için yüzlerini. Gözlere siyah gözlükler taktılar, görünmemek için. Çünkü biliyorlardı gözün gücünü, sözü söz yapanın göz olduğunu, özün göze yansıdığını. Evet, insanı hırpaladılar güvenin canına kıydılar, güveni öldürünce çıktı maskeler tozlu sandıklardan. Maskeler takındı saklanmak isteyenler. Ve öyle bir hal aldı ki her şey, maskesizler dışlanır oldu. Özünü aşikâr eylemek, kabalık diye adlandırıldı. Duygularını söylemek ötelendi. Samimiyet aldı başını gitti. Söz gidince derviş ne yapsındı, sustu.

Onu susmak zorunda bıraktılar. Çünkü onun insanlara verecek bir tek yüzü vardı. İkincisini kimsenin görmediğine, herkesi görene saklardı; ıssız anlara saklardı, gecelere saklardı, secdelere saklardı.

Evet, derviş sustu. Çünkü söze önem verilmediğini düşündü. Görselliğin, insanı avucunun içerisine aldığını, insanların artık sadece görülen yanlarıyla değerlendirildiğini gördü. Hâlbuki onun, modern dünyada kendisini pazarlayabilecek herhangi bir şeyi yoktu. O fazlaca sıradan, fazlaca iddiasızdı kimilerine göre. Yaşam felsefesi “insanlar içinde bir insan olarak” hayatını idame ettirme üzerineydi. Her ne kadar içi yansa, yakılsa da, kendini ayrı(calıklı) görmeme, böyle bir hisse kapı aralamamaydı hayat düsturu. İnsanlara verebileceği sadece özü vardı, onun dışarıya yansıması ise söz kanalıyla oluyordu. Sözü katledince, elsiz-dilsiz kaldı, ne yapacağını bilemedi. Uykusuz geceler geçirdi, kimsesiz anlarda yıldızları seyretti, ekin biçen insanları, meyve deren çocukları, şiir yazan âşıkları seyretti. Yapılacak en iyi şeyin, susmak olduğuna kanat getirdi. Ve sustu.

Dünya kadar tepkisi vardı kendisini dünya kadar zanneden dünya kadar cüceye. Onlara gerçek rengini bilememekten başlayıp, akıbetlerini bilememeye kadar uzanan bir çizgide güvensizlik hissediyordu. İstiyordu ki, herkes kendi olsun/kendi özüne dönsün. Maskelerini çöpe atsın, bir de dünyaya kendi olarak baksın. Olmadı… Bu olmayışlar onu yıprattı, koşmanın verdiği yorgunluğa dostların çekimserliği de eklenince şaşırıp kaldı, böyle olmamalıydı ona göre. Yorulmaktan şaşkın, şaşkınlıktan yorgun idi. “Ne yapabilirim” diye bir kez daha sordu kendisine. Yani kalan iki yarenine. Sus dediler. Onları her zaman dinlemişti, yine dinledi ve sustu. Çünkü susmak da bir tür konuşmaktı. Ama susmanın dilini sadece susanlar bilirdi. Tüm duyma güdüsünü kulaklarına indirgeyenler, tıpkı tüm düşünme becerisini aklına hapsedenler gibiydi onun gözünde. Zaten onlarla paylaşabileceği bir şeyi yoktu. Onlar anlayamazdı bu tür bir çığlığı. Çünkü onlar yıllar var ki, kendilerini dinlememişlerdi. Hiçbir zaman bir köşeye çekilip, başlarını diz kapakları arasına yerleştirmemişlerdi. Hiçbir zaman seccadenin buğusunu ihmal ettikleri yerlerinde/yüreklerinde hissetmemişlerdi. Hiçbir zaman kelimelerinden/söylemlerinden taviz vermemişlerdi. Onlara göre en doğru hep kendileriydi. Hep konuşmalılardı onlar. Sanki söyledikleri her şey hakikatmiş gibi durmadılar, bıkmadılar, bıktırdılar. Hâlbuki her söylediği hakikat olanlar bile her zaman konuşmamışlardı tarih içerisinde. Bu dertliler zaman, zemin ve yürek bulunca serpmişlerdi incilerini. Ama malumatfuruşluğu âlim olmak, birkaç sevi şiiri ezberlemeyi âşık olmak, biraz felsefe okumayı hakîm olmak sananlar onu bıktırdı. “Ah” etti onlara, kendi içleri gibi kendi dışlarında olan her şeyi de kirlettikleri için. Biraz dinginleştiğinde ise duyguları, sustu.

Ne zamandır düşünüyordu bunu, o da bilmiyordu. Niye böyle bir tarz-ı hareketi seçtiğini tam olarak kestiremiyordu. Ne zaman canına tak etmişti uzun zamandır midesini bulandıran şeyler haberi yoktu. Ama olan olmuştu işte. İşte sessizliğe kanat çırpıyordu bir kez daha. Dinlemenin erdem olduğunu kitaplardan okumuştu, kendisine söylenen her bir şeye kulak vermenin ve ama en iyiye tabi olmanın gerekliliğini. Ancak bunun bu kadar insana ait bir şey olduğunu yeni anlamıştı. Evet, insan dinlemeliydi. Kulak kesilmeliydi. O zaman duydukları onu ürpertmişti, bunları yıllardır nasıl olup da duyamadığına hayret ediyordu. Hayreti zaten nimet biliyordu, şimdi ise her bir nimeti hayret olarak görmeye başlamıştı. Galiba sessizlik buydu.

Ve derviş sustu. Çarıklarını giydi, takkesini taktı, kelimelerini beline doladığı kuşağın içerisine sıkıca yerleştirdi. Orucunu bozacağı zaman için gizledi onları. Ak akçelerin saklandığı keçe keseye bir kez daha baktı. Susmanın kendisine sağladığı benliği kucakladı. Susmaktan sonra yapılacak en iyi şeyin buralardan gitmek olduğunu gayet iyi biliyordu. Öyle yaptı. Yürüdü, gitti uzaklara…